DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM
Filistin’de soykırıma varan bir dram yaşanmasına rağmen Müslüman devletlerin tek örgütlü yapısı denebilecek İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) somut bir çabasının görülmemesi, Müslüman ülkelerin yaşanan felakete kayıtsızlığının ilginç bir örneğini oluşturuyor.
Düşüncenin ortaya çıkışı
Abdülhamit’in uyguladığı İslamcılık politikası ile “halifelik” kurumu sembolik de olsa dünyanın çeşitli yerlerinde etkili olmaya başlamıştı. Ancak o dönemde gerçekten bağımsız denebilecek sadece iki Müslüman devlet vardı: Osmanlı Devleti ve İran.
Dolayısıyla halifelik kurumu, daha çok sömürge yönetimleri altında bulunan Müslüman toplulukları hedef alıyordu. Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ekonomik güçsüzlüğü de bu ilişkilerin güçlenmesinin önünde büyük bir engel teşkil ediyordu.
İslamcılık politikasının en önemli boyutlarından birisi, İslam birliği ve Müslümanların kardeşliği üzerine bina edilmişti. Osmanlı Devleti de “halifenin gücünden yararlanmak amacıyla” I. Dünya Savaşı’na girerken “cihad fetvası” çıkarmış ve Mısır’dan Hindistan’a Afrika’dan Türkistan’a kadar işgal ve sömürge yönetimleri altındaki Müslüman toplulukları cihada davet etmişti. Ancak bu fetvanın etkisi çok sınırlı kalacaktır.
Zaten sınırlı etkisi olan İslam Birliği idealine ikinci büyük darbe ise Türkiye’nin 3 Mart 1924 tarihinde hilafete son vermesi oldu. Sonrasında hilafeti yeniden canlandırmak için birçok teşebbüs yapılsa da hiçbiri Müslüman topluluk ve devletlerden yeterince destek alamadı.
İslam dünyasının birliği ve halifelik meselesini görüşmek üzere 1926 yılında çeşitli Müslüman ülkelerin katılımıyla önce Kahire’de sonra da Mekke’de “İslam Kongresi” adıyla toplantılar yapıldı. Mekke’deki kongrede “Mü’temerü’l-âlemi’l-İslami” adıyla bir teşkilat kurulması kararlaştırıldı. Bu teşkilatın her yıl hac zamanında toplanması kararlaştırılsa da ilk toplantı 1931’de Kudüs’te yapabildi.
Kudüs’teki kongrenin toplanmasının önemli bir nedeni de Kudüs İslam Meclisi Reisi Emin el-Hüseyni ve arkadaşlarının Filistin meselesine Müslüman dünyanın dikkatini çekmek istemeleridir. O yıllarda Filistin’i ellerinde bulunduran İngilizler, kendi güvenliklerine ya da dost devletlerin içişlerine karışacak konuşmalara müsaade etmeyeceklerini belirtmiş, Müftü el-Hüseyni de bu hususta güvence vermişti.
Kongrede hilafet meselesinin gündeme geleceği hususu da Türkiye ve Mısır’ın tepkisine yol açtı. Hatta bu nedenle, son halife Abdülmecid Efendi hayatta olmasına rağmen kongreye davet edilmedi. Buna karşılık Ürdün, Irak ve Kuveyt yönetimlerinin kongreye destek verdiği görülmektedir.
Kongreye 22 farklı ülkeden 141 kişi katıldı. Kongrede Kudüs’te Mescid-i Aksa Üniversitesi kurulması, bir merkez büro ve ona bağlı şubelerin oluşturulması, bu büroların hutbeler, konferanslar, kitap ve dergiler yayınlaması ve İslam ahlakına uygun sinema filmleri çekmeleri kararlaştırıldı.
Kongrenin aldığı siyasi kararlar ise şunlardı: Dünyanın her yerinde Müslümanların maruz kaldığı her türlü sömürüye karşı çıkılması, Filistin’in Müslümanlara ait bir mekân olduğu ve Balfour Deklarasyonu ve İngiliz manda yönetiminin kurulmasına dair bütün kararların reddi.
Uygulamalara bakıldığında hedeflenen üniversite gerekli finans bulunamadığından kurulamamıştır. Kongrenin tek önemli faaliyeti, Suudilerle Yemen hâkimi İmam Yahya arasındaki savaşı sona erdirmesi olmuştur.
