MAHMUT AKPINAR | YORUM
Cemaat-tarikat türü yapılar lider, şeyh odaklı olduğu, meşveret ahlakı ve demokratik yöntemler yeterince işletilemediği için liderin yaşlanıp kontrolde zorlanmasıyla hizipleşmeler, iç mücadeleler artıyor. Vefatı müteakip genelde çatışmalar, bölünmeler yaşanıyor. Mahmut Efendi’nin son dönemlerinde ve vefatı sonrası İsmailağa Cemaati’nde bunu gördük. Aynı cemaatin farklı grupları daha önce Kabe’de birbirine girmişti. Camide işlenen cinayetlere, kaset savaşlarına tanık olduk. Benzer bölünmeleri Süleyman Efendi ve Hak Yol cemaatlerinde de gördük. Şimdilerde ise vefat eden Menzil tarikatı şeyhinin çocukları arasında yaşanan kavga, ithamlar gündemde.
Bunlar neden oluyor? Cemaatler, tarikatlar liderin, şeyhin vefatı sonrası çıkan problemleri suhuletle ve meşveretle niye çözemiyor? Yaşananlar bir güç ve iktidar kavgasının sonucu mu, yoksa bir yığın belirsizlikten, ilkelere uymamaktan doğan problemler mi?
Hz. Peygamber (sas) vefatından önce ilmin kapısı, Haydarı Kerrar, ehlibeytin ocağı ve damadı olan Hz. Ali dahil kimseyi kendisine halef olarak işaret etmiyor. Bu noktada Şii ve Sünni kaynaklarda farklı yorumlar olsa da sağlığında Resulullah’ın (sas)bir isim zikretmediği net.
Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonra dönemin Müslümanları, sahabenin önde gelenleri o zamanın ruhuna göre oldukça ileri bir tavır göstererek toplanıyorlar ve meşveretle bir halife seçiyorlar. Bu arada halifenin Hz. Peygamber’in (sas) nübüvvet yönüne değil, devlet adamı, idareci yönüne halef olduğunu, ümmetin işlerinin adalet, liyakat üzere yürütülmesinden sorumlu olduğunu belirtelim.
Tarikatlar, tasavvuf ekolleri bi’setten yaklaşık iki asır sonra şekillenmeye başladı. Tarikatlar olmalıydı, olmamalıydı tartışması ayrı bir bahsin konusu. Ancak, İslam tarihinde çok önemli yere sahip tasavvuf ekollerinde yüzyıllarca tarikat liderleri nesebe göre değil, liyakat esasına göre seçildi. Bir tarikatın öncüsü kendisinden sonra ‘posta’ oturacak kimsede gönül ve hâl ehli olmayı, sadakat yanında liyakati, takvayı, kalbi nezaheti arardı.
Son dönemlerde pek çok alanda olduğu üzere manevi makamların dahi liyakate, niteliğe bakılmaksızın, nesebi yakınlara bırakıldığını görüyoruz. Türkiye’de sayabileceğimiz pek çok tarikat ve cemaatte liderlik maalesef nesebe göre şekillendi. Son yıllarda bu kanıksandı ve oğulların, damatların maneviyatı, irşad becerisi, yaşamı sorgulanmadan ‘post’ onlara bırakılır oldu. Dolayısıyla tarikat ve cemaat yapılarında babadan oğula, damada intikal eden saltanat düzenleri kuruldu.
Öte yandan Cemaatler ve tarikatlar artık mütevazı imkanlarla ayakta duran manevi yapılar olmaktan uzaklaştı. Son yıllarda adeta holdingleştiler. En mütevazı tarikatların/cemaatlerin bile devasa mülkleri, binaları, kurumları ve imkanları var. Vefat eden şeyhten sonra o ‘posta’ oturmak, artık bir hırkaya bir lokmaya razı olmak değil. Müthiş imkanlara ve güce hitap ediyorsunuz.
Bu imkanlar devlet tarafından ciddi ve objektif denetime muhatap olmadığı gibi, cemaat/tarikat içi denetime de tabi değil. Büyük imkanlar, kaynaklar, itibar, güç kontrolsüz ve keyfi kullanılabiliyor. Maalesef Müslümanlar, dindarlar böylesi konularda bile denetim mekanizmaları, oto-kontrol kuramadılar.
İslam’ın hükümlerine rağmen, töhmetten uzak, şeffaf yapılar oluşturamadılar. Bu nedenle dindarlar, seküler kesimlerin hedefi haline geliyor, en ağır şekilde itham ediliyorlar. Cemaat ve tarikat yapılarındaki denetimsizlik, liyakatsizlik ve yozlaşma insanları sadece tarikatlardan/cemaatlerden değil, dinden de soğutuyor. Dini yapıları “istismar alanları” olarak görmek yaygınlaşıyor. Kamuoyuna yansıyan iç çatışmalar, kavgalar, saltanat, israf, şirk ifade eden kutsamalar dini duyarlılığı olan insanlarda dahi “tarikat ve cemaatlerin kökten kaldırılması” gerektiği fikrini uyarıyor.
Öte yandan tarikat ve cemaatlerdeki ifrat tutumlar, şirke varan kutsamalar selefi akımları güçlendiriyor.
