M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Kaçmak her mahkumun hakkıdır!”
Adolf Hitler’in Almanya’nın başına musallat olması dünya adına belki tolere edilebilecek bir talihsizlikti. Ancak aynı dönemde pek çok ülkede benzer faşist zihniyetli yöneticilerin iktidara gelmiş olması, bütün dünyanın tarihte eşi görülmemiş acılar çekmesine sebep oldu.
Malum Hitler kötülüğün şahikasıydı. Ancak aynı dönemde iktidarda olan Benito Mussolini, Hideki Tojo, Ion Antonescu gibi faşist diktatörler de başta kendi halklarına kan kustururken, diğer yandan dünyanın başına bela oldular. Bunlardan en önemlisi olan belki de İspanya’nın faşist lideri Francisco Franco idi.
Franco’nun İspanya’daki rejimi, 20. yüzyılın ortalarında İspanya’nın siyasi, sosyal ve kültürel yapısını derinden etkileyen totaliter bir dönemdi. İspanya, 1931’de monarşiden cumhuriyete geçiş yaptı. Halk cumhuriyete geçtiği için sevinirken faşist liderin kendi ajandası vardı. Bu dönem, siyasi istikrarsızlık, sosyal çatışmalar ve bölgesel gerilimlerle anılmaya başlandı.
Yerküre 2. Dünya Savaşı’nın hengamesindeyken Franco, 1936 yılında milliyetçi güçlerin lideri olarak İspanya İç Savaşı’nı başlattı. Bu savaş, Cumhuriyetçi hükümete karşı solcu ve sağcı güçler arasında kanlı bir mücadeleydi. Üç yıl sonra iç savaş sona erdiğinde Franco’nun zaferiyle İspanya’da faşist bir diktatörlük kuruldu. Franco, siyasi muhalifleri, sosyalistleri, komünistleri ve diğer sol grupları şiddetle bastırdı. Sansür, siyasi tutuklamalar ve idamlar yaygındı.
İspanya 2. Dünya Savaşı’nda tıpkı Türkiye gibi tarafsız kalacaktı, ancak İspanyollar Türkler kadar şanslı değildi. Franco kendi halkına savaştan daha ağır bedeller ödetti. Üstelik sözde tarafsız kalan Franco, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya ile belirli bir düzeyde işbirliği yaptı.
Bakınız günümüz rejimi ile nasıl benzerlikler var, şaşıracaksınız.
Franco’nun rejimi, Katolik Kilisesi’nin desteğiyle milliyetçi ve muhafazakar değerlere dayanıyordu. İspanya hızla ekonomik bunalıma girince Franco mecbur olarak nisbi bir gevşemeye ve liberalleşmeye gitmek zorunda kaldı. 1950’lerden itibaren, ekonomisini liberalleştirmeye ve dış yatırımı teşvik etmeye başladı, bu da ekonomik büyümeye yol açtı. Öte yandan Franco, İspanyol kültürü ve dilleri üzerinde sıkı bir kontrol uyguladı, Katalanca, Baskça ve Galego gibi yerel dillerin kullanımını sınırladı.
Franco’nun sağlığı 1970’lerin ortalarında bozuldu ve 1975’te öldü. Franco Rejimi neredeyse 40 yıl boyunca ülkenin tüm dengesini ve sistemini alt üst etmiş, tam bir tek adam rejimine dönüşmüştü. Franco’nun sağlığı 1970’lerin ortalarında bozuldu ve 1975’te öldü. Ancak Franco’nun diktatörlüğü, İspanya’nın siyasi ve sosyal yapısını uzun yıllar boyunca etkiledi.
