YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Zamanın değişmesiyle birlikte İslâmî ilimlere dair bir kısım konular da güncelliğini kaybetmiştir. Geçmiş asırlarda üzerinde uzun uzadıya mütalaalarda bulunulmuş, ulema arasında hararetli tartışmalara yol açmış öyle konular vardır ki bunların günümüz insanı açısından büyük oranda güncelliği kalmamıştır. Mesela kelam ilmi açısından, Kur’ân’ın mahluk olup olmaması, cevher-araz tartışmaları, ilâhî isimlerin Cenab-ı Hakk’ın Zatının aynı olup olmaması gibi konular bu cümledendir. Buna karşılık bazı konular da vardır ki geçmişten bugüne güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, hatta önemi daha da artmıştır. İşte nedensellik ilkesi (illiyet, sebeplilik, determinizm, kozalite) bunun en güzel örneklerinden biridir ve bu konu daha uzun yıllar insanlığı meşgul edecek gibi görünmektedir.
Nedenlere ve nedensellik ilkesine yönelik ilk defa presokratik filozoflar tarafından ileri sürülen ve Aristo ile daha da önem kazanan görüşler, İslâm uleması tarafından çok daha geniş ve sistematik olarak ele alınmıştır. Başta kelamcılar olmak üzere, İslâm filozoflarının ve bir kısım sûfilerin konu etrafında yaptıkları tartışmalar, ortaya koydukları analiz ve sentezler, günümüze kadar etkisini devam ettirmiştir. İslâm düşünce geleneğinde konu etrafında zengin tartışmalar yapılmış ve birbirinden farklı görüşler ortaya çıkmış olsa da genel hatlarıyla kelamcıların görüşlerini İmam Gazzalî’nin, İslam felsefecilerinin görüşlerini İbn Sina ve İbn Rüşd’ün, tasavvufçuların (özellikle vahdet-i vücut geleneğinin) görüşlerini de İbn Arabi’nin eserlerinden takip etmek mümkündür.
Nedensellik konusu, İslâm uleması tarafından dile getirilen görüş ve yorumlar ölçüsünde detaylı ve derinlikli olmasa da Batılı düşünür ve filozofları da ciddi meşgul etmiştir. Özellikle John Lock, David Hume, Emile Boutroux, Nicholas D’autrecourt, Berkeley, Malebranche ve Kant gibi filozofların nedensellik ilkesine yönelik eleştirileri ve cebri determinizme aykırı görüşleri konu etrafında ortaya çıkacak hararetli tartışmaların fitilini ateşlemiştir. Nedenselliğin doğasına yönelik din ve felsefe tarafından yürütülen metafizik içerikli tartışmalar hâlâ aktüalitesini korusa da günümüzde bu konunun daha çok maddî ve mekanik yönüyle bilim adamları, özellikle de fizikçiler tarafından ele alındığını da belirtmek gerekir.
Din açısından nedensellik niye önemlidir?
Peki, konunun ilâhiyatçılar olarak bize bakan, yani dini ilgilendiren yönü neresidir? Günümüzde din etrafında yürütülen tartışmaların neredeyse tamamının bu konuyla alakası olduğunu söylesek herhalde abartmış olmayız. Konu öncelikle varlık ve oluşun mahiyetiyle, yaratmayla, Allah’ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıyla, Allah’ın varlık üzerindeki tasarruf ve tecellileriyle doğrudan alakalıdır. Deizm düşüncesi de varlık ve oluşun mahiyetine, bunların Allah’la münasebetine dair getirilen izahlara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı şekilde sebeplerin yaratıcısının Allah olduğunu dile getirmek bir yönüyle “kötülükleri” de O’na atfetme anlamına gelebileceği için, konunun kötülük sorunuyla da (teodise) doğrudan alakası vardır.
Nedensellik konusu, sadece kâinatta cari olan olaylar arasında düşünülmediği, insan iradesi ile bu irade neticesinde ortaya çıkan fiillerin mahiyetini de kapsadığı için, bu konu doğrudan insan özgürlüğünü de ilgilendirir. İnsanın ne kadar özgür olup olmadığını, onun eylemde bulunabilme kapasitesini konuşmaya başladığımızda ise aynı zamanda ahlâkın da alanına girmiş oluruz. Zira insanın, ortaya koyduğu eylemlerden sorumlu tutulabilmesi için ona seçim hürriyetinin tanınması gerekir. Bu açıdan determinizm ve nedensellik ilkesini özgür irade sorunu açısından ele alan çok sayıda çalışma yapılmıştır.
