“Fethullah Gülen’in “Ölçü veya Yoldaki Işıklar” adlı kitabında yer alan sanatla ilgili bazı düşünceleri şöyle: “Sanat, terakkinin ruhu ve duyguları inkişaf ettiren yolların en önemlilerindendir. Bu yolu kullanma fırsatını kaçıran bahtsız istidâtlar, bütün bir hayat boyu, tıpkı meflûç insanlar gibi, bir yanları hep ölü olarak yaşarlar.”
M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Kendi tabiîliği içinde sanat ruhu ve estetizm mülâhazaları, tevhid ve tecrid eksenli sonsuza açılmanın da biricik rampasıdır.”
Fethullah Gülen
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Robert McKee’nin başucu kitabı Story üzerine mülahazalarına devam ediyoruz.
Kitabın iç/dış çatışma bölümüne gelindiğinde katılımcılardan biri şöyle bir soru soruyor: “Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı kadarıyla, diğer ilim dallarında olduğu gibi, kendi koydukları kuralları yüceltme ve biricik kılma gibi bir hava seziliyor… Nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Cevap şöyle: “Her insan yetiştiği kültür ortamı ve değerlere göre, insanı ve olayları yorumlar. Bunu yaparken de mantığının cevelan alanını kullanır, şekillendirir. Bir de kültür ve inanç farklılıklarının bazı ön kabulleri de olabilir… Bunları hiçbir zaman kulak ardı etmemek lazımdır.
İnsanı ele alma her zaman realitelere bağlı götürülmelidir. İster iyi yanı olsun ister kötü yanı olsun bu hep böyle olmalıdır… İnsan duygu donanımı itibariyle böyle yükseltici şeylere müstaittir… Ona bu donanım verilmiştir. Bir yerlere götürür yükseltebilir veya bir yerlere çekip batırabilir…”
Açıkçası bu perspektif benim aklıma hemen Kur’an-ı Kerim’in “ilk hitap leveli” diyebileceğimiz “Ya Eyyühennas / Ey insanlar” perspektifini getirdi. Gülen, kendi zaviyesini hemen örneklendiriyor zaten: “Mesela insanın hissi, şuuru, metafizik mülahazaları… Bütün bunlar belli seviyede hükümlerini icra ederler, meseleleri bunlara bağlı götürmek lazım… Bu ister fert olsun ister toplum olsun ister aile olsun aynıdır.”
Ve ardından yine bütün bu konstrüksiyonun oturtacağı temeli işaret ediyor: Hakikat!
“Az önce arz ettiğim gibi hikâye mutlaka doğru bir temele dayandırılmalı. Konu hakikatlerden tecrit edildiği zaman, insan bizzat o hikâyenin kahramanı dahi olsa, kendini o hikâyeye yabancı hisseder. Bilmediği bir dünyanın karanlık koridorlarında geziniyor gibi görür kendini hep.
Mesela siz dersiniz “ben senin duanım, seni ulaştırman gereken yere ulaştırmaya geldim” veya “bu sırlı anahtarı al” gibi şeyler…
Bunlar bir yönüyle menkıbevî şeylerdir. Dini açıdan da esas mı, tali mi olmaları da ayrı bir konudur.
Şimdi objektif mi, realite mi, menkıbe mi? Bütün bunları tekrar tekrar nazara alarak, formatlarla oynamak lazım…”
Bakınız Hocaefendi mesele sanat olunca kollarını ne kadar geniş açıyor: “Yani böylesi bir konuyu, insanın maddi beş duyusu ile manevi beş duyusu arasında bağlantı kurarak ele almak gerekir. Dahası ille de tamamen iyi bir insan olarak değil, tamamen kötü bir insan olarak da değil. İnsanın mahiyetine dercedilmiş istidat ve kabiliyetlere göre, yani olumlu olumsuz nüvelere göre değerlendirerek götürmek gerekir. Bazen bu nüveler çok geniş açılı hükümlerini icra ederler, bazen de dar açıda kalarak hükümlerini icra ederler. Bunlara bağlı meseleyi götürürsek, insan temelli halletmiş oluruz.”
Şahsen bu muazzam geniş açılı perspektifin günümüzde bırakınız bir din aliminde, sanatçı geçinen tayfanın kahir ekseriyetinde olduğunu zannetmiyorum.
