MAHMUT AKPINAR | YORUM
Tekke ve zaviyelerin kapatılması, din eğitiminin yasaklanması ve baskı nedeniyle Tek Parti yıllarında dini eğitim ve faaliyetler kaçak, denetimsiz, standartsız yapılıyordu. Rejim “irtica” denilen çivili sopa ile dindarları sindiriyor, halkı sekülerleştirmek istiyordu. Müslümanlar çocuklarına İslamı öğretebilmek için türlü yöntemler geliştirdiler.
Çok partili sisteme geçilince din ve vicdan hürriyeti, dini eğitim konularında kısmi rahatlama oldu ise de irtica ithamı giyotin gibi toplumun tepesinde hep durdu. 28 Şubat gibi olağanüstü dönemlerde cemaatlere, tarikatlara, dindarlara düşman hukuku uygulandı, en temel haklardan mahrum bırakıldılar. Rejimi kontrol eden, kurumlar üzerinde etkin Kemalist zihniyet dindarlara cephe aldı, “Mustafa Kemal’in ülkesinde Tarikatlara yer yok, kapatalım!” söylemleriyle cemaatleri, tarikatları sürekli tehdit ettiler. Örgütlenme hakkının, din ve vicdan hürriyetinin kibirli ve baskıcı şekilde engellenmesi iki şeye sebep oldu:
- Dini faaliyetler yer altına indi, dindarlar devletten çekinerek farklı usuller geliştirdi
- Yasaklar, dayatma, dışlama AKP gibi din sömürüsü ile ayakta kalan siyasi hareketlere güç kaynağı oldu.
Demokrasinin, hukukun iyi-kötü çalıştığı olağan dönemlerde cemaatler ve tarikatlar geliştiler, genişlediler. 1980’li yıllara kadar cemaatlerin ve tarikatların kurumsal yapıları yaygın değildi. Faaliyetlerini daha gevşek örgütlenmeyle ve mütevazı şartlarda yürütüyorlardı.
Özal hükümetleri döneminde kurumsal ve kitlesel anlamda büyüdüler. Ama 28 Şubat uygulamaları dindarları tekrar tedirgin etti. Devletin, yasaların kendilerine eşit uygulanmadığını bir daha gördüler. Hukuka, adalete güvenleri tekrar zedelendi. Tehdit algılandıkları için faaliyetlerini örtülü ve dikkatli yapmaya çalıştılar. Zira bürokratik baskı, Kemalistlerin düşmanca tutumu demokratik haklarını kullanma imkanı vermiyordu. İbadetlerini yapmak, sakallı/başörtülü olmak, dini eğitim almış olmak, tarikat/cemaat aidiyeti dışlanma, etiketlenme sebebiydi.
28 Şubat süreci AKP’nin önünü açtı!
28 Şubat uygulamaları AKP’nin iktidara gelmesinde itici güç oldu. Kemalistlerin üsttenci tavrından, merkez sağ partilerin omurgasız duruşundan bıkan insanlar AKP’ye yöneldi. Uzun yıllar siyasete mesafe koyan cemaatler bile AKP’ye destek oldu. Zamanla İslamcı siyaset ile çoğu dini grup arasında simbiyotik ilişki gelişti, karşılıklı bağımlılık oluştu.
Cemaatler-tarikatlar irtica tehdidinden kurtuldu, AKP sadık seçmen kitlesine kavuştu. Erdoğan, onları kamu kaynaklarıyla besledi, alan açtı, mukabilinde biat istedi. İktidardaki yozlaşmayı görüp eleştirenleri ise düşman ilan etti. CHP’nin ve Kemalistlerin irtica histerilerinin sürmesi bu bağımlılığı iyice pekiştirdi.
Sol ve seküler kesim meseleye din ve vicdan özgürlüğü, ifade hürriyeti, örgütlenme hakkı çerçevesinde bakmadı. Toplumun yüzde 70’ini oluşturan muhafazakar insanların da talepleri, söz hakkı olduğunu kabule yanaşmadılar. Onları dışladı, aşağıladılar. 1930’ların baskıcı, dönüştürücü şartlarını dayatmaya kalktılar. Dolayısıyla cemaatler-tarikatlar, içe kapanmak, şeffaflıktan uzak durmak zorunda kaldı, dini istismar eden siyasi partilere mahkum ve mecbur oldular. Bu durum siyasi partiler kadar dini grupları da yozlaştırdı.
Oysa dini faaliyetler, hayır-hasenat çalışmaları denetime açık, töhmet ve suizandan uzak, güven verecek şekilde olmalıydı. Ancak katı laikçi uygulamalardan zarar görmemek için dini gruplar çoğu zaman yan yollardan yürümeyi, kayıt dışı kalmayı tercih ettiler. Bu durum denetimsizlik yanında etik problemleri, dual yaşamı doğurdu. Öte yandan kapalılık, bazı şeyleri saklama çabası sekülerlerin kaygılarını daha da artırdı. Tarikat ve cemaatlerin gizli gizli güçlenip ülkeyi İran’a çevirecekleri paranoyasına kapıldılar. Türkiye’nin İran olmamasının yolunun tasavvuf ekollerinin, geleneksel cemaat ve tarikatların İslamcı siyasetten bağımsız kalmasından geçtiğini bilemeyecek kadar gerçeklerden kopuktular. İdeolojik, şartlı yaklaşıyorlar, dindarları siyasi istismar ağına ittiklerini göremiyorlardı.