Kongrenin Kudüs merkezli olarak faaliyet göstermesi ve daha çok Araplar merkezli hareket etmesi âtıl kalmasına yol açtı. 1937’de El-Hüseyni’nin Filistin’den ayrılmasıyla da tarihe karıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir taraftan birçok Müslüman topluluk zaman içinde bağımsızlığını elde ederken diğer taraftan da “iki kutuplu bir dünya” ortaya çıktı. Bu dönemin diğer özelliği ise yeni bağımsızlıklarını elde eden üçüncü dünya ülkelerinin de yaşadıkları sorunlara çözüm için örgütlenme ihtiyacı duymalarıydı.
Bu yıllarda Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması süreci adım adım işlemekteydi. Bunun sonucunda 1948’de İsrail devleti kurulurken Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetleri üç yönden yaptıkları saldırıyla başlattıkları 1948 savaşını kaybettiler.
Mekke’deki kongrede oluşturulan Mü’temerü’l-âlemi’l-İslami, 1949 ve 1951’de Karaçi’de toplandıysa da 1962’ye kadar bir daha toplanamadı. 1962’de Bağdat’ta, 1964’te de Mogadişu’da toplandı. Bu sırada 1962’de Suudi Arabistan tarafından daha çok “İslamiyetin tebliği” amacına yönelik olarak “Râbıtatü’l-âlemi’l-İslami” kuruldu.
Kuruluş ve örgütlenme
Halifeliğin kaldırılması sonrasında Müslümanların birlik ve beraberliği adına ortaya çıkan bütün teşebbüsler ya kısa süreli olmuş ya da çok sınırlı kalmıştı. İşte bütün Müslüman ülkeleri kapsayacak böyle bir teşebbüs fikri, 1965’te Mekke’deki Râbıtatü’l-âlemi’l-İslami toplantısında ortaya atıldı. Fikrin sahibi ise Nijerya Başbakanı Ahmed Bello idi.
Suudi Kralı Faysal ve Fas Kralı II. Hasan da bu teklifi desteklediler. Faysal bu tezi uluslararası arenada Müslüman ülkelerin birlikte hareket etmeleri için “İslam birliği” fikrini öne çıkararak destekledi hatta çeşitli Müslüman ülke liderleriyle görüşmeler yaptı.
Bu gelişmeler yaşanırken Araplar, 1967 yılında İsrail’le bir kez daha savaşa girdiler. “Altı Gün Savaşı” denilen bu savaşta Mısır, Suriye ve Ürdün, İsrail karşısında büyük bir mağlubiyete uğradılar.
Bundan iki yıl sonra İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksa, “Mesih’in ikinci defa gelmesi için” radikal bir Avustralyalı Hristiyan olduğu belirtilen Denis Michael Rohan tarafından kundaklandı ve duvarlarda hasarlar oluştu. “Akıl hastası” teşhisi konan Rohan, psikolojik tedavi için Avustralya’ya gönderildi.
Bu hadise üzerine Ürdün Kralı Hüseyin, 1945’te kurulmuş olan Arap Birliği’ni olağanüstü toplantıya çağırdı. Kahire’de yapılan toplantıda da Asya ve Afrika’daki Müslüman ülkelerin de katılacağı bir İslam zirvesinin toplanması kararlaştırıldı.
Rabat’ta toplanan zirvede alınan karar doğrultusunda da 1970’te Cidde’de İslam ülkelerinin Dışişleri bakanları bir araya geldiler. Burada alınan kararlara göre; İslam ülkeleri arasında iş birliğini sağlayıp ilişkileri koordine edecek bir sekreteryanın kurulması kararlaştırıldı. Sekreteryanın merkezi Kudüs kurtarılıncaya kadar Cidde olacaktı.
1972’de Cidde’de toplanan III. Dışişleri Bakanları Zirvesi’nde de konferansın kuruluş belgesi kabul edilerek İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) resmen faaliyete geçmiştir. Kuruluş belgesinde ayrıntılı bir şekilde teşkilatın temel amaçları ortaya konulmuştur.
Teşkilatın temel amaçları arasında; “üye devletler arasında dayanışma ve iş birliğini geliştirmek, ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel alanlarda iş birliği yapmak, ırk ayrımını, eşitsizliği, sömürgeciliği ortadan kaldırmak, dünya barışına katkı yapmak ve mukaddes beldelerin korunması hususunda birlikte hareket etmek” yer almaktaydı.
