Siz bu satırları okurken 43. İstanbul Film Festivali’nde ödüller sahiplerini bulmuş olacak. Festival boyunca en çok merak edilen olan ulusal yarışmadaki filmleri kısaca değerlendirmeye çalıştım. Ama sonlara doğru gösterilen “Yurt”, “Bildiğin Gibi Değil” ve “Tereddüt Çizgisi” hakkında yazma fırsatı olmadı.
Bugün ilk iki filme dair kısa notlar düşerek festival yazılarını bitirelim. “Tereddüt Çizgisi”ni vizyona gireceği 3 Mayıs Cuma günkü yazıda değerlendireceğiz.
YURT
“Yurt”un yaratıcılarının Türkiye gösterimlerinde baş etmesi gereken şey, Venedik’teki prömiyerinden bugüne filme dair konuşulanlar arasında yer alan “cemaatlerin iç yüzünü gösteriyor” algısını değiştirmek olacak. Zira filmin böyle bir iddiası, niyeti ya da çabası yok. 28 Şubat 1997 ‘post modern darbesi’ öncesinde ülkenin içinde bulunduğu politik atmosferi fon olarak kullanan ve süreçten dolaysız biçimde etkilenen bir aileye mensup bir gencin büyüme sancıları üzerine film. Bunu da gayet iyi başarıyor.
“Yurt”a bir ‘kardeş film’ bulmaya kalksak “Okul Tıraşı” en uygunu olacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’de ‘eğitim sisteminin’ iki ucunda konumlanmış ama çok benzer bir ‘siyasi/ askeri’ disiplinle var olan ‘eğitim kurumları’ merkezde çünkü. Evet, birincisinde okul ikincisinde yurt mekan olarak seçilmiş ama ilkinde de hadisenin daha çok ‘yatılı’ kısımla ilgili olduğunu hatırlamakta yarar var.
Nehir Tuna, “Yurt”ta daha ‘sivil’ bir yerden bakmaya çalışıyor büyüme hikayesine. Aile ve bir cemaat anlatının önemli parçaları haline geliyor. Lise öğrencisi Ahmet ile bir cemaat yurdunda tanışıyoruz. Film hangi cemaate ait olduğunu belli etmese de rivayetler ‘Gülen cemaati’ olduğu yönünde! Ancak Ahmet özel bir okula gitmektedir. Bir süre sonra anlıyoruz ki, ailesi de gayet hali vakti yerinde bir aile. Öte yandan daha çok geçmiş fotoğraflarla anlatıldığı, babanın kimi sözlerinden çıkartabildiğimiz kadarıyla “tövbe etmiş” bir aile söz konusu. Aslında baba tövbe etmiş, anne uyum sağlıyor gibi. Cemaatin babayla kurduğu ilişkinin de parası için olduğu sezdiriliyor. Bilmemiz gereken bir diğer bilgi ise Ahmet’in bu cemaat yurdunda babasının zoruyla kalıyor olması. Ahmet bir yandan babasının bu baskısını krrmaya çalışırken diğer yandan da yurtta tanıştığı Hakan’la güçlü bir ilişki kuruyor.
Nehir Tuna’nın bir ilk filmde sıkça görmediğimiz kadar iyi yaptığı şeyler “Yurt”un kusurlu yanlarının ikinci planda kalmasına sağlamak için yeterli kanımca. Öncelikle bir büyüme hikayesinin yalnızca karakter ve onun içinde yer aldığı çekirdek üzerinden ele almıyor senaryo. Ülkenin politik olarak kırıldığı bir dönemde, benzer bir kırılmayı atlatmış bir ailede, aşırı disiplinli ve mutlak itaat talep eden bir mekanda yapılandırılan bir anlatı bu. Bu anlatının, aile ve cemaate dair olan kısımları ve Ahmet’in buralardaki konumlanışı gayet iyi işliyor. Ancak 28 Şubat’a giden yol ve sonrası bir fon olarak filmin tarihsel bir zemine oturmasında anlamlı olsa da karakterler ve genel hikaye üzerindeki belirleyiciliği kalıcı olamıyor.
Kimi meslektaşlarımın aksine, siyah beyaz başlayan filmin bir noktada renkli olduğu bölüme ikna oldum. Çünkü aslında Ahmet ve Hakan’ın da filmin anlatısından çıktığını, bir tür rüyayı, başka bir dünyada başka bir olasılığı yaşadığını hissettiriyor bize o bölüm. Baba baskısı, özel okuldaki laiklik hassasiyeti, cemaatin aşırı kuralcılığı gibi maddi koşullara bir de yaş gereği cinselliğin beden enerjisini yükseltmesi eklendiğinde bu kadar çok katmanın altından incelikli kalkamıyor yönetmen kimi yerlerde. Tepkilerini, öfkelerini olması gerekenden daha ‘aşırı’ izliyoruz kimi zaman karakterin, kör göze parmak anların sınırından dönülüyor kimi yerlerde.
