Abdullah EZİK
Modernleşen yaşantıda bireyin görünürlüğüne yönelik pratiklerin artışı kamusal alanın taklit, gösteriş ve ahlaki zaaf ile birlikte düşünülen bir “sahne” olarak algılanışına neden olurken bir yandan da ahlaki normların ve mahremiyetin kaybı endişelerine yol açıyor. Türk toplumunun erken modernleşme sürecinde yazılmış romanlarda, kamusal yaşamın ve sosyalleşme pratiklerinin bir yandan arzuyu inşa eden aslî unsur oluşu, diğer yandan ise ahlak ve samimiyeti yıkmaya yönelik bir tehlike olarak algılanışı ortak bir izlek.
İmren Gece Özbey, Türk Romanında Kamusallık: Algı, Deneyim, Endişe (1873-1950) başlıklı bu çalışmasında, Türk toplumunda modern kamusallığın inşasına tarihsel bir çerçeve çizilerek modern Türk edebiyatının ilk seksen yılından seçilmiş örnekler “kamusallık endişesi” kavramı etrafında inceliyor.
Kitapta, romanlarda kamusallık ve mahremiyet kodlarının peşinden gidilerek endişenin izi sürülürken bir yandan da modernleşen kamusal yaşamın bireyin davranışı üzerindeki etkileri, kamusallığın inşasında görme ediminin, teşhir ve seyir olgularının yeri, kamusal mekânın bir performans alanı olarak kurgulanması gibi meseleleri tartışmaya açıyor.
İmren Gece Özbey’le “kamusallık”, “algı”, “deneyim” ve “endişe” gibi kavramlar üzerinden Türk modernleşmesi ve edebiyatı üzerine konuştuk.
Türk Romanında Kamusallık: Algı, Deneyim, Endişe (1873-1950), öncelikle merkezine aldığı “kamusallık”, “kent” ve “modernite” kavramları ile dikkat çeken bir çalışma. İlk olarak kitabın merkezinde yer alan “kamusallık” ifadesi tam olarak neyi karşılar ve siz bu kavramı nasıl bir konsept bağlamında ele aldınız?
Kamusallık kavramı sosyal bilimlerin birçok disiplininin kullandığı, referans alanı geniş bir kavram. Benim çalışmamda ise kamusal alana sosyallik modeli çerçevesinde yaklaşılıyor, dolayısıyla kamusallık bireyin mahremiyet alanının dışında, yani aleniyet ve sosyal etkileşim alanında gelişen ve modernleşmeyle birlikte dönüşmeye başlayan deneyimini imlemek için kullanılıyor. Kamusal yaşamın genişlemesi ve anlam değiştirmesi modernleşen yaşantının önemli bir yönü ve modern kamusallık deneyiminden bahsetmek ise elbette bireyin “evin dışında” olma halinden yani mekânsal bir deneyimden çok daha fazlasına mercek tutmayı gerektiriyor. Bu yüzden de çalışmamda kamusallık kamusal alanda bulunma halinin ötesinde burada bulunmanın gerekliliklerine ve toplumsal/bireysel düzeyde yarattığı algı ve gerilimlere odaklanılıyor.
Kamusallığın Türk edebiyatında temsili ile Batılılaşma/modernleşme projesinin yakın bir ilişkisi var. Bu iki konunun birçok noktada birbirine paralel bir gelişim çizgisi üzerinden hareket ettiği söylenebilir. Kamusallık deneyimi ile Türk edebiyatı ve modernleşmesi arasında nasıl bir ilişkinin peşinden gittiniz?