Sıra geldi, aksi durumda manzaranın nasıl görüneceğine: “İnsanı göz ardı ederek meseleyi ele alırsak en cazip Shakespeare edasıyla, Hugo edasıyla bile konuları işlesek, yine de insanı dışlamış oluruz… İnsan hissiyatıyla insandır. Herkes bir hakikate bağlı olarak meselesini götürür, hadiseye hakikatler mecmuası yani bir bütün halinde ele alarak iç ve dış âlemine bütünlük içinde mahruti(konik)bakış açısıyla bakmak doğru olur. Bütüncül bir bakış gerekir insana bakmak için.
İnsanı normal realite planındaki gerçek yerinden tecrit ederek onu bir gibi melek göstermek de doğru değildir, şeytan gibi göstermek de doğru değildir. Yerinde şeytani hisleri de olabilir, melekvari hisleri de olabilir. Bu meselenin bir yanı… İnsanın ele alınışı yani hikâyenin esas yörüngesi.”
Çok enteresan bir noktaya geldik…
Şimdi size şöyle bir şey sorsam: Bir adam çıksa, pelerinli. Donunu taytının üstüne giymiş üstelik… Ve bu adam uçsa… Gözüyle baktığını yakıp eritse, dünyayı tersine bile çevirebilse… İnandırıcı bulur musunuz?
Ne saçma şey, deyip bakmayız bile değil mi?
Ama biz bu adama bir hikaye yazsak. Yani bir nedensellik versek ve karakteri sağlamlaştırsak.
Mesela şöyle desek: Buradan çok uzakta bir gezegen var. Bizim haberimiz bile yok. İsmi Kripton bu gezegenin. Bu gezegende yaşayan canlılar insana benziyor ama insandan çok daha gelişmiş canlılar. Uçabiliyorlar, çok güçlüler, teknolojide inanılmaz ilerdeler vs.
Ve bu gezegeni kötüler ele geçirirken, iyilerden biri bebeğini kurtarmak için uzaya yolluyor, bu çocuk sonunda dünyaya düşüyor. Ve Süperman oluyor.
Öyle bir inanırız ki, yüz yıl maceralarını okur, onlarca filmini izleriz büyük bir heyecanla…
Çünkü anlatılan sadece uçan, taytlı, pelerinli bir adamın hikayesi değildir, bir dolu alt metin vardır.
Sözgelimi Superman’ın bebekken Kripton’dan dünyaya gelişi, Firavun’un zulmünden kaçan annesinin onu nehre bırakılması olarak hayat bulur hikayede.
İşte Hocaefendi, yukarıdaki tespitleri yaptıktan sonra işin esas noktasına, yani merkezine geliyor ve şöyle diyor: “Bir de şart ve konjonktür olarak bir yön daha var; ben şahsen bir insanın uçmasına, suyun üstünde yürümesine inanırım. Fakat bunlar ahval-i adiyeden değildir, âdet-i ilâhî içinde bunlar yoktur. Olabilmeleri de enderi nadirattandır, ilâhi kudrete de hiç zor değildir… Ama olabildiğine azdır. Şimdi böyle bir durumda, bu gibi konuları ele alırken, eğer meseleyi dikkatli ele almaz, menkıbeleştirirsek, elde edilmek istenilen sonucu hafife indirmiş oluruz. Esas anlatılacak konuya perde olur ve onu anlaşılmaz kılarız. Mutlaka bu gibi konuları belli bir makuliyet içinde anlatma yollarını bulmak gerekir. Makul format, makul sunumu ortaya koymak gerekir. Kanaatimce bu bütün hikâye sanatları için geçerlidir.”
Bitmedi..
“Bir diğer taraftan kendi kültür ve inanç değerlerimiz açısından ister hikâyede, ister romanda, ister piyeste, ister filmde, ister bir dizide, nereye götürmek istiyoruz, ne vermek istiyoruz? Bunu yaparken de insan realitesiyle irtibatlandırarak ve onun donanımlarına vurguda bulunarak yapıp, yapamadığımız gerçeğidir. Dahası bütün bunları yaparken de hissi, mantıki boşluk bırakıp bırakmamaktır. Bu durumda da bazı marjinal inanç sahipleri, yine de mantık boşlukları bulabilir. Burada ölçü büyük çoğunluk olmalıdır. Öyle ya da böyle metafizik mülahazalara açık olan insanların hissiyatını değerlendiririz. Bu farklılığı da görmemezlikten gelmemek gerekir herhalde.”
