Aleksey Navalny’nin gözaltında öldüğü haberi karşısında insanın hangi duygulara kapıldığını kestirmek oldukça güç: Suikast emrini veren tiranı aşağılamak, bu korkakça eylemin nasıl bir mantıkla tasarlandığını bilmek ve Putin’in katil rejimini mümkün kılan yardakçılara, kullanışlı aptallara, özellikle de bu dönemin Lord Haw-Haw’ı olan ve geçtiğimiz haftayı modern Rusya’nın baskıcı cehennem çukurunun aydınlanmış, varlıklı, uyumlu bir ütopya olduğunu savunan kurnaz videolar yayınlayarak geçiren Tucker Carlson’a karşı tüyler ürperten bir öfke….
Ancak başka bir duygu daha vardı: Kutup Kurdu olarak bilinen bir Kuzey Kutbu ıslah tesisinde kim bilir ne zorluklara katlanarak ölen bu insana duyulan nadir türden bir hayranlık. Rejimin aşırılıklarını ortaya çıkarmak için hayatının büyük bölümünde mücadele etmiş ve korkunç bir zehirlenmeden sonra bile kampanyasını sürdürmüş bir insan, çünkü inançlarında azimli ve kararlıydı. Bunu bir an için düşünün: Navalny sürgünde küçük bir şöhret ve konfor hayatı yaşayabilirdi, ancak Ocak 2021’de anavatanına geri dönerek kendisini haksız yere hapsedilmeye ve öldürülme riskine maruz bıraktı. Matta Kitabı der ki, lambanızı bir çalının altına saklamayın. Navalny, Putin, Medvedev ve onları çevreleyen sahtekârlar ağının yolsuzluğunu ortaya çıkarmak amacıyla elindeki tüm araçları kullandı.
Buradaki ahlaki cesaretten kastım da tam olarak şudur: Daha büyük bir ideal uğruna kişisel riskleri göze alma iradesi. Bu bir zamanlar liderlik için gerekli niteliklerin merkezi bir yönü olarak kabul edilirdi. V. Henry, tıpkı Boudica’nın Iceni’nin savaşçı ruhunu temsil etmesi gibi, birliklerinin önünde at sürdü. George Washington, William Henry Harrison, Ulysses S Grant ve Dwight D Eisenhower savaş zamanı generalleriydi ve hizmetleriyle övgü kazanmışlardı. Bu liderler, içerideki bir düşmanı ifşa ederek hayatını riske atan Navalny ya da ırk ayrımcılığının kötülüklerini sona erdirmek için 27 yıl hapis yatan Nelson Mandela’nın aksine dışarıdan gelen yabancı bir düşmanla savaşıyor olabilirler, ancak hepsi de inandıkları şey uğruna tehlikeyle yüzleştiler.
Bu bir zamanlar bizim de sahip olduğumuz bir şeydi. Simon Kuper, Chums adlı mükemmel kitabında Harold Macmillan’ın Birinci Dünya Savaşı’nda üç kez ciddi şekilde yaralandığını hatırlatıyor. “Bir keresinde dizinden ve leğen kemiğinden vurulduktan sonra 12 saat boyunca bir mermi çukurunda yattı, morfinle kendini tedavi etti, Almanlar yaklaştığında ölü taklidi yaptı ve orijinal Yunanca Aeschylus okudu. Yine de 1916’da endişeli annesinin güvenli bir personel işi için başvurması önerisini reddetti.” Churchill, 41 yaşında Royal Scots Fusiliers için gönüllü olduktan sonra Belçika cephesinde neredeyse öldürülüyordu. Clement Attlee Gelibolu’da savaşmış, Suvla bölgesinden çıkan son askerlerden biri olmuş ve Mezopotamya’da birliklerinin önünde cesurca koşarken yaralanmıştı. Anthony Eden, yaralı bir çavuşu Alman ateşi altında kimsenin olmadığı bir yerden geri taşıdığı için Askeri Haç ödülünü kazanmıştı.
Günümüzde herhangi birinin askerlik hizmetini ya da çekilen kişisel acıları liderlik için bir gereklilik olarak öne süreceğinden şüpheliyim, ya da liderlerimizin bir zamanlar yaptıkları gibi fiziksel olarak savaşa girmelerini arzu edeceğimizden de şüpheliyim. Ancak bu ahlaki cesarete duyulan saygı ince bir siyasi mantığı dile getirmektedir. Nassim Nicholas Taleb bunu Skin in the Game adlı kitabında özetlemiştir. Konuşmak, diye yazıyor, ucuz bir şeydir. Bu nedenle, vatanseverliğini ilan eden ve bayrağı dalgalandıran, ancak kapalı kapılar ardında, güç elde edildiğinde kasayı yağmalayan veya vatandaşlarını kendisinin asla yüzleşmeye hazır olmayacağı risklere maruz bırakan tatlı dilli bir lider tarafından cezbedilmek kolaydır.