“Yurt”, birkaç final yaparak bir öncesinin etkisini azaltsa da kanımca bugüne bağlanan, kendi deneyimini anlatan Nehir Tuna’nın değil belki ama filmin karakteri Ahmet’in bugününe dair de fikir yürütmemize olanak sağlayan bir noktada bitiyor yine de. Nehir Tuna, kimi zaman öngörülebilir, beklenen etkiyi yakalamaktan uzak olsa da filmin dokusuna, karakterin ve hikayenin ruhuna uygun olacağına inandığı bir görsel dilde tutarlı davranıyor. Bu da ne yaptığını bilen, yalnızca hikayenin değil onu anlatacak güçlü atmosferlerin de peşinde olan bir yönetmeni müjdeliyor.
BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL
İlk filmi “Borç” ile övgüler alan Vuslat Saraçoğlu’nun ikinci uzun metrajı “Bildiğin Gibi Değil” ise hikayesi ve oyuncularından alıyor gücünü. Saraçoğlu dar bir alana ve konuya sıkışmış gibi görünen hikayesini kardeşlik dinamiğinin gelgitlerini kullanarak genişletmeyi başarıyor çoğu yerde. Ölümünün ardından baba evinde yeniden bir araya geliyor üç kardeş. En küçükleri olan Remziye yıllar önce evlenmeyi bir kaçış olarak görüp kenti terk etmiş İzmir’de yaşamaktadır. Boşanmıştır ve anladığımız kadarıyla düzenli bir hayatı olduğu da söylenemez. Ortanca Yasin, üniversite okumuş işi gücü olan, bir kitabı yayınlanmış ve fakat kentle arası pek iyi değil. Tahsin ise evde kalmış, dükkanı işletmiş, önce anne sonra da babayla ilgilenmiş, evlenmiş ama tutunamamış bir çocuk babası büyük evlat.
Hikayenin geçtiği kent ise Tokat. Bu bilgi önemli çünkü Saraçoğlu yalnızca kentin aksanını değil, dinamiklerini de anlatının parçası haline getirmeyi başarıyor. Dolayısıyla herhangi bir ‘taşra kenti’nde değil Tokat’ta olduğunuz bilgisi karakterlere da hakim. Çok iyi yaptığı bir şey daha var yönetmenin, baba evini bir hafıza mekanı olarak kurmayı başarıyor. Üç kardeşin evdeki eşyalar, fotoğraflar ve hatıralar üzerinden geçmişe, birbirleri ve ebeveynleriyle olan ilişkilerine yolculuklar seyirci için çok tanıdık. Ayrıca kardeşlerin birbirlerine karşı duygu değişimlerinin hızını da iyi ayarlamış bana kalırsa. En nihayetinde kavga edip nefret ettiğin kişiyi, on dakika sonra hayatındaki en önemli insan olarak görebileceğin dipsiz bir kuyu kardeşlik!
Öte yandan üç kardeşin, babanın kaybı, kaybın nedeni, geçmişin birikimleri, mirasın paylaşımı gibi can sıkıcı konular arasında iyi hatıralara tutundukları bölümler hayli eğlenceli ve seyirciyi de içine alıyor. Bu ferahlatan anlardan, bir krizin içine düştüğümüz anlar ister istemez oyunca performanslarına çok ihtiyaç duyuyor. Ve bu geçişlerin sayısı arttıkça da aynı tonda kalmak zorlaşabiliyor. Tondan kastettiğim oyuncuların devamlılığı değil, filmin ‘kriz anlatısı’nın etkisini kaybetmesi. Karakterlerin film boyunca arada birbirlerine söyledikleri gibi ‘ya ne oluyor şimdi’ anı var bir iki tane. Bu gelgitli anlatı, üçlüyü bir arada getiren temel şeyi, babanın kaybının da arka planda kalmasına neden oluyor bir süre sonra. Yani kardeşler arasındaki gelgitler başlangıçta nasıl ki anlatıya bir dinamizm katıyorsa, özellikle ilk saatin ardından tekrarların artmasıyla bu yükseliş yerini yatay bir seyre bırakıyor film güç kaybetmeye başlıyor.
Tam da bu noktada Serdar Orçin, Alican Yücesoy ve Hazal Türesan’ın uyumundan büyük güç alıyor film. Kardeşler arası gerilimin yükseldiği kimi sahnelerde fazla coşkulu oynanmış birkaç an olsa da güçlü bir ansambl oyuncu kadrosu var diyebiliriz.
İstanbul Film Festivali Günlükleri: Entelektüel krizler!
Film Festivali Günlükleri 2: Aile çözülüyor!
Festival günlüğü 3: Hemşerim memleket nere?
Film Festivali Günlükleri 4: Duraklama dönemi!
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***