Türk toplumunda modern kamusallığın ilk görünümleri, bireyin kamusal görünürlüğünün artması ve kamusallık pratiklerinin dönüşümü bağlamında 18. yüzyıl önemli gelişmelerin yaşandığı, dönüştürücü bir dönem. Bu da aslında meselenin Batılılaşma projesinin başlangıcının atfedildiği 19. yüzyıldan önce tezahür etmeye başladığını gösteriyor. Bu dönemde bilhassa mesireler ve çeşme meydanlarında yeni kamusallık pratikleri ortaya çıkıyor. Yeni bir görsellik algısı ve mekânı dolaşarak deneyimleme gibi yeni durumlara döneme dair sosyal tarih araştırmalarında olduğu kadar edebiyat eserlerinde de rastlanıyor. Ancak modern bir kamusal yaşamın inşası esasen 19. yüzyıl itibariyle hız kazanıyor ve bu yüzyılın bizim için önemi bu yeni deneyimin yenileşen edebiyatın başat konularından biri haline gelmesi. Çalışmamın bir kısmını geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde yani Batılılaşma/modernleşme sürecinin artık yaşantıyı görünür biçimde değiştirmeye çalıştığı yıllarda modern bir kamusallık deneyiminin nasıl inşa edildiğine ayırdım. Ancak asıl dikkat noktam roman incelemeleri oldu. Biliyorsunuz ki Türk modernleşme tarihinde gündelik yaşamın nasıl dönüştüğüne dair çok önemli sosyal tarih çalışmaları var. Türk romanı da bu çalışmalara kaynaklık eden başlıca malzemelerden biri. Romanın bu bağlamdaki asıl önemli yönü ise modernleşmeyle birlikte dönüşen kamusallık ve mahremiyet algılarını ve toplumsal ve bireysel düzeyde tezahür eden gerilim ve endişeyi en başarılı şekilde yansıtan malzemelerden biri olması. Bu yüzden de çalışmada roman analizlerinin odağına “kamusallık endişesi” olarak kavramlaştırdığım olguyu koyuyor ve modernleşme sürecimizin yaklaşık seksen yılını konu edinen romanları bu olgu etrafında okuyorum.
‘KAMUSAL YAŞAMDA MEKÂNLAR, İÇİNDEKİLERLE BİRLİKTE SEYİRLİK METALARA DÖNÜŞÜYOR’
Kamusal mekânı bir performans alanı olarak kurgularken seyir, teşhir, görünme ve gösterme gibi meseleleri nasıl ele aldınız? Kamusal mekân, Türk romanının doğuşunda nasıl bir performans alanına dönüştü?
Kamusal mekânın modernleşen dünyada kaygı verici bir performans alanı olarak algılanması bize özgü değil aslında. 18. yüzyıl Avrupa’sında J.J. Rousseau modern hayatın ve onun yarattığı seküler-kozmopolit kent yaşamının yozlaştırıcı yönüne dikkat çeker ve şehri ahlaki normların askıya alındığı bir tiyatro sahnesi olarak görür. Çalışmanın, eylemin azaldığı ve boş zamanın arttığı kentsel ortam, kamusallığın yükseldiği ve bir tür karşılıklı bağımlılık ilişkisine dönüşen sosyalleşme olgusunun hayatın merkezine yerleştiği bir deneyimi beraberinde getirir ona göre. Bu deneyimde insanlar kamusal sahnedeki oyuncular, kamusallığın gereklilikleri ise roller ve kostümlerdir. Rousseau’dan kabaca yüz yıl sonra Türk romanının ilk örneklerinde de aynı vurguyu görmemiz şaşırtıcıdır. İntibah, Felatun Bey ve Rakım Efendi ve Araba Sevdası gibi ilk kanonik örneklerde kamusal yaşamın kışkırtıcılığı ve bireyi ahlaki çöküntüye sürükleyişi gibi temalar sürekli olarak bu sahne ve performans izleğiyle ve dolayısıyla sahtelik vurgusuyla birleştirilir. Boş zaman ve çalışma hayatından yoksunluk bizim örneklerimizde mirasyedilik olarak tezahür eder söz gelimi. Mirasyedilerin, züppelerin, alafrangaların en önem verdiği şey olarak ise dışarıya karşı verdikleri görüntüdür bu romanlarda. Onlar hep kendilerine yönelen bir bakış, bir izleyici mefhumu karşısında hareket ederler. Bu izlek biraz daha ileri tarihli romanlarda kamusal yaşam/sahtelik/rol/yapmacıklık-özel yaşam/samimiyet/sahicilik olarak modellenen bir karşıtlık yoluyla karşımıza çıkar.
Tabii seyir ve teşhir ilişkisi romanlarda yalnızca sahne ve performans imgesi etrafında karşımıza çıkmaz. Ben buna dair iki temel imgelem daha belirledim. Bunlardan ilki karnaval/panayır imgesi. Bu imge aşırılaşan özgürlük haliyle yani alkol, yeme içme cinsellik gibi hazza yönelik deneyimlerin aşırılığına gönderimli, kimi zaman da kozmopolitlik vurgusuyla yani her cinsten, her milletten, her yaştan insanın yer aldığı mekanlar vurgusuyla karşımıza çıkıyor. Üçüncü imge ise kamusallığın vitrin/camekan imgesiyle karşılanması. Yani kamusal yaşamda mekânlar, içindekilerle birlikte seyirlik metalara dönüşüyor, bu imge aynı zamanda bireylerin bedensel aleniyetini ve bilinçli teşhiri de içeriyor.
