PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN | YORUM
Can Atalay’ın milletvekilliği Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde düşürüldü. Muhakeme yetisi olmayan, rasyonel aklını kullanmayı öğrenememiş, mantıklı düşünemeyen, olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kuramayan çok geniş kitlelerin varlığı, Meclis’teki oturumun önemli bölümlerini değişik duygular içerisinde izledim.
İlk gözüme çarpan, kaos! Hiçbir düzenin olmadığı, vekillerin bağırıp çağırdığı, oturumu yöneten, belli ki ip çekici görevi kendisine verilmiş olan ve bu görevi büyük bir hazla yerine getirdiği gözden kaçmayan Bekir Bozdağ’ın kulakları tırmalayan ergenliğini tamamlayamamış oğlan çocuğu sesi, ellerinde pankartlar olan insanların sağa sola anlamsızca hareketlenmeleri, sıralara vuran vekillerin Maymunlar Cehennemi film sahnelerini andıran trajikomik enstantaneleri – izlerken insanı yoran manzaralar!
Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymayan alt mahkemeyi dayanak alarak, yaptım-oldu türü bir tavır içerisinde hareket eden, hedefine aldığı bir muhalifin anayasal hakkını gasp eden bir Meclis! Bilmem kaçıncı kere “sivil darbe”, “anayasayı çiğnediler”, “anayasa suçuna ortak oldular” falan türden başlıklar atan haber siteleri, sosyal medya paylaşımları yapan önemli isimler, uzmanlar, kanaat önderleri, siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler!
Dibe vuruş, sabit olan bir dibe doğru düyek istikamette ilerleyen, yani batan bir cismin analojisidir. Bu analojide dip sabittir ve belli derinlikte bir deniz vardır. Cisim bu derin suda batmaktadır, yani dibe doğru ağır çekim yaklaşmaktadır. Dibe vuruş, cismin dibe ulaşmasıyla gerçekleşir. Ancak mesele şu ki Türkiye örneğinde tekil bir dibe vuruş yok. Türkiye batıyor ve her bir kallavi batış deneyimiyle beraber ülkenin dibe vurduğu söyleniyor. Fakat belli bir süre sonra başka bir olay yaşanıyor ve bu kez bir öncekinden de daha kötü bir batış olduğu ileri sürülüyor. Fizik kurallarına aykırı bir durum ortaya çıkıyor, çünkü bu kez de ülkenin dibe vurduğundan bahsediliyor. Kimse de çıkıp “E kardeşim hani ülke bir önceki olayda dibe vurmuştu!” demiyor. Her seferinde yeniden dibe vurmak adeta doğal bir olaymış gibi, insanlar bıkmadan-usanmadan yeniden dibe vuruş yazıları yazıyor, sosyal medya paylaşımları yapıyor, televizyon ve YouTube ekranlarında yorumlar yapıyor.
Ben bu tablo karşısında şu sonuca varıyorum: Dip de çöküyor. Tektonik bir facia meydana geliyor. Bizler anbean bu faciaya tanıklık etmekteyiz. Mesele salt “geminin batışı” ve “dibe vuruşu” değil. Çok daha kapsamlı, global, geniş ölçekli, astronomik boyutlarda bir görüngü, söz konusu olan. Geçicilikten kalıcılığa terfi eden bir facia var. İnsanlar toz kondurmamaya çabalasa ve hala bir şekilde ‘Polyannacılık’ oynamaya devam da etse, birçokları yaşananı artık ağırdan da olsa teşhis edebilmektedir.
Türkiye çöküyor. Yaşanan budur.
Bekir Bozdağ sembol bir isimdir. Rejimin ilk on ismi içerisinde adı mutlaka geçecek olan Bozdağ, ileride tarih kitaplarında Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun adları nasıl yazılıysa, yıkıcı kadrosunun da mutlaka yazılacak olduğu isimlerin başında yer alacak; şüphem yok. İşte bu Bekir Bozdağ’a bir vekil Anayasa kitapçığı fırlatıyor. Eylem elbette semboliktir. Ama sizin zannettiğiniz gibi değil! Bence bu eylemin vurguladığı gerçek, vekillerin hala ülkede bir anayasa olduğunu zannetmeleridir. TBMM binasının içerisinde acaba öyle bir hava mı oluşuyor? Yoksa insan psikolojisi gereği, vekiller kendilerinin hala vekil, meclisin yasama organı, anayasanın da yürürlükte olduğuna mı inanıyor? Çünkü eğer bu böyleyse, yani gerçekten bu derece bir kopukluk varsa, o zaman durum sandığımızdan da kötü olabilir! “Hangi Anayasa!” diye sormadan, durum tespiti yapamayız.
Şunu unutmayalım ki gelinen noktaya bizi rastlantılar taşımadı. 2016 yılında dönemin CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “kaldırın dokunulmazlıkları!” çağrısı yapmıştı, hatırlayacaksınız. AKP bunun üzerine harekete geçti, CHP’nin de desteğiyle milletvekilliği dokunulmazlığı konusunda haklarında fezleke bulunan vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması uygulamasına geçildi. Bunun için Anayasa’nın 83’üncü maddesi değiştirildi. Bunu CHP desteği olmadan yapamazlardı ki! İşte o bakımdan, CHP de, AKP de bu işi beraber inşa ettiler!