Son Menzil Şeyhi Seyyid Abdulbaki Elhüseyni’nin vefatı sonrası oğulları arasında, tarikatın eş başkanlıkla yönetilmesi fikri kabul görmüştü. Ancak kardeşlerin eş başkanlık konusunu yürütemedikleri ve birbirine girdikleri anlaşılıyor. Tamamen siyasi amaçla kurulan bazı partiler kavga-gürültü olmaksızın eş başkanlıkla yönetiliyor. Ama maneviyat amaçlı tarikatta öz kardeşler cemaati birlikte yönetecek olgunluk gösteremiyor. Bunun sebebi iktidar ve yönetme hırsı kadar denetimsizliktir, keyfiliğe alan bırakmaktır. Geniş tabanlı katılımcı, şeffaf, hesapverebilir yapıların kurulamamasıdır. Dini liderlerin, şeyhlerin sınırsız ve kontrolsüz inisiyatif sahibi olmasıdır.
Dini cemaatler, tarikatlar uzunca süre denetimden ve yasallıktan kaçtılar. Zira denetimler ideolojikti, art niyetliydi. Katı laiklik uygulamaları, sert denetimler, baskı dini grupları bitirmedi ama illegal yöntemlere itti. Şimdilerde rahat ve güvende olmalarına rağmen cemaat-tarikat yapıları açık, şeffaf, hesap verebilir meşverete açık olmaktan hala uzaklar. Bir dönüşüm yapamıyor veya yapmak istemiyorlar. Zira güç ve imkânları hesapsız, sorgusuz, sualsiz, keyfi yönetmek, kimseye hesap vermemek çok daha kolay ve cazip.
İnsanoğlu şeyh, tarikat lideri, alim, abid de olsa nefsiyle baş başa bırakılınca yozlaşmaya müsait bir varlık. Dini veya sosyal gruplarda var olan mutlak güvene dayalı, denetimsiz yapılar kirlenmeyle, kokuşmasıyla sonuçlanır. Batıda, münhasıran Avrupa’da nüfusun yüzde 70-80’lere varan oranı ateist ve deist. Ama aynı zamanda Batı’da her türden dini cemaat, tarikat, kilise, yardım kuruluşu, vakıf var. Bunların muazzam sayıda kurumları, gayrimenkulleri, mali imkanları mevcut. Fakat Batıdaki sekülerler “Bütün cemaatleri kapatalım!”, “Tarikatlar yasaklansın!” demiyorlar.
Bunun iki temel sebebi var:
Birincisi, Batı’da insanların örgütlenme hakkına saygı duyuluyor. Kendisi ateist, seküler de olsa başkasının inandığını ifade etmesine, yaşam tarzına karışmıyor, aksine katılmasa da onun haklarını koruyor. “Batılılaşma, çağdaşlaşma!” lafları ağzından düşmeyen bizim sekülerler ise kendileri gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımama, yok etme konusunda pek istekliler.
İkincisi, Avrupa’da, demokratik dünyada herkes dini veya seküler kurumların, vakıfların suistimale yer bırakmayacak şekilde, şeffaf, açık, hesap verebilir yapılandığını, iç ve dış denetim mekanizmalarıyla denetlendiğini, bir problem olduğunda müdahale edileceğini biliyor. Taciz ve tecavüzlerde, suç olan eylemlerde: “Küçüğün rızası var!” denmeyeceğinden, “Bir defadan birşey olmaz!” diye örtülmeyeceğinden emin. Bu nedenle de sapkın inançlara dahi “Kapatalım, yok edelim!” demiyorlar. “Suistimal, istismar olmadıktan sonra kimin neye taptığı beni ilgilendirmiyor!” diyerek meseleye inanç ve ifade hürriyeti, örgütlenme hakkı çerçevesinde bakıyorlar.
İslam dünyasında ve Türkiye’de genelde denge ve denetim mekanizmaları yok ya da işlemiyor. Dini gruplarda ise işin içine maneviyat, saygı, hürmet, itimat, şeyhin talimatını emir telakki etme gibi subjektif konular girince dini yapılar daha kapalı, irrasyonel işleyen, denetimsiz organizasyonlara dönüşüyor. Sonra bu belirsizlikler arasında güç savaşları başlıyor.
Tabandan denetim, açıklık, meşveret yönünde baskı ve talep olmadıkça hiçbir idare, sınırları ve yetkileri belirli, şeffaf ve denetime açık bir yönetime geçmek istemez. Maalesef günümüz Müslümanları bu kültür ve bilinçten epeyce uzaklar. İtaat, edep, manevi büyüklere saygı gibi yaklaşımlar sağlıklı yönetim yapıları, sosyal oluşumlar kurmayı engelliyor. En temiz, düzgün olması gereken dini kurumlar, organizasyonlar zamanla yozlaşabiliyor. Günün sonunda kirlenmenin zararı tarikatlardan/cemaatlerden öte, dine ve İslam’a dokunuyor.
Dünya gelişti, sosyal yapılar değişti, dönüştü. Yönetimle ilgili anlayışlar çoğulcu, katılımcı, paylaşımcı, şeffaf hale geldi. Ama Müslümanlar 1400 yıl önce Hz Perygamber’in (sas) vefatı sonrası sahabenin ortaya koyduğu yöntemi bile sürdüremedi, gerisine düştüler. 21. Yüzyılda dini gruplarda, cemaatlerde, tarikatlarda liderin ölümünü müteakip adil, liyakata dayalı lider belirleme süreçleri bile yürütülemiyor.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***