(Serbest Görüş) – SERHAT AKINCI
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) kuruluşunun 104’üncü yılı büyük bir coşkuyla kutlanıyor. Gencinden yaşlısına milyonlarca insan, sabahın ilk ışıklarından itibaren TBMM’nin temelinin atıldığı noktalarda kutlamalarda bulundu. Gazi Mustafa Kemal önderliğinde meşalesi yakılan Meclis’in o dönemde iki temel özelliği vardı. İlki Kurtuluş Savaşını, Atatürk önderliğinde kazanıp Cumhuriyeti kuran bu Meclisti. Savaşın ikinci niteliğinden biri de işgalci güçlere karşı verilen anti-emperyalist yönüydü. Kurulan Meclis, manda ve himayeye kesinlikle karşıydı. Bundan ziyade kendi öz varlığına dayanarak kurulan bağımsız ve özgür bir Türkiye’ydi. Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, hayatları boyunca bu ülkü hedefine doğru ilerlediler. Bundan dolayı da TBMM’nin kuruluş yıldönümünü, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak ilan ettiler.
Yukarıda dile getirdim. TBMM kuruluş aşaması ve devamında Türkiye’nin kronik pek çok sorununa çözüm merkezi oldu. 1920 yılında başlayan demokratik ve hukuk devleti serüveni her yıl artarak devam etti. Çünkü halkın seçtiği vekiller, TBMM’nde seçildiği bölgenin temsilcisi oldu. Kendi şehrinin temel sorunlarını Türkiye’nin gündemine getirdi. Ve bir dönem TBMM ülkenin en önemli sorunlarına sayfalarca reçeteler hazırladı. Ancak…
Cümlemi ancak ile tamamladım. Maalesef, son birkaç yıl içerisinde TBMM, ülke sorunlarına çözüm merkezi yerine, adeta bir dinlenme noktası haline geldi. Özellikle milletvekillerinin TBMM’nde etkinliği azaldı. Bundan dolayı da şehirlerin sorunlarının Ankara’nın gündemine gelmesi de aksadı. Dedim ya, Meclis meşveret merkeziydi. İktidar ve muhalefet demeden, temel konular titizlikle incelenmeye alınırdı. Ancak son dönemde meclis, meşveretten tamamen uzak sadece el kaldırıp indirilen, parlamenter sistemin muallakta kaldığı görüntüden ibaret bir konuma getirildi. Hatta Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararlarının dinlenilmediği, ‘siz istediğinizi yapın biz arkadan kanunları çıkarırız’ diyen bazı siyasilerin söz yürüttüğü bir hale getirildi ne yazık ki. Kısacası inhisarı kuvvetten tamamen uzak kanunlar eşliğinde hukuk işletilmeye çalışılıyor. Her bir amil üzerine sayfalarca yazı yazacak kadar dertli ve ıstıraplıyız. Ama bugün meşveret üzerine bahis açmak istiyorum.
Hazreti Peygamber bir sözünde, ‘’İstişare eden haybet yaşamaz’’ diye buyurmuştur. Evet, insan sahip olduğu bilgi, yaşadığı tecrübe, zekâ derinliğiyle sınırlıdır. Bu noktada her zaman yanılıp, sürçüp hata yapabilir. İşte insan böyle su-i akıbete duçar olmaması için o işin ehli insanlarla istişare eder, meşveret oluşturur ise kolay kolay yanlışa düşmez, Peygamber Efendimiz’in beyanıyla haybet yaşamaz. Devlet yönetimleri de böyledir. Alınan her bir karar ve kanun, en ince detayına kadar o işin ehli insanlarla istişare edilir, fikir teatisi yapılırsa toplumun bütün katmanlarına bütün kesimlerine yansır. Bu şekilde mütalaa edilir, en nihayetinde kanun ve karar alınırsa, inhisarı kuvvetini kanunlardan alan adalet mekanizması da tam anlamıyla işler duruma gelir. Adalet mekanizmasının çalıştığı bir devlet de huzurun, sükûnun, sürurun, emniyetin, felahın, refahın hâkim olduğu bir belde haline gelirdi.
İttihat ve Terakki’nin güdümünde olan, maceraperest sözüm ona kahraman paşalarımızın yanlış içtihatlarından dolayı Kudüs harbini kaybedince, Osmanlı ordusu yaklaşık 550 km Kudüs’ten Adana’ya kadar geri çekilmek zorunda kaldı. 75 bine yakın esir, dünya kadar askeri teçhizat ve mühimmat İngilizlere bırakıldı. Şartları çok ağır Mondros Mütarekesi’ni mecbur imzalamak zorunda kaldı koca bir imparatorluk. Çanakkale harbinde dünyanın en güçlü deniz donanmasıyla 300 yakın gemiyle taarruz eden itilaf devletleri, Çanakkale’yi geçememişlerdi. Ama Mondros Mütarekesi’nden sonra ellerini kollarını sallayarak Çanakkale’yi geçmiş ve İstanbul’u işgal etmişti İtilaf devletleri. Bunun sonucunda İngilizler, İstanbul’daki Meclisi Mebus’u basmış, çalışamaz, meşveret yapamaz hale getirmişlerdi. Cumhuriyetimiz kurulmadan evvel Ankara’daki Millet Meclisimizde aynı düstur ile sınırlı akılların sınırsız fikirler ürettiği meşveretin, fikir teatisinin daha verimli yapılması için kurulmuştu. Fotoğrafta gördüğünüz üzere hattat Hulusi efendiye yaptırılan, Meclis kürsüsünün üzerinde yer alan Şura süresinin 38.ayetin yazılı olduğu levhanın izinde, İstanbul’daki düşman kuvvetlerinin muhbirlerinden uzak bir şekilde kurulmuştu. 1925 yılı sonbaharına kadar meclisimizde asılı kalan levhada şu ayet yazıyordu;
وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ
“Emruhum şura beynehum”
“Onlar işlerini istişare ile yaparlar”
1970 yılında bir mülakatında Demokrat Parti milletvekili olan Refik Koraltan o kutlu günü söyle anlatıyordu: 22 Nisan 1920 heyeti temsil adına Mustafa Kemal Paşa imzalı bir genelge çıkarılmış, genelge “bi’men-nihil Kerim” Allah’ın keremiyle, lütfuyla diye başlıyor ve Büyük Millet Meclisinin özellikle Cuma günü Ankara’da açılacağı cuma namazının Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınarak Kuran ve namazın envarından (nurlardan) yararlanacağı ifade ediliyordu. Namazdan sonra Peygamber Efendimizin “lihye-i saadet” sakalı şeriflerini ve sancağı şerif taşıyarak Meclise gidilecek ama içeri girilmeden önce dualar okunacak ve kurbanlar kesilecekti. Koraltan devam ediyor konuşmasına: O gün Hacı Bayram Camii yolu nasıl? Caddeler, meydanlar, pencereler tekbir sesleriyle inliyor! Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, la ilahe illallah ve Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, ve lillah’il-hamd”. Herkes böyle avazı çıktığı kadar bağırarak tekbirler getiriyordu. Bu şekilde camiye girdik, Mustafa Kemal Paşa da geldi. Hep beraber namaz kıldık, haydi “Allah kabul etsin” deyip yine tekbirlerle Meclise gittik, orada da hocalar toplanmış yüksek sesle dualar ediyorlardı.
23 Nisan 1920 böylesine “NURLU” bir gündü işte…!
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***