Yakın dönem Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Paul Auster, geçtiğimiz gün (30 Nisan) aramızdan ayrıldı. Bugüne kadar kaleme aldığı hemen her bir metinle okura farklı bir dünya sunan Auster, şiirden romana, hatırattan senaryoya kadar birçok alanda varlık göstermiş öncü bir figür olarak da her zaman kendisinden söz ettirmeyi başarmış bir isim.
1980’li yıllarda kaleme aldığı metinlerle giderek büyük bir tanınırlığa kavuşan Paul Auster, babasının ölümünün ardından kaleme aldığı The Invention of Solitude (Yalnızlığın Keşfi) ile ilk büyük çıkışını yapar. Kitabın odağına kendi babasını ve baba-oğul ilişkilerini koyan Auster, aynı zamanda kendi yaşamından hareketle kurguladığı ilk metnini de gün yüzüne çıkarır. Daha sonra kaleme alacağı kitaplarında da zaman zaman devam ettireceği bu tutum, yazarın yaşamıyla edebiyatını da farklı şekillerde birbirine bağlamaya devam eder.
1985-87 yıllarında daha sonra New York Üçlemesi olarak bilinecek ve Paul Auster’in en ünlü eserlerinden birisine dönüşecek Cam Kent (1985), Hayaletler (1986) ve Kilitli Oda’yı (1986) yayımlayan Auster, daha sonraki süreçte yazın serüvenini giderek genişletir. Ay Sarayı (1989), Leviathan (1992), Yanılsamalar Kitabı (2002), Sunset Park (2010) ve son olarak Baumgartner (2023) gibi romanlarında Auster, kendi edebî serüvenini giderek derinleştirir ve kırk yılı aşkın bir süre içerisinde ortaya nitelikli bir külliyat çıkarmayı başarır. Bugün için bütün bir dünyada kendisine özel bir okur kitlesi geliştiren Auster, tüm bu metinlerinde ortak bir dünya, ortak bir hayal gücü ile hareket eder ve çevresindekileri de bu düşe ortak kılar.
Bütün bir edebî serüveni boyunca “kimlik”, “aidiyet”, “anlam arayışı”, “hayatın ne olduğu” gibi temel birtakım sorgular/arayışlar üzerinden hareket eden Paul Auster, bu tutku ve arayışını son kitabı Baumgartner’a dek sürdürür. Nihayetinde ölüme kadar olan yolculuğunda insanın birçok noktada duraklayacağını, kendisi ve çevresiyle bir hesaplaşmaya gireceğini düşünen Auster için bu durum, belirleyici ve keskin bir bağlam/izlek olarak ön plana çıkar.
Kişinin kendisiyle olan ilişkisi kadar çevresiyle olan bağlarını da tartışmaya açan Auster için insan salt kendi yaşamıyla ilgili bir unsur/varlık değildir. Kişi kendi kararlarını kendisi verebilir ve yaşayabilir, ancak bir de onun üstlenmek veya yüzleşmek durumunda olduğu başka pencereler vardır. Bazen her şey kişinin kontrolünden çıkabilir ve insan kendini bir ânda başka bir dünyanın, başka bir maceranın parçası olarak bulabilir. Dışarıdan bakıldığında anlamsız, anlaşılmaz ve olağanüstü gibi görülen birçok olay, zamanla Auster edebiyatının belkemiği konulardan birini meydana getirir. Sözgelimi Ay Sarayı (1889), Yanılsamalar Kitabı (2002), Brooklyn Çılgınlıkları (2005) gibi kitaplar bu bağlamda takip edilebilecek özgün bir hattı meydana getirir.
Özellikle erken dönem edebiyatında Edgar Allen Poe, Samuel Beckett, Nathaniel Hawthorne, Henry David Thoreau, Jacques Lacan ve Jacques Derrida gibi yazar ve düşünürlerden yoğun bir şekilde etkilenen Paul Auster, zamanla kendi yolunu bulmakla beraber bütün bir yazın hayatı boyunca devam edecek kimi ortak yaklaşımlar üzerinden hareket etmiştir. Edebiyatı özellikle dil temelli yaratıcı bir edim olarak kabul eden ve dili hemen her koşulda yeniden biçimlendirmeye özen gösteren yazar, bunu yaparken okura bir anlatı/hikâye sunmaktan da geri durmaz. Dil, bir parçası olduğu metnin başat bir unsurudur ve yazar sürekli ona müdahele etmeli, onu yeniden şekillendirmelidir. Özellikle Lacan ve Derrida gibi isimleri bu bağlamda kendisi için bir yol gösterici olarak konumlandıran yazar, metinleri aracılığıyla da bu düşüncesini açıkça ortaya koyar.
Münzeviler, aylaklar, başıboşlar, kendisini akıldışı bir maceranın ortasında bulan şaşkınlar, Paul Auster edebiyatının temel karakter profilini ortaya çıkarır. Öyle ki bu edebiyatta hiçbir şey planlandığı veya düşünüldüğü gibi gitmez, gelişmez, şekillenmez. Sürekli yeni bir devinim, beklenmedik bir olay örgüsü ön plana çıkar. Bu durum bir yazar olarak Auster’ın belirli kalıplar üzerinden hareket etmekten ziyade sürprizler ve beklenmedik olaylar/hikâyeler üzerinden edebiyatını şekillendirdiğini ortaya koyar.
Bir konu izleği olarak da Auster’ın alışıldık tema ve yönelimler üzerinden hareket ettiği ifade edilebilir. Sözgelimi dilsel kayıplar, gündelik olanın tasviri, yaklaşan bir felaketin sancısı, babasızlık, yoksunluk, yazma arzusu ve dünyayı anlamaya çalışma tutkusu Auster için üzerine çokça düşünülecek ana başlıklar/konular olarak değerlendirilebilir. Bilinçli bir şekilde zaman içerisinde geliştirilen bu izleksel çizgi, Auster’ın ortaya ne denli kompakt ve bütüncül bir edebiyat çıkardığını da görünür kılar. Nitekim Leviathan (1992), Timbuktu (1999), Kehanet Gecesi (2003), Karanlıktaki Adam (2008), Görünmeyen (2009) gibi birçok kitapta bu tematik/yazınsal izlekler takip edilebilir.
Yakın dönem Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Paul Auster, kaleme aldığı romanlar, senaryo ve metinlerle kendisinden çokça söz ettirmiş ve ettirecek bir isim. Kendisine özgü, karakteristik bir edebiyat geliştiren ve uzun yıllara yayılan edebî serüveni boyunca bu tutumunu sürekli geliştirerek devam ettiren Auster, şüphesiz her zaman tutkulu bir yazar olarak anılmayı sürdürecektir.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***