Türk modernleşmesinde kamusallık deneyiminin izini sürerken ele aldığınız tarihsel aralık birçok açıdan önemli. Tanzimat sonrası Türkiye ve Türk edebiyatının dönüşümünde kamusallığın ne derece başat bir yerde durduğunu söz konusu bu aralık üzerinden okumak mümkün: 1873-1950. Öncelikle geç dönem Osmanlı’da nasıl bir kamusal deneyim söz konusuydu? Bunun edebiyattaki ilk yansımaları nasıldı?
Ele aldığım tarih aralığı aslında geç Osmanlı, erken Cumhuriyet yıllarında meselenin dönemin en ünlü romancıları tarafından nasıl hem aynı biçimde tekrar tekrar ele alındığını hem de siyasal ve toplumsal değişimler etrafında bu konudaki değişim çabalarını yansıtması bakımından önemli. Yani biz bu süreçte kamusallığın mahremiyet karşısındaki yıkıcı etkisi noktasında endişenin aslında hiç yok olmadığını, sadece içerik değiştirdiğini görüyoruz.
Geç dönem Osmanlı dünyasında modern kamusallık deneyimi on dokuzuncu yüzyılın beraberinde getirdiği bütün baş döndürücü gelişmelerin ışığında şekillenir. Her şeyden önce bu dönem insanının yaşamında zaman ve mekân algısının değişmeye başladığını söyleyebiliriz. Geleneksel Osmanlı yaşantısı dini ritüel ve gündelik hayatın sınırlı mekânsal çerçevesi içinde şekillenirken modernleşen yaşantı düzenlenmiş bir zaman ile çerçeveleniyor. Toplu taşıma imkanları ve araba sahibi olmanın yaygınlaşması gibi imkanlar insanların mahallelerinden çıkmasını ve tanıdık bir çevre dışında sosyalleşmelerini, görünür olmalarını sağlıyor. Modern tarzda belediye bahçeleri ve yeme içme mekanları geleneksel piknik ve yeme içme pratiklerinden uzakta bir kamusallaşma imkânı sunuyor. Kitle iletişim araçlarının, tiyatro gibi görsel sanatların, roman, hatırat, gezi yazıları, günlük gibi edebî türlerin ve fotoğrafın yaygınlaşması sonucu “dolaylı deneyim” insan yaşamının bir parçası haline geliyor. İnsanlar bu sayede öznesi olmadıkları hayat tarzlarını deneyimlemiş oluyorlar.
İlk romanlarımızda bütün bu meselelerin dönüştürdüğü kamusallık deneyiminin toplumsal/bireysel düzeyde yarattığı gerilimleri izlemek mümkün. Söz gelimi Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, İntibah ve Felatun Bey ve Rakım Efendi gibi en erken kanonik örneklerin yine bu mesele üzerine inşa edildiğini görüyoruz. Kamusal yaşantının ahlaki ve ekonomik düzeyde yoldan çıkarıcılığı, eve bağlılığın yüceltilmesi ile birlikte sunuluyor. Elbette dönem anlatıları kamusal yaşamın tamamen terk edilmesi gerektiğini savunmuyorlar. Devrin en üretken yazarlarından Ahmet Midhat Efendi’nin romanları kamusallaşmanın en ideal halini sunan birçok pasajla doludur örneğin. Bu da kalabalıktan kaçmak, kamusal mekanları tenha günlerde ve harcama yapma, giyim ve süslenme noktasında başkalarının beğenisini esas almadan deneyimlemek olarak çıkıyor karşımıza. Sonuç olarak kamusallaşmanın ideal hali görme-görünme/seyir-teşhir mekanizmalarının dışına çıkılmasıyla mümkün oluyor.
‘CUMHURİYET’E TAŞINAN MİRASIN BİR YÖNÜ DE ERKEK YAZARLARIN KADIN KAMUSALLIĞINI PROBLEMATİKLEŞTİRMESİDİR’
İmparatorluktan cumhuriyete geçiş ile beraber Türk modernleşmesi daha farklı bir şekilde gelişmeye devam etti. Peki bu bağlamda kamusal deneyim meselesi geç dönem Osmanlı’dan erken dönem Cumhuriyet’e nasıl bir miras olarak devretti? Erken dönem Cumhuriyet’te kamusallığın anlamı neydi?