Ayrıca Müslüman halkların bağımsızlığı ve haklarını elde etmeleri için çalışmalar yapmak ve onlara yardım etmek ve Filistin halkının mücadelesini destekleme hususuna vurgu yapılmıştı.
Bütün bunlar yapılırken üye devletler birbirlerinin toprak bütünlüğüne, bağımsızlıklarına saygı gösterecekler, iç işlerine karışmayacaklar, aralarındaki anlaşmazlıkları şiddete başvurmadan barış yoluyla çözeceklerdi.
Teşkilatın en yüksek karar mercii, devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı ve İslam Zirvesi olarak adlandırılan toplantıydı. Bu toplantının üç yılda bir yapılması kararlaştırılmıştı. Ancak bu toplantıların periyodunun farklı olduğu görülmektedir. Bazen de olağanüstü toplantılar yapılmıştır.
İkinci önemli organ ise Dışişleri Bakanları Konferansıdır. Yılda bir defa toplanan bu konferans, üye ülkelerden üçte ikisinin çağrısıyla olağanüstü de toplanabilir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın daimî organı ise merkezi Cidde’de bulunan genel sekreterliktir.
Genel sekreter, üye ülkelerin dışişleri bakanları tarafından dört yıllığına seçilmektedir. Sekreter; üye devletler arasında görüş alışverişini, iş birliğini, haberleşmeyi sağlar ve alınan kararların uygulanmasını takip eder. Genel sekreterler şimdiye kadar Gine, Malezya, Mısır, Fas, Nijer, Pakistan, Senegal, Tunus ve Suudi Arabistan’dan seçilmiştir.
Türkiye’den de Ekmeleddin İhsanoğlu, 2004-2014 arasında bu görevi üstlenmiştir. Şu anki genel sekreter Çad’dan Hüseyin İbrahim Taha olup görevi 2025’e kadar devam edecektir.
Türkiye her ne kadar teşkilatın kuruluşunu yakından takip edip temsilci gönderdiyse de ancak 1976 yılında İstanbul’da yapılan dışişleri bakanları toplantısında üyelik talebini resmiyete dökmüş ve başvuru onaylanmıştır. Fakat Anayasaya göre TBMM’den geçmesi gereken üyelik şartı bugüne kadar yerine getirilmemiştir.
Bunda Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden laik devlet yapısının etkili olduğu anlaşılmaktadır. O dönemin birçok politikacısı ve askerler, İİT’ye üyeliğe karşı çıkmışlar ve Türkiye’nin TBMM’de kanunlaşmadan İİT’ye üye olmasını eleştiren yayınlar yapılmıştır. Buna rağmen tam üyelik sonrasında Türkiye, teşkilatta önemli bir konum üstlenmiştir.
Ne işe yaradı?
Bugün teşkilatın 57 üyesi olup KKTC (Kıbrıs Türk Devleti adıyla), Bosna-Hersek, Tayland, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Rusya da gözlemci statüsüne sahiptir.
Teşkilat ilk kuruluşundan itibaren çeşitli uluslararası meselelerde aktif olarak rol almaya çalışmıştır. Günümüzde BM’den sonra en çok üye devletin bulunduğu örgüt olan İİT, geniş bir coğrafyaya yayılmış üye yapısı ve dünyadaki bir milyardan fazla Müslümanı temsil eden küresel bir örgüt olarak dikkat çekmektedir.
Buna karşılık üye ülkelerin farklı siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılara sahip olması, örgütün karar alma mekanizmasının hantallaşmasına ve uluslararası platformlarda etkili bir güce sahip olamamasına yol açmaktadır. Bu durum ilk kuruluşundan günümüze kadar devam etmiş ve teşkilat, AB ya da BM gibi bir konuma ulaşamamıştır.
Teşkilatın kuruluşunda etkili olan Filistin sorunu teşkilatın varlığına rağmen daha da kötüleşmiştir. İsrail’in Filistin topraklarındaki yayılması engellenememiş, Filistin halkının dramına bir çözüm bulunamamıştır. İİT’nin bu konudaki faaliyetleri politik ve diplomatik gayretlerden ibaret kalmıştır.