“La Transición Española” (İspanyol Geçişi) olarak adlandırılan bu süreç epey sancılı ve acılı oldu. Ülkede hukuk ve ekonomi bitmiş medya ölümcül darbeler almış, askeriye ve emniyetin hepsi tek adama bağlanmıştı. Ölümünden hemen sonra ilk serbest seçimler (1977) yapıldı ama ülkenin demokratik bir devlet olması yıllar yıllar sürdü. Hapishaneler Franco’nun hukukçuları; hakim ve savcıları dolayısıyla muhaliflerle tıka basa doluydu. Kötü muamele, işkence had safhadaydı, hapishaneler tam birer mezbelelikti. Binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, hapishanelerde kötü şartlarda ölen insan sayısının kaydı bile tutulmamıştı. 1986 yılında Franco’nun ölümünden tam 15 yıl sonra İspanya Avrupa Birliği’ne katılarak ekonomisini modernize etti, yönetim biçimini liberalleştirdi. Avrupa Ekonomik birliği İspanya’yı hızla ekonomik açıdan güçlendirdi.
Ve İspanya’da Franco rejiminin suçluları yeni yeni yargılanmaya başladılar. Franco’nun keyfe keder ceza yağdıran pek çok hakimi kanun önünde hesap vermeye başladı. Hemen hepsi, “Biz emir kuluyuz” dese de bu gerekçe işlenen insanlık suçlarından onları kurtarmaya yetmeyecekti. Halk yapılan hesap sormadan çok memnun olmasa da en azından tekrar aynı acıların yaşanmayacağını bilmek kıymetliydi.
Alberto Rodríguez Librero, Franco’nun zulmünün son demlerinde Sevilla’da doğmuş bir İspanyol. Doğduğu şehrin üniversitesinde iletişim okuyor. 1997 yılında (26 yaşındayken) kankası Santiago Amodeo ile birlikte 30 bin Peseta (1 Dolar yaklaşık 150 Peseta o zamanlar.) Bancos isimli bir kısa film çekiyorlar. Bu çarpıcı film çok başarı kazanıyor ve 15’ten fazla festivalden ödül alınca uzun metraj işine giriyorlar. İlk işleri kısa filmlerini uzun metraja çevirmek, bunun için tam 4 milyon bütçe buluyorlar. Ardında TV serisi ve diğer filmler geliyor.
Alberto Rodríguez Librero’nun son filmi ise Franco’nun ölümünden hemen sonra, faşizmin tüm ağırlığı ve zalimliğiyle devam ettiği 1977 yılında bir hapishanede geçiyor. Film gerçek hikayelerin ve kahramanların birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Hikayenin birebir tek hapishanede geçmesi gibi bir durum yok ama, anlatılanların tamamı farklı farklı yerlerde yaşanmış. Zaten filmin sonundaki dokümanter görüntülerde de bunu görmek mümkün.
Terror Blanco!
Faşist kavramı maalesef ülkemizde sol ve sosyalist/komünist kesim tarafından ota çöpe kullanıldığı için artık ayağa düşmüş durumda. Bu sebeple gerçek faşizmi bilmiyoruz gibime geliyor. Ülkemiz komünistlerine göre kendileri gibi olmayan herkes faşist. En azından o potansiyel var! Tıpkı muktedirin kendileri gibi olmayan herkesi terörist olarak görmesi gibi.
İspanya’da özellikle Franco’nun iktidarını konsolide etme döneminde icat ettiği bir kavram var: Beyaz Terör!
Literatürde Terror Blanco olarak biliniyor ama “Francoist Baskı/ la Represión franquista” olarak da biliniyor.
İspanyol İç Savaşı (1936–1939) sırasında Ulusal taraf tarafından gerçekleştirilen politik baskıyı, infazları ve tecavüzleri tanımlayan bu terim, ayrıca General Francisco Franco’nun rejiminin ilk dokuz yılı boyunca da devam ediyor. 1936-1975 döneminde, Francoist İspanya’nın resmi olarak belirlenmiş düşmanları coktu: İkinci İspanyol Cumhuriyeti’ne (1931-1939) sadık olanlar, liberaller, farklı çizgilerde sosyalistler, Protestanlar, entelektüeller, eşcinseller, Masonlar, Romaniler, Yahudiler, Bask, Katalan, Endülüs ve Galiçya milliyetçileri. Liste uzadıkça uzuyor…
2014 yılında tesadüfen bulunan toplu mezarlar, Franco’nun Beyaz Terör’ünün ürünü.
