Can ÖKTEMER
Geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayımlanmaya başlanan ve Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan Kübra dizisi bir seçilmiş kişi hikayesi anlatıyor.
Dizi, memleket hudutlarında utangaç bir tavırla yaklaşılan hatta neredeyse dokunulmayan inanç, din, elçi meselelerini melez bir bilim kurgu anlatısıyla ele alıyor.
Kübra, İstanbul’da kenar mahallerinden birinde tamirci olarak çalışan Gökhan’ın bir gün telefonuna gelen ‘ilahi’ mesajlar sayesinde seçilmiş kişi haline gelmesi, kitleleri peşinden sürüklemesini anlatıyor. Elbette, her seçilmiş kişi anlatasında olduğu gibi de kaos, karmaşa ve bazı karanlık güçler hikâyenin içerisine dahil oluyor. Sonrası malum…
Dizi iki aks üzerinden gidiyor; ilki Gökhan’ın gerçekten de seçilmiş kişi olabileceğine dair seyircinin kafasını karıştıran olaylar göstermek. Onun kehanetlerde bulunması ve gerçekleşmesi gibi. Diğer taraftan da karakol baskınından tek sağ kalan kişi olan Gökhan’ın gerçekle hayali birbirine karıştıracak kadar psikolojik sorunlara sahip olup olmama ihtimali. Gerçi dizinin anlatı formülü içinde bu durumlar kolay bir şekilde tahmin edilebiliyor ve ilk bölümde kurulan “Acaba öyle mi?” hissi, “şimdi bu nereye varacak” hissine varıyor. Netflix’te yayımlanan her yapımda görülen senaryo ve çekimdeki acelecilik ve kolaylıklar burada da kendini göstermiş. Dolayısıyla aslında dizinin izleyiciye sunduğu sürpriz yok.
Kartonlaşan, derinleşmeyen yan karakterler, kafası karışık ve derin buhranlar içindeki seçilmiş kişinin yaşadığı duygusal patinajlar izleyiciye tam olarak geçmiyor. Bununla beraber neon aydınlatmalı, tertemiz kadrajlı bir görüntü yönetmenliği rejisi ve nerede geçtiği, demografik yapısı hakkında hiç bilgi sahibi olmadığımız bir kenara mahalle var karşımızda. Öyle olunca Seçilmiş kişi, mahallenin isyanı ve devlet üçgenindeki çatışma da havada kalmış. Diğer taraftan bugünün Türkiye’sinde ciddi bir problem olarak duran Cemaatler meselesi de kıyıda köşede kalmış. Nihayetinde yakın tarihlerde Menzil Şeyh’in cenazesine uzaydan bile görülebilecek sayıda katılım sağlanmıştı. Gökhan’ın kurduğu şey ise en fazla Fight Clup örgütlenmesi gibi duruyor.
Seçilmiş kişi anlatıları veya mitleri diyelim esasen modern öncesi toplumların bir hakikatiydi. Dünyanın sonu ve seçilmiş kişinin dünyaya gelme ihtimaline dair inancı bir beklenti söz konusuydu. Modern sonrası dünyada böyle bir inanca gerek kalmamıştı. Dolayısıyla seçilmiş kişi anlatıları veya mitoloji diyelim doğrudan sinema ve edebiyat gibi alanlara geçti. Peki, ‘Kübra’nın Gökhan’ının seçilmiş kişi olarak görevi ne? Ne yapmaya çalışıyor? Yoldan çıkmış, yozlaşmış bir toplumu mu yeniden hizaya doğru yola çekmeye çalışıyor yoksa Kendi başlarına karar alamayan, örgütlenemeyen insanlara mı el uzatıyor?
Diziden görebildiğimiz kadarıyla Gökhan yardıma muhtaç, ekonomik olarak dar boğazda olan insanlara yardım etmeye çalışıyor. Yine de dizinin kâğıt üstünde bazı kutsal alanlara dokunması anlamında cesur bir iş olduğunu söyleyebiliriz. Nihayetinde Gökhan’ın seçilmiş kişi olarak gittiği yolda sınandığı olaylar ve gerçekleştirdiği mucizelerin bazılarının peygamber hikayelerinden olduğunu anlayabiliyoruz. Bununla beraber anlatının gönderme yaptığı bu referansların derin bir teolojik tartışma yaratabildiğini söylemek bir hayli güç; çünkü dizi bu alanlara sadece temas ediyor. Sorgulama ve düşünce pratiği gerçekleştirmiyor. 21.yüzyılda Allah’la konuştuğunu iddia eden adam ve etrafında oluşacak derin çatlaklarla ilgilenmiyor.
Gökhan’ın veya diğer adıyla Semavi’nin peşine düşenlerin, ona inanmaya başlayanların da ağırlıklı olarak alt sınıflardan, derin ekonomik darboğaz içerisinde veya geçmişlerinde travmatik olaylar olması da bir anlamda ezbercilik olarak okuyabiliriz belki. Dizinin bu nokta ciddi bir sınıfsal miyopluk yaşadığını söyleyebiliriz sanki.
Peki, bugün “Aile Dizimi” veya ona benzer çeşitli New Age akımlarıyla flört eden, dünyadaki anlam haritasını kaybetmiş, yaşadığı belirsizlik içinde hakiki bir şeyler aramak için debelenip duran orta sınıf nerede? Tamam seküler dünya için Gökhan gibi figürlere inanmak zor. Sosyal medyadan tüm dünyaya kendisine inanmamızı bekleyen Gökhan’la Twitter’da veya başka bir platformlarda iştahlı bir şekilde dalga geçeceklerini biliyoruz. Lakin 1980’li yıllarda modernizmin krize girdiği sunduğu bakışın yetersiz kaldığı bir dönemde orta sınıfın irrasyonel savrulmaları üzerine de belki bir şeyler söylenebilirdi sanki.
Nihayetinde memlekette her daim kendilerine yeni bir kurtarıcı bekleyenler hiç azımsanmayacak seviyede değil mi? Dizide tek irrasyonel düşünen kişinin İmam karakteri olması bu anlamda manidar.
21. yüzyılın şok edici felaketler dizisinde anlam krizi giderek derinleşiyor. Üstelik gerçekliğin kendisi de sorgulanabilir hatta şüphe edilebilir bir halde. Matrix’teki Neo, seçilmiş kişi olmadığını anda romantik bir kararla neye inanacağına karar vermişti. Gökhan da inanmak istediğine inanıyor. (Gerçi Gökhan’ın durumu “Seçilmiş kişiyim diyorum kızım sana neden inanmıyorsun?” seviyesinde.) İnsanlar da kendi gerçeklerine inanmayı tercih ediyorlar.
Sosyal medya bunun için var zaten. Herkes her şey olabilir. Platin sarısı saçları ve parlak pelerinleriyle kendini Mesih ilan 31 Aralık’ta doğum gününü kutlayan Hasan Mezarcı’yı hatırlayalım. Tüm bu ortamda radikal sağın yükselişe geçmesi şaşırtıcı değil Kurtarıcı beklemek örgütsüzlüğün uzantısıdır bana göre. Esas politik özne olarak kendimiz var edip, hikayemizi şekillendirmek de.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***