Hakikati, kurgu ne olursa olsun hakikati amaçlayarak aktarmak. İşte bütün mesele!
Muhterem Hocaefendi okunan metne bir başka müdahaleyi ise klişe bahsinde yapıyor.
Nedir klişe?
Klişe, aşırı kullanımdan dolayı orijinalliğini ve etkisini yitirmiş, tahmin edilebilir ve sıradan hale gelmiş ifadeler, fikirler veya sanatsal unsurlara deniyor. Genellikle edebiyat, sinema, tiyatro ve günlük konuşma dilinde karşımıza çıkıyorlar. Klişeler, bir zamanlar yenilikçi veya etkileyici olabilir, ancak fazla tekrarlandıklarında tazeliğini ve gücünü kaybediyorlar.
Sinemada ise, klişe, belirli karakter tipleri, olay örgüleri veya temalar gibi öngörülebilir ve aşırı kullanılan unsurlar anlamına gelebiliyor. Örneğin, “mutlu sonlar”, “kötü karakterin son anda yenilmesi”, “aşk üçgenleri” gibi senaryo unsurları klişe olarak kabul edilir çünkü çok sayıda filmde benzer şekillerde kullanılmış.
Klişeler, üretkenliğin ve orijinalliğin eksikliği olarak eleştirilse de, bazen hikaye anlatımında veya iletişimde bilinen ve anlaşılır referans noktaları sağlamak için kullanılabilirler. Ancak, sanat ve edebiyatta derinlik ve yenilik arayışında olanlar için klişelerden kaçınmak genellikle tercih edilmekte.
Önce McKee’nin klişeye bakışını okuyalım: “Klişe dışına çıkmak yazarların en çok istediği şeydir… Ama günümüz ortalama insanı bile binlerce saatlik film ve dizi seyretmiştir… Böyle bir kitleye farklı olarak ne sunulur? Klişe aslında seyirci memnuniyetsizliğin temelinde yer alır… Bugün klişecilik bilgisizlik sebebiyle de bütün hikâye ortamına bulaşmış bir virüs gibidir…”
Hocaefendi tam bu noktada bir gerçekliği şahane tespit ediyor: “Bu durum biraz da kültür seviyemizle alakalı… Biz de sürekli demiyor muyuz “Mevlit Kandil’inde şöyle değişiklik yapsak, şu meseleyi şöyle senarize etsek, o konuyu böyle ele alsak, ülfeti kırsak” diye… Ülfet ve ünsiyeti hep aşalım istiyoruz… Bunları yaparken de tabii, genel kitleleri de nazara almak durumu var. Zannediyorum, klişelere kayma, biraz bu noktadan kaynaklanıyor…”
Her peygamber klibinde fonda ney sesi, hızlandırılmış açan çiçekler görselinden daha klişe bir şey biliyor musunuz?
Elbette Gülen’in her görüşü McKee’ye tamamen zıt değil. Hatta çoğu noktada onu onaylayan, kimi zamanda McKee’yi aşkın bir perspektiften söz etmekteyiz. Ki bunun en bariz örneğini Robert McKee’nin Biyografi başlığına gelindiğinde görmekteyiz. Şöyle diyor McKee:
“Biyografi; bu tür filmler asla basit bir tarih kurgusuna düşmemeli… Yazar sanki kurmacaymış da kendi hayatını yorumluyor gibi olmalı… Bahse konu kişi de kendine örnek seçilmiş gibi işlenmelidir… Otobiyografik filmler genelde kendini bilme noktasında eksik kalırlar… Nasıl incelenmeyen bir hayat yaşanılmaya değmezse, yaşanılmamış bir hayat da incelenmeye değmez…”
Hocaefendi’nin tespite cevabı net: “Doğru…”
Ve bir soru daha geliyor: “Biyografik eserleri doğrudan karakter üzerinden mi anlatmalı, yoksa onun yansıması ya da yansıttığı bir karakter üzerinden mi? Mesela Nelson Mandela, bir gardiyan üzerinden anlatılmış ve film beğenilmişti.”