Francoist Baskı, toplumun temizlenmesi anlamına gelen sağ kanat fikri olan sosyal temizlik (limpieza social) düşüncesinden motive edilmiş. Bu proje, devletin düşmanı olarak görülen insanların öldürülmesinin, Ulusalcıların bir yeri ele geçirmelerinin hemen ardından başlaması anlamına geliyordu. Cumhuriyetçi Kızıl Terör sırasında kendi din adamlarının, dindarlarının ve sivil halkının toplu infazlarına bir cevap olarak, İspanya’daki Katolik Kilisesi, Sivil Muhafızlar (ulusal polis) ve Falange tarafından yapılan infazları Hristiyanlığın savunması olarak meşrulaştırmıştı.
İdeolojik olarak Francoist rejime yerleşmiş olan baskı, İspanyol tarihçi Prof. Ramón Arnabat “bütün ülkeyi geniş bir hapishaneye çevirdi” şeklinde ifade ediliyor: “Cumhuriyetin sadık savunucularına karşı “isyana bağlılık”, “isyana yardım” veya “askeri isyan” suçlamalarıyla masaları döndürerek ironik bir tuzak kurulmuştur. Franco’nun hükümeti sırasında (1 Ekim 1936 – 20 Kasım 1975), 1939 yılında ilan edilen, 1942’de reforme edilen ve 1966’ya kadar yürürlükte kalan Siyasi Sorumluluklar Yasası (Ley de Responsabilidades Políticas), İkinci İspanyol Cumhuriyeti’nin yenilgisini ve dağılmasını karakterize eden politik baskıya yasal bir görünüm kazandırdı ve Cumhuriyetçi İspanyollara ceza vermek için kullanıldı.”
Stanley Payne gibi tarihçiler ise, Beyaz Terör neticesinde ölenlerin sayısının, bunun tam zıddı olan Kızıl Terör’ün ölüm sayısından daha fazla olduğunu düşünüyor.
Filmimize dönelim…
2 Haziran 1978’de, Franco rejimi sonrası İspanya’da ilk demokratik seçimlerin yapılmasından sadece bir yıl sonra, 45 mahkum Barcelona’daki Modelo Hapishanesi’nden çarpıcı bir kaçış gerçekleştirdi. Bu olay, Alberto Rodríguez ve senaristi Rafael Cobos’un 2005’ten beri üzerinde çalıştıkları Modelo 77 isimli projenin ilk senaryo taslağını geliştirmeleri için bir başlangıç noktası oldu: “O kaçış hikayesini geliştirmeye başladık ve hapishane gibi, insanların izole edildiği bir yerde, o yıllarda mahkumlar arasında bu kadar güçlü bir birlik ruhu oluşmasına dikkatimizi çekti, hatta birlikte protesto eylemleri yapacak kadar.”
Bu paradoks, Sevillalı yönetmeni hikayenin ufuklarını genişletmeye ve ona siyasi bir boyut kazandırmaya yönlendirdi ve böylece geçiş döneminin ilk aşamalarında o hapishanede yaşananları anlattı.
Neydi bunlar?
Bu dönemde, politik mahkumların yararlandığı Af Yasası’ndan faydalanmak isteyen sıradan mahkumlar tarafından oluşturulan Coordinadora de Presos En Lucha (COPEL) adlı bir kolektif ortaya çıkmıştı. Rodríguez’e göre, “bir hapishane her zaman toplumun bir yansımasıdır ve 1977’de, sokaklarda duyulan özgürlük çığlığı hapishanelere de ulaştı.”
