AHMET KURUCAN | YORUM
Bir önceki yazımda zekatın ibadet boyutu üzerinde detaylıca durup kamu maliyesini alakadar eden mali boyutuna geçmiştik. Son olarak zekat meselesinin fıkıh kitaplarımız içinde ibadetin yanı sıra “emvâl, haraç, ahkâm-ı sultâniye” gibi üst başlıklarda incelendiğini, bunun da bir cümle ile devlet vatandaş ilişkisini konu eden bölümler olduğunu yazmıştım. Devam edeyim.
Zekâtın hem tahsili hem de sarf yerlerini yani harcama kalemlerini anlatan ayet ve hadislere bir bütün olarak baktığımızda onun ferdi bir ibadet olmanın çok ötesinde kamusal bir ödev olduğu çıkarımını yapmak mümkündür. Bunun için ne İslam alimi ne de ekonomist olmaya ihtiyaç vardır. Kaldı ki Efendimiz (sas) dönemi tatbikatlarını da bunlara ilave ettiğiniz zaman benim “çıkarım” diye ifade ettiğim şeyi zihnimizde kesinleştiren uygulamalarla karşılaşırız.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; zekât İslam’da sadece bireysel bir ibadet değil aynı zamanda kamusal bir görevdir/ödevdir/yükümlülüktür. Günümüzde kullanılan tabirle ifade edecek olursak zekat -ibadet yönü her zaman mahfuz- vergi ile eş anlamlıdır.
Yalnız zekatın Efendimiz’in (sas) vefatı sonrasında başlayan ve günümüze kadar uzanan İslam toplumlarında ve devletlerindeki pratik uygulamalarına baktığımızda farklı bir durumla karşılaşırız. Şöyle ki, Efendimiz (sas), Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve kısmen Hz. Osman’ın hilafetinin erken dönemlerinde zekâtın tahsili ve sarf edilmesi tamamıyla kamu maliyesinin bir unsuru olarak devlet tarafından yerine getirilmiştir.
Tevbe suresi 60. ayette geçtiği üzere âmil adı verilen zekat tahsildarları -vergi memurları da diyebiliriz- bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak köy köy, kasaba kasaba, oba oba, kabile kabile dolaşarak zekatları tahsil etmiş ve bunları Medine’de beytü’l mal adını verdiğimiz devlet hazinesinin bulunduğu merkeze taşımışlar. Merkezi bütçede oluşturan bu paralar ve emtialar da ayetin ifade ettiği çerçevede devlet başkanı ve yetkili kişilerinin gerekli gördüğü yerlere harcanmıştır.
Fakat sebepleri adına İslam tarihi bilgilerine müracat etmemiz gereken kısmı atlayarak ifade edelim ki Hz. Osman iktidarının ilerleyen zamanlarında zekatın tahsili adına yeni bir düzenlemede bulunmuştur. O, kimler zekat verecek, hangi mallar zekata tabidir, hangi oranda verilecek gibi konularda önceki dönem uygulamalarını olduğu gibi almış ama tahsilatı noktasında kısmı bir değişikliğe gitmiştir. Malları ‘zahiri’ ve ‘batını’ mallar diye ikiye ayıran Hz. Osman zahiri malların zekatını tespit ve tahsilini yine zekat tahsildarları tarafından yapılıp merkezi bütçeye alırken batını mallar denilen süs ve zinet eşyaları gibi malların zekatlarını insanların vicdanlarına bırakmış ve onu kendilerinin yaşadıkları toplumda fakirlere, miskinlere, borçululara, kölelere vs. kendilerinin vermesini istemiştir.
Kim zengin, kim değil?
Burada dikkat edilmesi gereken şey şu; Efendimizin vefatından en az 15 yıl sonra sonra yapılan bu değişiklik değişen sosyo-ekonomik, politik ve kültürel yapı itibariyle belki de zaruret kapsamındaydı ama zekata tabi mallar, zekat oranı ve kim zengindir sorusuna cevap olabilecek hususlarda hiçbir değişikliğe gidilmemesidir. Aksine bunlar nass kabul edilerek “mukadderat-ı şer’iyye” adını almış ve içtihada kapalı sabiteler olarak yerli yerinde durmuştur. Halbuki nasıl zekata tabii malların tahsilinde zahiri ve batını mal diye bir ayırımla değişiklik yapılıyorsa, diğer hususlarda da bir değişiklik yapılabilirdi ve yapılmalıydı. Hatta o konular üzerinde değişiklik daha da elzemdi. Haydi diyelim ki sosyal hayatın durağanlığı sebebiyle o zaman ihtiyaç yoktu ve yapılmadı, aradan geçen 14 asır içinde de ihtiyaç olmadı mı? Bugün o ihtiyaç kendini göstermiyor mu?
Gösteriyor. Çünkü gelişen ve değişen sosyo-ekonomik ortamda zekata tabii mallar adına ortaya konan ölçüler zekatın asıl amacı olan sosyo-ekonomik adaleti sağlamada yetersiz kalıyor. Mesela Efendimiz döneminde “Kim zengindir, kim zekat verecek?” sorusunun cevabı olarak ortaya konan ölçü 20 miskal (85 gram) altın, 200 dirhem (595 gram) gümüş, 40 koyun, 5 deve, 30 sığır, zirai ürünlerde de 5 vesk (660 kg) iken, günümüzde de dahil olmak üzere bu oranlarda hala bir değişik yapılmış değildir.
Halbuki zenginlik nisabı/ölçüsü olarak bunların belirlendiği dönemlerde söz konusu malların ekonomik değeri üç aşağı beş yukarı aynıydı. Hayvancılık yapan ve 40 koyunu olan bir insan ticaret yapan, yıllık masrafları ve borçları düştükten sonra 85 gram altına sahip olan kişi ile hemen hemen aynı derecede zengindi. Ama değişen ve gelişen sosyo-ekonomik şartlar bunların ekonomik değerini değiştirmişti.
Söz gelimi bugün altınla gümüş arasındaki değer farkı 1/60 oranında olduğunu söylüyor uzmanlar. Efendimiz (sas) döneminde bu değer farkı 1/7 idi. Yani 85 gram altın ile 595 gram arasındaki oran 1/7 ama ekonomik değerleri eşit veya neredeyse eşit. Bu durumda 595 gram gümüşü olan insan eğer altını zenginlik nısabı olarak kabul edecek olursak zekat almaya hak kazanan bir fakir iken, gümüşü baz aldığınızda zekat verecek zengindir ki bunu hiçbir akl-ı selim kabullenemez.
Devam edeceğim…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***