Özellikle günümüzde din-bilim ilişkisi tartışmalarının tam merkezinde nedensellik problemi vardır. Zira bilim yapmayı mümkün kılan şey, kâinatta cari olan sebep-sonuç münasebetleridir, günümüzde tabiat yasası denilen düzenliliklerdir. Aynı koşullarda aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağı beklentisidir ki bilim adamları için öngörüde bulunabilmeyi, bilimsel teoriler geliştirebilmeyi, icatlar yapabilmeyi mümkün kılar. Mesela tıp alanında hastalıkların sebepleri bulunduğunda bunlara yönelik ilaçlar geliştirilir. Dolayısıyla genel itibarıyla modern bilim adamları, sebepler de dahil her şeyin Allah tarafından yaratıldığına, sebep ve sonuçlar arasında zorunlu bir ilişkinin bulunmadığına yönelik izahları sorunlu bulur, bu tür bakış açısının bilimsel düşünceye aykırı olduğunu öne sürerler.
İslâm ulemasının nedensellik konusunu ele alırken onunla ilişkilendirdikleri en temel konulardan biri de mucizelerdir. Zira koyu determinist bir evren tasavvurunda mucizelere yer kalmaz. Bunların yanı sıra nedensellik konusunu izah şeklimiz; âlemin kıdemi, kader, dua, tevekkül, hüsün-kubuh gibi konulara bakışımızı ve tarih algımızı da etkileyecektir. Kısacası, bu konu, Allah telakkisiyle, bir bütün olarak varlık tasavvuruyla, insan-varlık-Allah ilişkisiyle alakalıdır.
Bütün bu izahlar bazılarına fazla teorik gelebilir. O yüzden meseleyi biraz daha müşahhas hâle getirebilir ve İslâm âlimlerinin bu konu etrafında şu gibi sorulara cevap bulmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz: Koskoca bir varlık âlemi nasıl ortaya çıkmıştır? Aynı cins atomlardan (cevherlerden) farklı cisimler nasıl oluşmuştur? Tabiatta meydana gelen olaylarda Allah’ın rolü nedir? Tabiatta gözlemlenen düzen, varlığını neye borçludur? Kozmik evrendeki neden-sonuç ilişkileri zihinsel bir kabul müdür (epistemolojik midir), yoksa varlıkların doğasından mı kaynaklanmaktadır (ontolojik midir)? Mucizeler nasıl ortaya çıkmıştır? İnsan kendi fiillerinin yaratıcısı mıdır? Küllî irade ile cüzî iradenin ilişkisi nedir?
Bir Şirk Çeşidi Olarak Esbabperestlik
Nedensellik konusunu bir mü’min açısından daha da önemli hâle getiren nokta ise onun tevhid ve şirkle olan yakın ilişkisidir. Zira sebeplere bakışta dengeyi koruyamayan bir insan esbabperest olabilir. Esbabperest, sebeplere tapan demektir. Putperest dediğimizde putlara tapan kimseleri kastederiz. Puta tapmanın ise çok farklı şekilleri vardır. Putlara ulûhiyet ve rububiyet atfetme, tazim ü tekrimde bulunma, dilek ve istekleri onlara arz etme, onlar için sunaklar sunma, kurbanlar kesme, ziyafetler verme, özel ziyaretler gerçekleştirme, onları tavaf etme gibi davranışların her biri puta tapıcılıktır, yani şirktir.
Esbabperestlik (sebeplere tapmak) denildiğinde de onlara bir nevi rububiyet atfetme, Allah’ı bırakıp onları dayanılıp güvenilecek bir merci görme, onların, sonuçlar üzerinde etki ve tesir gücü olduğunu düşünme, yani onlara bir nevi yaratıcılık atfetme gibi manalar anlaşılır. Oysaki Bediüzzaman’ın ifadesiyle İslâmiyet, tevhid-i hakikî dini olduğu için her türlü vasıta ve sebebi reddederek hâlis bir ubudiyet tesis eder. (Bediüzzaman, Mektubât, s. 491) Tabiatı icat eden ve sebepleri yaratan bir Kadîr-i Mutlak vardır. Onun ne ihtiyacı vardır ki aciz vesileleri rububiyetine ve icadına ortak kılsın. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 232)
Dolayısıyla bir mü’minin tevhid inancını koruyabilmesi, yani Cenab-ı Hakk’ın mutlak ve aşkın birliğine inanması, sebepler perdesini yırtarak veya aşarak onların arkasında icraatta bulunan kudret elini görebilmesine; bu da varlık ve olaylara mana-yı ismiyle, yani bizzat kendileri hesabına değil, mana-yı harfiyle, yani Allah hesabına bakabilmesine; bu da aklını kullanmasına, varlık üzerinde tefekkürde bulunmasına bağlıdır.