Hocaefendi yine meseleyi genişleterek “Ey insan” perspektifine çekiyor: “Mesele yine aynı noktaya gidip varıyor; arka plandaki doğruluk temeli ve o temel üzerine, gerçeğin izin verdiği ölçüde bina kurma… Mandela belli bir duyguya dayanıyor, mesela hürriyet aşkı diyelim. Bu insanın cevherinde olan, özünde olan bir şey… Sonra da içinde taşıdığı bu değerleri, bir şekilde dışa vuruşu vardır. Şimdi bunun arka planını göz ardı etmezsek, dışa yansıtmanın insani unsurlarını ihmal etmezsek, bu temel, farklı sunumları kaldıracaktır… Eseri sunanın maharetine kalır ötesi.”
Hocaefendi’nin geçtiğimiz yıl Rumence yayınlanan önemli bir eseri: Dil, estetik ve inanç hakkındaki fikirleri derlenmiş.
Ayniyet ve Misliyet!
Bu noktada katılımcılardan biri, -tabiri caizse- klişe bir tespitte bulunuyor:
“Bugün yaşanmıyorsa, dünü anlatamazsınız deniliyor”
Hocaefendi kibarca düzeltiyor bu algıyı: “Buna tam olarak iştirak edemeyeceğim. Çünkü tarihi olaylar ayniyet çerçevesinde değil, misliyet çerçevesinde cereyan eder. Benzerliklerle iki hadise arasında bağ kurulur.”
Şahsen bu kadar araştırma yaptım, bu kadar tarihi kitap okudum, film izledim bu perspektif bilincinde olan insana neredeyse hiç rastlamadım.
Daha trajik olanı ise İslam Ansiklopedisinde ne ayniyet ne de misliyet ile ilgili bir başlık bulunmaması.
Fethullah Gülen’in bu iki kavramı neden kullandığını anlamak için, kavramların anlamının peşine düşmemiz gerekmekte.
“Ayniyet” kavramı, genellikle kimlik, özdeşlik ve benzerlik anlamlarına geliyor. Felsefede ve bazı bilimsel disiplinlerde derinlemesine incelenir ve çeşitli bağlamlarda farklı anlamlar taşıyabilmekte.
Felsefede ayniyet, bir varlığın kendisiyle olan ilişkisini veya bir nesnenin zaman içinde koruduğu sürekliliği ifade ediyor. Örneğin, bir kişinin yaşamı boyunca değişimlere rağmen “aynı” kişi olarak kalıp kalmadığı, kişisel kimlik ve ayniyet üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla ele alınır. Ayniyet, ayrıca, iki nesnenin veya kavramın özdeş olup olmadığına dair soruları da beraberinde getiriyor.
Matematik ve Mantıkta ise, genellikle eşitlik ve özdeşlik anlamında kullanılıyor. İki ifadenin tam olarak aynı olduğunu ve değişmez bir gerçekliği temsil ettiğini belirten bir özellik. Psikolojide ise, ayniyet genellikle bireyin kendine dair sürekli bir anlayışa sahip olması olarak tanımlanmakta. Kişisel kimlik veya benlik ayniyeti, bir bireyin zaman içindeki deneyimleri, inançları, değerleri ve hafızaları arasında bir bütünlük ve süreklilik hissetmesiyle ilgili. Öte yandan toplumsal, kültürel veya milli ayniyet, bireylerin ve grupların kendilerini belirli toplumsal, etnik, kültürel veya ulusal gruplara ait hissetme biçimlerini ifade ediyor. Bu da bireylerin ve grupların kendilerini nasıl tanımladıkları ve diğerleri tarafından nasıl tanımlandıklarıyla ilgili.
Gelelim misliyete…
“Misliyet” terimi, genellikle iki şeyin birbirine benzerliği veya eş değer olması durumunu ifade etmek için kullanılmakta. Bu kavram, felsefe, edebiyat ve günlük dilde farklı bağlamlarda karşımıza çıkabilir. Misliyet, ayniyetin (tam özdeşlik) aksine, iki farklı nesne veya durum arasında var olan benzerlikleri ve karşılıklı ilişkileri vurguluyor. Misliyeti alanlara göre ayırdığımızda tablo daha netleşiyor ve Gülen’in neyi kast ettiğini daha iyi anlıyoruz:
Felsefede, misliyet genellikle metafizik veya epistemoloji tartışmalarında ele alınıyor. İki farklı varlık veya kavramın birbiriyle olan benzerlikleri, bu varlıkların özünde veya niteliklerinde ortak olan yönleri üzerinden incelenir. Misliyet, varlıkların özdeş olmamasına rağmen aralarında bulunan derin ve anlamlı benzerliklere dikkat çekmekte.