Hatta öyle ki, TBMM’deki ilk oylamada CHP içerisinde ulusalcı kanat dışında olan birçok vekil Anayasa değişikliği aleyhine oy kullandılar ve verilen firelerden sonra değişikliğin referanduma götürüleceği konuşulmaya başladı. Bu arada Kılıçdaroğlu CHP hakkında “terör destekçisi” şeklinde bir algı oluşmasın diye grubunu baskı altına aldı ve ikinci turda muratlarına erdiler. Her iki parti de esasında bu demokrasi katliamının kime karşı yapıldığını pekâlâ biliyordu. Hedefte ülkenin esas sol hareketi haline gelen ve kitleselleşme eğilime girmiş bulunan Kürt Siyasi Hareketi ve onun sembol ismi Selahattin Demirtaş vardı. Erdoğan o günlerde Ekim 2014 Kobane eylemlerinin sorumlusu olarak Selahattin Demirtaş’ı hedef gösteriyordu.
Yeni ortak Avrasyacı derin devlet, tanrılardan kurban istemişti. Kürt meselesine siyasi çözüm konusunu siyasetinin en temel köşe taşlarından biri yapmış olan Erdoğan, 17 Aralık 2013 suçüstü vakası sonrası paçayı kurtarmak için bu değerli kartı kullanmaya karar vermişti. Kürt Siyasi Hareketi’ne yönelik pozisyon değişikliği böylece Erdoğan-derin devlet ittifakının kolonlarından biri olmuştu. Şimdi yaşananlar, o dönem meydana gelen tektonik hareketin artçı şoklarıdır.
Demokrasi ve insan haklarıyla sorunu bulunan iktidar, demokrasi ve insan haklarıyla sorunu bulunan ana muhalefetle elbirliği içerisinde Türkiye’yi çöküşe götürecek yolunun taşlarını döşediler.
Elbette saymakla bitmeyecek başka merhaleler de var bu yolda. Aynı Kürt siyasi hareketi gibi, Gülen Hareketi’nin de ipini beraber çektiler. Derin devlet güdümünde bir iktidar ve muhalefetle, siyasete yeni bir tasarım, toplumsal temelde sosyolojik boyutlarda bir mühendislik yapıldı. Böylece ana muhalefet CHP, 17 Aralık 2013 yolsuzluk dosyasının kapatılmasına, suçların gerçek ve ispatlı olduğunu bildiği halde razı oldu. Diğer bir muhalefet, MHP, Erdoğan’a siyasi can simidi oldu ve rejimin inşasında bilfiil etkin rol oynadı. Bu sayede rejimin diskurunun halk bazında yüzde doksanlar oranında net bir biçimde kabul görmesi sağlandı.
Yasama organını böylelikle tümüyle siyasi baskılara açık bir hale soktular. Bu haliyle Türkiye 1215 tarihli Magna Carta Libertatum İngiltere’sinden bile geri durumdadır, özgür siyaset bağlamında.
Bu memleketin insanının tabiatında özgürlük yok, çünkü birey olmamış insan özgür olamaz. Türkiye insanı ezici çoğunluğu itibariyle, iktidarıyla ve muhalefetiyle bireyleşememiş, kolektif aidiyetler üzerinden kendisini tanımlayan, doğruya doğru, yanlışa yanlış deme cesaretinden ve erdeminden yoksun insanlardan oluşuyor. Eleştirinin olmadığı yerde demokrasi yeşeremez. Eleştirinin kriminalize edilerek eleştirenin cezai müeyyideye tabi tutulduğu bir siyasi ortam, ister istemez otoriterliğe gebedir. AKP ve CHP bu sistemi beraber kurdular. Böylece Kemalistlere talih iki kez güldü – 1920’lerin başında da, 2000’lerde de, yüz yıl arayla tercihlerini diktatörlükten yana kullandılar. İslamcılar da içinde serpildikleri fikri habitatın etkisiyle, eğilimlerinin yönü doğrultusunda, akça zafiyetlerinin etkisiyle de ceplerinin istikametinde tercihte bulunup, Cumhuriyet’in demokratikleşmemesi yönünde hareket ettiler. Hukuksuzluk, her ikisinin de nüvesidir. Hukuktan anladıkları güçlünün hukukudur. Hak talepleri salt kendileri ve kendi gibiler için yapılmaktadır. Öteki addedip ötekileştirdiklerinin hukuku, minareye kılıf uydurma maharetinden ibaret!
Hukukun olmadığı gayet belli! Ülkede Anayasa’ya uymayan bir iktidar var.
Anayasa Mahkemesi kararlarını reddeden ve bunlara isyan bayrağı çeken, iktidar güdümlü alt mahkeme yargı tetikçileri var. “Sizi buraya tıkan kudret öyle istiyor!” diyen Yassı Ada Mahkeme Heyeti gibi, astığı astık, kestiği kestik, yasaların üzeride bir yürütme erki var! Anayasa Mahkemesi üyesi yargıçları Anayasa çiğneyerek yaka paça görevden alabilen bir yönetim var! Yahu siz hala bu sistemde anayasa, yasa, kaide, kural, hukuk falan diyorsunuz! Kusura bakmayın ama siz bundan daha iyisini hak etmiyorsunuz. Çok küçük bir azınlık müstesna, bu dibi hiçbir zaman bulamayan sürekli çöküşün sorumlusu bu toplumdur. Can Atalay’ın da, Selahattin Demirtaş’ın da, Osman Kavala’nın da, Hidayet Karaca’nın da, Mehmet Baransu’nun da, içerideki on binlerce düşünce suçlusunun da başına gelenler, bu ülkede doğmuş olmaktan kaynaklıdır. Bu toplum değişmedikçe, bireysel temellerde bir uyanış kitleselleşmedikçe, ötekinin hakkına sahip çıkma şövalyeliği yeşermedikçe, Barbaros Şansal’ın kehaneti aşılamayacak.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***