1908’de II. Meşrutiyet’in yani dönemdeki yaygın kullanımıyla “hürriyet”in ilanıyla başlayan ve savaş yıllarıyla devam eden süreç modernleşme süreçlerinin hayli hız kazandığı bir süreç aslında. Bu süreci biz Cumhuriyet’in toplumsallık modelinin inşa edildiği süreç olarak da görebiliriz. Bu yılların en ayırıcı özelliği ise kadın kamusallığındaki yükseliş. 1908’in hemen sonrasında yazılan romanlarda kadının kamusal alandaki vardığı halen bir ölçüde ahlaki bir sorun olarak karşımıza çıkıyor ancak ilerleyen yılların ve bilhassa Birinci Dünya Savaşı yılları koşullarının kadının kamusal varlığını normalleştirdiğini, artık bu varlığın sınırları ile ilgili sorunların gündeme geldiğini görüyoruz. Cumhuriyet’e taşınan mirasın birçok yönünden biri de erkek yazarların kadın kamusallığını problematikleştirdiği ve kadınların aşırı serbestleşmesinin kaçınılmaz sonuçları etrafında döndükleri anlatılar oluyor.
Türk romanı üzerinden kamusal deneyime bakmak, aslında bütün bir toplumun hangi şartlar etrafında nasıl bir dönüşüme tâbi tutulduğunu ve bu süreçten nasıl etkilendiğini görmek bakımından da önemli. Bu deneyim, kendisine Türk romanında nasıl bir karşılık buldu?
Aslında bütün toplumun aynı anda geçtiği bir süreçten bahsetmek çok da mümkün değil. Modernleşme sürecinin ilk yıllarında gelişen modern kamusallık pratiklerini çok sınırlı bir mekân çerçevesinde ve yalnızca orta-üst sınıfın deneyimlediğini biliyoruz. Ancak, toplu taşıma araçlarının yaygınlaşması ya da tiyatroların halka açılması gibi toplumun her kesimini etkileyen gelişmeler tabana yayılan bir deneyimi mümkün kılmaya başlıyor. İki cinsin -her ne kadar ayrı tutulmaları için gerekli önlemler alınsa da- aynı mekânı deneyimledikleri toplu taşıma araçları, tiyatro salonları gibi mekanlar bu deneyimin dönüşmesinde önemli bir yere sahip. O güne kadar hiç tanımadığınız yabancı insanlarla aynı mekânda uzun süre bir arada bulunma ve birbirini gözlemleme imkanını yepyeni bir şey. Tanzimat romanları vapur yolculukları sahneleriyle doludur örneğin. Devrin romancısı için muazzam malzeme sunan bir imkandır bu. Tabii bu anlatıların üzerinden geçen kırk-elli yılda toplumsal düzeyde ne kadar çok şeyin değiştiğine de şahit oluyoruz. Tanzimat yıllarında bir kadının tek başına vapura binişinin garipsendiği anlatılardan sonra 1920’li yılların anlatılarında genç kadınların çok daha rahat biçimde dışarı çıkabildikleri ve hatta kahvelerde oturabildikleri metinler çıkıyor karşımıza. Cumhuriyet dönemi romanları ise kamusal yaşamın en renkli haliyle karşımıza çıktığı metinler. Devrin mekanları ve modaları ile kamusal mekânı deneyimlemenin usullerini gösteren adab-ı muaşeret kuralları romanlarda sıkça karşımıza çıkıyor, bilhassa popüler romanların bir katalog gibi devrin kamusal yaşamını her yönüyle yansıttığını görüyoruz.
‘TÜRK ROMANINDA KAMUSALLIĞIN NASIL ALGILANDIĞINA DAİR BİR DEĞİŞİM ÇİZGİSİNE VARMAYA ÇALIŞTIM’
“Endişe”, kamusal olanın hikâyesi bağlamında sizin üzerinde durduğunuz bir başka kavram/mesele. Bu noktada Araba Sevdası’ndan Mai ve Siyah’a, Genç Kız Kalbi’nden Fatih-Harbiye’ye kadar birçok romanı ele alıp inceliyorsunuz. Tüm bu kitaplar üzerinden kamusallık hikâyesi ile endişe arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Bir kavram olarak “endişe”, kendisine Türk romanında nasıl bir anlam inşa eder?