Dil ve edebiyatta ise misliyet, benzetme veya metafor gibi edebi figürlerle ifade edilebiliyor. Yazarlar ve şairler, farklı nesne veya kavramlar arasında anlam üretmek ve okuyucunun konuya farklı bir perspektiften bakmasını sağlamak için misliyeti kullanabiliyorlar.
Diğer taraftan günlük dilde ise misliyet, genellikle “benzer”, “eş değer” veya “karşılık gelen” gibi ifadelerle eş anlamlı olarak kullanılıyor. İki durum, nesne veya kavram arasında karşılaştırma yapılırken, aralarındaki benzerlikler veya eş değer yönler vurgulanmak istendiğinde bu terim devreye giriyor.
Ezcümle; misliyet, ayniyetle karşılaştırıldığında, tam bir özdeşlikten ziyade benzerlikleri ifade ediyor ve bu nedenle farklı disiplinlerde ve günlük dilde çeşitli yollarla kullanılıyor.
Gülen’in klişe bir tespite verdiği kısacık cevabın derinliğinin farkındayız değil mi?
Tebliği derinleştiren temsildir!
Fethullah Gülen’in bir grup televizyon ve sinemacının katılımıyla gerçekleştirdiği Robert McKee’nin Story isimli eserini tedris ve tetkikinde bir başka durak ise türler bahsi. McKee bu konuda türleri yeniden türetmek gibi bir kavram üzerinde yoğunlaşırken şöyle diyor:
“Toplum bir dönemden bir döneme geçerken meydana gelen değişikliler beraberinde türleri de dönüştürür… Mesela; western filmleri ilk çıktıklarında kötüye karşı iyilerin savaşıydı… 1970’lerin ahlakı horlayan, dışlayan anlayışıyla demode hale geldi…1980 sonrasında da sosyal dramalar içinde yumuşatılıp yok edildi…”
Tam bu noktada Hocaefendi devreye giriyor ve şu soruyu soruyor:
“Westernler hala devam ediyor mu?”
Katılımcılar: “Tür olarak devam ediyor ama eski şekliyle değil.” Diyorlar.
Ve devam ediyor Gülen: “Yine aynı konu karşımıza çıkıyor; formatla oynama meselesi. Eski westernler, tek düze, tek boyutlu şeylerdi. Kahraman kovboy, tek başına âleme meydan okumalar şeklindeydi. Bir nevi dünyaya nizamat veren adamların hikâyeleriydi. Vietnam sonrası Rambo’lar ortaya çıktı… Buna da herhalde “modern western” diyorlardır.”
Mesele bir sonraki yazıya sarkmasın istediğimden bu konuda en hayati kısmı en sona bırakmıştım. Oraya geldik.
Hocaefendi’nin Yeryüzü Mirasçıları’nın vasıflarını sayarken 8. Sıraya koyduğu ve bahsi açılır açılmaz fren mekanizmasını devreye sokup, kapısını kapattığı sanat ve inanç üzerine çok kıymetli görüşlerini söylediği bölüm muazzamdır.
Şöyle başlıyor Gülen: “Konuyla belki doğrudan alakası yok. Belki herkesi alakadar eden bir konu da değil. Hikâye nedir? Senaryo nedir? Bu konuda yazıp çizmek nedir? Bunlar genel olarak bizim camiamızın; ne okuduğu ne de bildiği konulardır. Bu manada hikâyede okunmamıştır, roman da okunmamıştır. Kaldı ki bunun için tek başına okumak yeterli değildir, analiz edebilmek de gereklidir. Bu olmadan Hamlet’i okusanız pek bir şey anlamayabilirsiniz. Aynı şekilde Üstad Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” adlı eseri de anlaşılamaz.