Navalny’nin hayatından çıkan ders de bu değil miydi? Modern Rusya’nın kleptokratik eğilimlerini ifşa etmek için ölmedi mi ve kendi ahlaki cesaretini, milyar dolarlık Karadeniz sarayındaki altın kabartmalı tuvaletleri, çoğu sefalet içinde yaşayan vatandaşlarının parasıyla inşa eden Putin’in tasvir ettiği grotesk vatanseverlik parodisiyle karşılaştırmadı mı? Ekonomist Paul Gregory, Rusya’nın maden zenginliğinin FSB ajanları ve oligarklarla işbirliği içindeki siyasi elitler tarafından çalınmasını ” şirketler tarihindeki en büyük hırsızlık” olarak tanımlıyor.
Yine şöyle düşünebilirsiniz: Bunların bugünlerde ne önemi var ki? Elbette modern, teknokratik bir toplumda bir siyasi liderin konumu, yetişme çağında kurşunlara (ya da sinir gazlarına) maruz kalıp kalmadığına değil, görevdeki muhakemesine dayanmalıdır. Fakat böylesi bir yaklaşım Taleb’in ve Sokrates gibi kadim düşünürlerin bilgeliğini kavramakta başarısız olur. Kamu yararı adına risk alan insanların, güç elde ettiklerinde bu amaca ihanet etmeleri pek olası değildir. Evet, liderleri zeka ve muhakeme temelinde seçmeliyiz. Ancak eğer liderlerin izlenen siyaset içinde bir sorumlulukları yoksa, siyaseti kendi çıkarları yerine kamu yararına hizmet etmek için kullanacaklarından nasıl emin olabiliriz? “Cesaret” diyor Taleb, “sahtesini üretemeyeceğiniz tek erdemdir.”
Batı’nın temel çıkmazı da bu değil midir: Yani daha sofistike hale geldikçe bu bilgeliği çarçur etmemiz? George Washington’ın gelişmekte olan cumhuriyet için hayatını riske attığı yerde, bugün kongre üyeleri başkentte cirit atan ve son 30 yılda sayıları hızla artan lobicilerle işbirliği yaparak siyasi bağlantılarını muazzam bir servete dönüştürüyor. Halkın hükümete olan güveninin çöküşünü neredeyse kusursuz bir şekilde tetikliyorlar. Amerikan ekonomisi büyümeye devam ediyor, ancak ortalama gelirler durgunlaşırken kazançlar artık asalak bir şirket ve siyasi çıkarlar sınıfı tarafından ele geçiriliyor.
Bunun bir yankısını da son dönem başbakanlarının kamu hizmetinden ziyade halkla ilişkiler alanında çalışmış olma ihtimalinin daha yüksek olduğu Birleşik Krallık’ta görüyoruz. VIP şeritleri, Downing Street partileri, Greensill, Zahawi olayı ve döner kapıların yaygın kullanımı, siyasi sınıf ile hizmet ettiklerini iddia ettikleri kişiler arasındaki ahlaki kırılmanın göstergeleridir. Yüksek profilli siyasetçiler eskiden işler ters gittiğinde kamu yararına karşı kişisel sorumluluklarının bilincinde olarak istifa ederlerdi; şimdi ise kendilerini haklı çıkarma, gizleme ve halkın siyasi sürecin ayrılmaz bir parçası olarak görmeye başladığı başka teknikler üzerinde uzmanlaşmaya çalışıyorlar.
İşte bu yüzden Navalny’nin hayatı sadece Rusya’da neyin yanlış gittiğini vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda Batı’ya karşı bir azarlama da teşkil ediyor. Günümüz liderlerinin, ister orduda ister başka bir yerde olsun, kişisel riskler almaları gerektiğini söylemiyorum, ancak kamusal yaşamı yöneten kural ve normların yeniden değerlendirilmesine ihtiyacımız olduğunu öne sürüyorum; belki de her şeyden önce siyasetin bir kamu hizmeti, bir meslek, kendini zenginleştirmekten ziyade kendini feda etme eylemi olması gerektiğini kabul etmeliyiz. Çok uzun zamandır aptalca bir şekilde yüzeysel olana, pürüzsüz olana, gösterişli olana, sevimli olana, şüpheli bir şekilde inandırıcı olana güvendik ve hayatta olduğu gibi siyasette de en önemli olanın cesaretle ifade edilen dürüstlük olduğunu unuttuk.
Skin in the Game kitabının sonlarına doğru Taleb şöyle yazar: “Konuşanlar yapmalı ve sadece yapanlar konuşmalıdır. Fikriniz için risk almazsanız, bir hiçsiniz demektir.” Bu sözler Aleksey Navalny’nin hayatını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır.
Kaynak: https://www.thetimes.co.uk/article/495ec6c2-c0a9-4d09-9837-84124690dc80?shareToken=aa9c8a3c03fa1f5398395d4669bdb234
Çeviri: Hasan Ayer.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***