Endişeyi çalışmamın merkezine koymam aslında o dönemde elime geçen her romanda böyle bir izleğin varlığını fark etmemin sonucunda oldu. Yani aslında ben Türk romanında kamusallığın nasıl algılandığına dair bir değişim çizgisine varmaya çalışırken değişmeyen bir endişe izleğiyle karşılaştım. Bu endişenin her dönemde ya da her metinde benzer biçimde olmasa da müşterek bir izlek olması beni romanları bunu odağa alarak inceleme noktasına götürdü. İncelediğim romanların -ki bunların çok daha geniş bir alanın temsili olduğunu düşünüyorum- kamusal yaşama düşkün olma ve düşkün olmayıp mahremiyet çerçevesini korunak edinme ikiliğinden okunabileceğini fark etmek çok da güç değil.
Tanzimat dönemi romanlarında bu izlek çok belirgindir ve modern kamusallık pratiklerine düşkün olup ahlaksızlaşanlar mahva sürüklenirler. Dolayısıyla ahlaki ve kısmen de ekonomik bir endişeyle karşı karşıyayızdır. Araba Sevdası’nda durum bir parça değişir, burada ahlaki endişenin bu pratiklerin medeni tarzda icrası söz konusu olunca yumuşadığına şahit oluruz. Bunda elbette Recaizade Mahmut Ekrem’in alafranga kimliğinin de etkisi var. Nitekim Bihruz Bey Tanzimat mirasyedileri gibi mahvolmaz, yalnız bir miktar ekonomik zarara uğrar. Halit Ziya romanlarının birçoğu kamusalın mahremiyet karşısındaki yıkıcılığıyla ilgilidir temelde. İleriki yıllardaki örneklerde ise endişe büyük ölçüde ailenin, samimiyetin ve sahiciliğin kaybı endişesine evrilir.
‘CUMHURİYET’İN ERİL BAKIŞI KADINI HÂLÂ KAMUSAL ALANA AİT GÖRMÜYOR’
Son olarak “eril endişe” meselesine dikkat çekmek istiyorum. Kitabın son bölümünde ele aldığınız bu mesele, birçok açıdan hem devam etmesi hem de ortaya bir prototip çıkarması bakımından önemli. Son raddede ele aldığınız bu “eril endişe” meselesine ve bu meselenin Cumhuriyet edebiyatı ile gelişimine nasıl bir parantez açmak gerekir?
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde artık yüksek sesle kadınların kamusal yaşamdaki konumlarını tartışmak güçleşiyor. Kurucu Cumhuriyet ideolojisi ilk yıllarda kadının kamusal yaşama katılımını sistematik olarak destekliyor, bunu medeni yaşantının bir gereği olarak sunuyor. Dolayısıyla bu dönem romanlarında kadının kamusal varlığından ziyade kamusal yaşamın ayartıcılığı karşısında “baştan çıkması” ve ailenin sarsılması meseleleri gündeme gelmeye başlıyor. Nitekim Cumhuriyet’in eril bakışı kadını hâlâ kamusal alana ait görmüyor, onu eve aidiyeti ve aileyi kurucu rolü ile tanımlamaya devam ediyor, kamusal alandaki varlığını ise erkeğin yanında durmak ile meşrulaştırabiliyor ancak.
Yakup Kadri’nin Ankara’sı bu bağlamda çok amblematik bir metindir örneğin, bu metinde eril endişeyi bir kadının sesinden duyurmaya çalışır yazar. “Bizi yalnız süsleyip dans ettirmek için mi açtınız?” diye isyan eden Selma Hanım’a uygun görülen kamusal rol “hayatını kazanmak değil bir işe yaramak” için yaptığı ve maternal bir anlam yüklenen muallimelik olur. 1940’lara geldiğimizde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı gibi bir metinde dahi toplumsal kodlarımızın bir parçası haline gelmiş olan eril endişeyi bulmak şaşırtıcı değil. Nuran’ın Beyoğlu yaşantısına kapıldığı ve evden ve evleneceği erkekten, Mümtaz’dan uzaklaştığı pasajlar Huzur gibi meseleleri olan bir metinde dahi bu endişenin kendisine yer bulabildiğini gösterir bize.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***