Kendi inanç dünyamıza, düşünce dünyamıza, bir evrensel değerler mecmuası olarak bakıyoruz. Öyle bir kabulümüz var. O hem dine hem Allah’a hem de peygambere saygımızın ifadesidir. Bu çerçeveye bağlı olarak, hikâye felsefemizin oluşturulması lazım. Buna göre yazarların yetişmesi lazım. Büyük iddialara girmeden, mevzuyu hallaç edip durmak azminde insanlara destek olmak lazım.”
Ve ister itiraf niteliğinde sayalım ister bu alandaki acı hakikatin ifadesi olarak şu cümleler hala geçerlidir: “Rahmetli Necip Fazıl’ın bu noktada girişimleri oldu, fakat çok farklı alanlarda olduğu için, yeterince konuya eğilemedi… Yine Sezai Bey, Rasim Özdenören Beyefendiler de çeşitli çalışmalar sergilediler. Esasen bu sahada cılız kaldık… Ya batının tesirinde ya da doğunun tesirinde kaldık, bir analiz sunamadık. Kendimiz olabilme, kendimiz kalabilme hayli zorlu bir süreç.”
Bitiriyoruz az kaldı…
Ve son soru geliyor: “Hollywood kendi oluşturduğu değerleri dünyaya pazarladı… Bizim de el değmemiş bir tarih ve evrensel değerler manzumemiz var… Aynı süreç bizim için de yaşanabilir mi?”
Aslında ucundan kenarından sanat işine bulaşmış her doğu insanının aklına gelen ilk mevzulardan biridir bu. Üstelik on yıllardır sorulduğu halde, cevaba dair bir şey üretilmemiş, aksine üretmeye çalışanlara hep engel olunagelmiştir. Bunun ise en çarpıcı örneği bugüne kadar Müslümanların üretebildiği evrensel çaptaki tek eser olan Çağrı filminin çekilmemesi için bizzat Müslümanların köstek olması, sonra gösteriminin engellenmesi ve en nihayetinde yönetmeni Mustafa Akkad’ın suikastta kendine İslamcı denilen teröristler tarafından katledilmesidir.
Fethullah Gülen Hocaefendi yine kendine has ve sinemanın pilot açı dediği zaviyeden meseleye bakmaktadır: “Zannediyorum burada yine arka planın doğruluğu öne çıkacak. Toplumun kabulü, değerleri makul bulması çok önemlidir. Yoksa siz hayal anlatıyor gibi olursunuz… Ki; kabul görmez. Campenella,”Güneş Ülkesi”nde, bir ütopya kurar. Sonrasında Osmanlı’da benzer şeyleri görünce “bu benim hayalimdi” diyor. Bu çok önemli bir durum, hayata bağlı götürmenin yansıması. Realize edilebilirlik fikrini uyarmak çok önemlidir. Bu olduğu takdirde, sözünüz de yapımlarınız da güç kazanır. Yoksa Jules Verne’nin akıbetinden kurtulamazsınız. Vakti gelmemişse, insanlar sizi Saylon’lar gibi seyrederler. Temsil çok önemlidir, yoksa “mübalağa yapıyoruz” kanaatinden kurtulamayız. Kaldı ki, peygamberlerin ve Efendimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselamın, temsili, her zaman tebliğinden önde gitmiştir. Tebliği derinleştiren, temsildir.
Yoksa şimdiye kadar ne ütopik şeyler söylenmiştir! Ya hayatı doğru okuyamama ya da insanı iç ve dış saikleriyle doğru okuyamamadan kaynaklanan merakla insanlar onun başına üşüşmüş, toplanmışlarsa da zamanla hepsi unutulup gitmiştir. Ne dâhiyane düşünceler vardır, toprağın bağrında çürüyüp gitmiştir. Önemli olan her zaman canlı kalabilecek olanın peşinde olabilmektir. Gidenleri, gelenlerin takip ettiği canlılık… Bu durum peygamberlere nasip olmuş, özellikle de Hazret-i Muhammed Aleyhisselam’a… Mesihiyyet bile bir gölge halinde, hakikati temsil edilmese de gölge halinde var. Eğer hala cemaatler, koskoca bir dünya onunla yatıp kalkıyorsa, bu temsilin gücündendir.”
Aslında her kısmı ayrı ayrı ele alınıp analiz edilmesi gereken derinliğe sahip tespitler bunlar. Lakin, bu araştırmamızın doğrudan ilgi alanına girmediği için şimdilik bu kadarla kifayet edelim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***