Sebepler dünyasında yaşayan insanlar genelde zahire aldanırlar, gördüklerine inanırlar, duyularına güvenirler. Meyveyi gördüğünde ağacı hatırlar, bala bakınca arıyı düşünür, sütün kaynağı olarak hayvanı görür. Yağmurun yağmasını, bulutların oluşmasını, yaprağın düşmesini hep zahiri sebeplerle izaha kalkışır. Baş döndürücü güzellikleri, hikmetli neticeleri, düzenli işleyişleri, ahenkli birliktelikleri, güçlü münasebetleri bir kısım yasalara bağladığında izah ettiğini zanneder; özellikle de pozitivizm ve natüralizm etkisinde kalan günümüzün modern insanı. Dolayısıyla tabiata yüzünü çevirip baktığında, ondaki oluş ve bozuluşların, değişim ve dönüşümlerin tıpkı bir fabrika veya saat gibi belli bir mekanizmaya bağlı olarak, muayyen sebep-sonuç döngüleri içinde kendi kendine işlediğini zanneder.
Niye hayret ve hayranlık duygularını kaybettik?
Varlığa böyle bakan bir insanın Allah’a şükür duygularıyla dolması mümkün müdür? Acıkmasını da doymasını da, hastalanmasını da şifa bulmasını da, hüznünü de sevincini de, ihtiyarlamasını da ölmesini de belli sebeplere bağlayan bir insan niye Allah’a hamd ü senada bulunsun ki! Yediği, içtiği, giydiği, kullandığı, sahip olduğu şeyler belli sebeplere müracaat etmesi neticesinde onların eliyle kendisine ulaşıyor, takdim ediliyorsa niye Allah’a minnet duygularıyla dolsun ki!
Kâinatta dönen dolapların, işleyen çarkların Allah’ın yaratma ve icadıyla meydana geldiğini göremeyen bir insanda hayret ve hayranlık duygusu oluşur mu? Albert Einstein’a atfedilen şöyle bir söz var: “Hayatınızı yaşamanın yalnızca iki yolu vardır: Sanki hiçbir şey mucize değilmiş gibi veya sanki her şey mucizeymiş gibi.”
Varlığı ve olayları sebeplere bağlayan ve alışkanlıklarının kurbanı olan bir kimse için ne yazık ki her şey sıradanlaşıyor, normalleşiyor. Kocaman bir ağacın sebebi olarak çekirdeği, mükemmel bir canlının sebebi olarak sperm ve yumurtayı, yağan yağmurun sebebi olarak atmosferik olayları gören bir kimse söz konusu basit sebeplere bakarak bu kompleks olayları anladığını ve açıkladığını sanıyor, gözü önündeki baş döndürücü mucizeleri sıradanlaştırıyor.
Daha da ötesi, zahiri sebepleri hakiki müessir zanneden biri, Allah’a dua etme ihtiyacı hisseder mi? Dua etse bile yaptığı duaların kabul olacağına ne kadar inanır? Şayet insanın başına gelen olaylar zorunlu bir nedensellik ilkesi çerçevesinde meydana geliyorsa dua etmenin bir anlamı kalır mı?
Bütün bunlardan sonra şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz: Günümüzün en büyük şirk unsuru sebepler olduğu gibi, bugünün insanının en büyük imtihanı da sebeplerledir. Sebepler natüralist ilim anlayışının da etkisiyle öyle kalın bir perde, hatta aşılmaz birer duvar hâline gelmiş ki çokları onlara takılıp kalıyor ve ötesine geçemiyor. Enfüsî ve âfâkî âlemde tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfedemiyor. Her gün şahit olduğu binlerce mucize karşısında meraka kapılmıyor, hayret yaşamıyor, kendinden geçmiyor, bunları evirip çeviren ilâhî irade ve kudret karşısında takdir hislerini ortaya koymuyor, koyamıyor.
Bu genel girişten sonra gelecek yazılarda konunun detaylarına inmeye çalışacak ve bir sonraki yazıda neden ve nedensellik kavramlarını ele alacağız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***