AKP iktidarı cemaatleri ve tarikatları kendisine bağımlı kılmak için yasal, şeffaf örgütlenmelerini, objektif denetlenmelerini istemedi. Ortaya çıkan istismarlarda, yolsuzluklarda yasaları uygulamak yerine, iktidara mahkum olmalarını sağlayacak şekilde onlara koruma sağladı, illegal işleri örtbas etti. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, hiçbir hukuk sisteminde affedilmeyecek çocuk tacizlerini bile yok saydılar. Çoçuk haklarını koruması gereken kadın bakan: “bir defadan bir şey olmaz!” diyerek dosyaları sümen altı etti. Ölümlü yangınları, ihmalleri kapattılar.
‘Laikler’ AKP zulmüne destek verdi
Açık, şeffaf, yasalara uygun çalışma talebi cemaat ve tarikatlardan da gelmedi. Çünkü Türkiye, yasaların keyfi uygulandığı bir düzene sahipti. Hizmet Hareketi AKP iktidarında şeffaflaşmaya çalıştı. Yasalara uygun kurulan ve işleyen kurumlar yanında, dernekleşti, sendikalaştı. Ama bunlar “terörist” ilan edilmeye, hapse atılmaya gerekçe yapıldı. Erdoğan rejimi “biat etmediler!” diye dernek üyeliğini, bankaya para yatırmayı, öğretmenlik yapmayı “terör suçu” saydı, 6 yıldan başlayan mahkumiyetler verildi.
Kemalistler, sekülerler, diğer toplum kesimleri bunlara ses çıkarmadı. İktidar işadamlarının servetlerini yağmalarken, binlerce okulu kapatırken Kemalistler suçun şahsiliği, mülkiyet hakkı, kanunsuz suç olmaması gibi en temel hukuk kurallarını görmedi, aksine Erdoğan’a destek oldular.
Peki, Türkiye’de demokratik dünyada olduğu gibi dini gruplar, cemaatler şeffaf, yasalara göre işleyen ve denetlenen hesap verebilir yapılara nasıl kavuşabilir?
Bu konuda hukuk sistemine, siyaset anlayışına, toplumsal düzene dair çok şeyler söylenebilir. Cemaatlere ve tarikatlara düşen görevler sıralanabilir. Bunları farklı makalelerde zaten yazdık.
Bu konuda oyun değişitirici (game changer) etki oluşturacak davranış seküler kesimlerin elinde. Eğer Kemalistler, sekülerler vakalarda sosyal/dini aidiyete değil, eyleme, suça odaklanırlarsa, olaya hukuki bakarsa tarikatların korkmasına, sağ siyasetin de onları istismarına sebep kalmaz. Cemaatlerden, tarikatlardan da elbette suçlular, yasaları ihlal edenler çıkar. Ama bir mason derneğinde, bir futbol kulübünde işlenen suçta aidiyete, sosyal yapıya değil, kişiye odaklanırken, hukuki düşünürken bir tarikatta meydana gelen olaya ideolojik bakıyor, toptan suçlamaya yöneliyorsanız, “kapatalım, yok edelim!” diyorsanız, tarikatlar-cemaatler sizden kendilerini koruma refleksine girerler. Faili ve eylemi değil, sosyal yapıdaki herkesi, herşeyi suçluyorsanız, ontolojik sorgulama yapıyorsanız, temel hakları bile dikkate almıyorsanız size ve hukukunuza güvenmezler. Kapalı kalmayı tercih ederler, adalet aramak yerine siyaset simsarlarına rehin olurlar.
Anayasa’ya uyun!
Anayasa ”Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. … ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.” dediği, örgütlenme hakkını tanıdığı halde, siz “yok etmekle” tehdit ederseniz demokrat ve adil olduğunuza ikna olmazlar. İşin özeti dini grupların Türkiye’de kapalı kalmalarının, yan yollardan dolaşmalarının, hesap verebilir yapılar kurmamalarının başlıca sebebi Kemalistlerin tehditkâr, radikal tutumlarıdır. Olaylara hukuki değil, ideolojik ve toptancı bakmalarıdır.
Sadece cemaatlerin/tarikatların değil, bütün sosyal grupların hatta ticari faaliyetlerin şeffaflaşması için öncelikle güven veren ve işleyen bir adalet düzeni olmalıdır, hukukun üstünlüğü tesis edilmelidir. Seküler ve dindar insanların yasalar önünde eşit, aynı yasalarla bağlı olduğunun kabullenilmesi gerekir. Dindarlar iktidar değiştiğinde zulme maruz kalmayacaklarından, haklarının savunulacağından emin olmalıdırlar.
Bir cemaatten, tarikattan çıkan suçluyu “mürteci-yobaz” ilan edip sosyal grubuyla birlikte linç ederken, Atatürkçülük etiketiyle suç işleyeni, istismar yapanı aynı yasalarla yargılamaz, ona “imalat hatası”, “tatlı kerata” diye bakarsanız, dindarları şeffaf, hesap verebilir yapılar kurmaya ikna edemezsiniz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***