Genç bir muhasebeci olan Manuel iftiraya uğrar ve işlemediği bir suçtan dolayı 1977 yılında Barcelona’daki Modelo hapishanesine atılır. Yargılanmayı beklerken işlemediği suçtan dolayı beklenmedik bir şekilde 20 yıl ceza ile karşı karşıya kalır. Hapishanede mahkûm olarak geçirdiği sürede dayak yer ve dayanılmaz işkencelere maruz kalır. 1976/78 yılları La Transicion diye adlandırılan demokrasiye geçiş dönemidir.
Bu dönem modern İspanyol tarihinin rejim değişikliğini kapsayan bir dönemdir. Hapishanelerde uygulanan orantısız güç ve işkencelerden dolayı birçok mahkûm sisteme boyun eğmiş olsa da genç Manuel defalarca işkence görmesine rağmen bu sisteme boyun eğmek istememiştir. Manuel hücre arkadaşı Pino’nun aracılığıyla, kendisi gibi sıradan mahkûmların hakları ve af talepleri için direniş mücadelesi veren Copel isimli grubun lideri ile tanışır. Onlara göre bu şartlardaki her mahkûmun hapishaneden kaçmaya hakkı vardır.
Manuel, kendisini sıklıkla ziyarete gelen kız arkadaşı sayesinde hapishanede uğradığı işkenceleri basına sızdırmayı başarır, bu haberler mahkûmlardan ve dışarıdaki sivil halktan karşılığını bulacak bir mücadeleyi ateşler. Manuel kısa sürede direniş hareketinin lideri konumuna gelir. İspanya’nın demokrasiye geçiş döneminde, Manuel İspanya’daki tüm hapishanelerin mahkûmlarını sisteme karşı mücadelede birleştirip, hapishane yasalarını sonsuza dek değiştirecek mücadelesine başlamıştır.
Anlatımı o kadar gerçekçi ve en önemlisi o kadar evrensel ki, isimleri değiştirseniz faşist rejimin hakim olduğu herhangi bir ülke zannedebilirsiniz. Bu sebeple günümüz Türkiye’si ve yakın geleceğiyle epey kesişimi var Modelo 77’nin.
Filmin iki başrol oyuncusu Javier Gutiérrez ve Miguel Herrán, İspanya’da o geçmişin hâlâ hissedilebilen yankıları hakkında sorulduğunda, filmdeki karakterlerinin yaşadığına (neredeyse paralel olarak) bir kuşaklar arası uçurumu temsil ediyorlar. Javier Gutiérrez, meslektaşından daha şüpheci bir tavır sergileyerek, “Avrupa’da yaşadığımız bu aşırı sağın yükselişi beni çok optimist yapmıyor. Geçiş dönemi daha çok grilerle doluydu ama perspektife baktığımda, bu filmdeki gibi karakterlerin, her şeye rağmen bir araya gelip başardıklarını gördüğümde, belirli bir kıskançlık hissediyorum. Ayrıca Modelo’nun Barcelona gibi bir şehrin merkezinde bir hapishane olduğu da doğru. Bugün hapishaneler izole, tıpkı bizim kendimiz gibi; pandemi bizi daha bireyci hale getirdi” diyor.
Film hikayesinin dengelenmesi, karakterlerin sahiciliği ve sakin dili ile yakaladığı evrensel anlatımıyla izleyiciyi açıkça siyasi bir okumaya davet etse de yönetmen “bu okuma ikinci seviyededir ve okuyucuya aittir. Biz çok güçlü bir insan hikayesi çekmek ve bunu eğlenceli kılmak istedik” diyerek aslolanın insan olduğu gerçeğini hatırlatıyor.
Bu sene İspanya’yı Oscar’da temsil edecek film de yine insana dair epey acılı ve hazin bir öykü La Sociedad de la nieve / Kar kardeşliği. Modelo 77’nin şansızlığı ise bu filmle aynı yıl çekilmesi sanırım.
Türkiye’nin günümüzdeki içler acısı halini, hapishanelerin ve hukuk sisteminin çürümüşlüğünü, yakın gelecekte olacaklar hakkında bir kanaat edinmek istiyorsanız Modelo 77’yi mutlaka izleyin!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***