İİT Filistin meselesini temel amaç olarak benimsemiş, örneğin Mısır’ı İsrail’le yaptığı Camp David Antlaşması sonrasında örgütten ihraç etmiştir. Buna karşılık örgütün Filistin sorununun çözümüne dair bir planı bile olmadığı görülmektedir.
Örgüt, Bangladeş’le Pakistan arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasında, FKÖ ile Ürdün arasında barışın sağlanmasında etkili olsa da ülkelerin farklı yapıları nedeniyle Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinde ortak bir tavır sergileyememiş, ABD’nin Afganistan işgalini ise kınamakla yetinmiştir.
Örgütün diğer başarısız olduğu konu ise İran-Irak Savaşı’dır. 1980-1988 arasında yaşanan ve bir milyon insanın hayatını kaybettiği bu savaşta İİT’nin faaliyetleri sınırlı kalmış ve savaşı durduramamıştır.
Benzer bir örnek Yugoslavya’nın dağılması sonrasında yaşanan Bosna Savaşı için de söylenebilir. Burada da İİT, birçok girişimde bulunduysa da çözüm ABD öncülüğündeki müdahale ve onun girişimiyle yapılan Dayton Anlaşması olmuştur.
İİT’nin etkili olamadığı sorunlar arasında Irak’ın Kuveyt’i işgali (1991), Keşmir’in statüsü sorunu gibi konular da vardır. Örgütün bu tür konulardaki girişimleri diplomatik teşebbüslerden öteye gitmemekte, bir yaptırım kararı alıp uygulayamadığından teşebbüsler sembolik kalmaktadır.
Filistin’de yeniden başlayan İsrail saldırıları üzerine dönem başkanı Suudi Arabistan’ın davetiyle 11 Kasım 2023’teki İİT toplantısında yaşananlar, örgütün sorunların çözümünde neden etkili olamadığının somut bir örneğidir.
Bu toplantıda İsrail’e karşı bazı somut tedbirlerin alınarak üye devletlerin caydırıcı bir rol üstlenmesi gündeme gelmişti. Bu çerçevede bölgedeki Amerikan üslerinin kullandırılmaması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin kesilmesi, petrol ambargosunun uygulanması gibi teklifler görüşülse de başta Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas’ın karşı çıkması nedeniyle herhangi bir somut adım atılamadı.
Dolayısıyla İİT, şimdiye kadarki sorunlarda olduğu gibi çeşitli menfaat ilişkileri yüzünden varlık sebebi olan “Filistin sorununda” bile herhangi bir yaptırım kararı alamadı. Örneğin “petrol ambargosu” kararı bütün dünyanın Filistin’de yaşanan insanlık dramının sona ermesine odaklanmasını sağlayabilirdi. Ancak ülkelerin menfaat ilişkileri böyle bir kararı engelledi.
Benzer bir örnek kuşkusuz Türkiye için de verilebilir. “Kudüs’ü, Filistin’i dillerinden düşürmeyen” hatta yerel seçimlerde bile Filistin istismarını sürdüren AKP Türkiye’sinde Filistin’deki bu drama rağmen İsrail’le ticaretin zirve yaptığına dair birçok bilgi bulunmaktadır.
Bütün bunlar İİT’yi oluşturan ülke yönetimlerinin Müslüman toplulukların sorunlarının çözümünde “samimiyet testini” geçemediklerinin somut kanıtlarıdır. Bu durum İİT’nin dışarıdan bakıldığında çok güçlü bir örgüt olarak gözükse de “bir yardımlaşma kurumu” olmaktan öte gidemediğini göstermektedir.
Kaynaklar: Beyaz, Y. (2018), “1931 İslam Kongresi’nin Etkileri ve Türkiye’ye Yansımaları“, Journal of Islamicjerusalem Studies, S. 18, s. 35-56; Dursun, D. (2001), “İslam Konferansı Teşkilatı”, DİA, C. 23; s. 49-53; Alpkaya, G. (1991), “Türkiye Cumhuriyeti, İslam Konferansı Örgütü ve Laiklik”, AÜ SBF Dergisi, C. XLVI, S. 1-2, s. 55-68; İlhan, A. (2019), Türkiye’nin Dış Politikasında İslam İşbirliği Teşkilatı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi SBE Doktora Tezi, Ankara, 2019;
https://www.mfa.gov.tr/islam-isbirligi-teskilati.tr.mfa (6.3.2024);
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***