MELİKE ELDEM *
Romantikti babam benim…
60 yaşından sonra “Hicret” deyip aniden Etiyopya’ya gitmiş, anneciğimin üzüntüden sesi kısılmıştı. Türkiyeye ilk gelişinde bir büyük bavul dolusu gül ile dönüp annemin gönlünü aldı. Çin’den her gelişinde çiçek sapında minik tüplerde suyu olan çeşit çeşit orkide getirirdi.
Bir hafta önce hayat arkadaşının doğum gününü bile atlamamış, Kanada’dan güller göndermişti babam benim…
Şişmandı babam benim…
Küçükken evde pek göremediğimiz babamız eve geldiğinde oyun oynardık kardeşimle. Belki bu oyunu yer yüzünde oynayan tek çocuk bizdik. Babam salon halısının ortasına sırtüstü yatar, kardeşimle biz iki yanına yere otururduk. Babamın göbeğini bir top gibi birbirimize doğru iterdik. Tombul göbeğiyle bile çocuklarını eğlendirendi babam benim. ‘Diyetisyen kızın var, yediklerine biraz dikkat etsen abi!’ diyenlere,”Benim ve Hacı Kemal abinin Hocaefendi’den göbekli olmak için istisnai iznimiz var.” derdi.
Cömert olmamızı isterdi babam benim…
Ankara’da okuduğum senelerde bana verdiği kredi kartının hesap dökümü önüne geldiğinde
neden hiç para harcamadığımı sorar, “Hizmet etmiyor musun sen? Arkadaşlarını alıp yemeğe çıkarsana!” diye kızardı…
Torpil sevmezdi babam benim…
Evladı olduğumuz için adını kullandırmaz, okulda ayrıcalık beklemez, doğal hakkı olan kardeş indirimi bile yaptırmazdı. Zaman Gazetesi’ne yazı göndermek için gazete köşesinden editör irtibat adresi bulup e-posta göndermiş, “Gazetemizin aile ve sağlık sayfasında yazmaktan gurur duyarım. Müsaadeniz olursa yazılarımı paylaşmak isterim.” diye sormuştum. Birkaç hafta yazılarımı gönderdikten sonra ise sayfa editöründen şu maili aldım: “Son yazınızı aldım. Size bir soru sorabilir miyim? Ali Açıl bey neyiniz oluyor?”
Adını kullanmadan hizmet etmemizden, kendi gayretlerimizle bir şeyler yapmamızdan gurur duyar, adam kayırmaz torpil sevmezdi babam benim. “Ahirette bize faydan olur!” dediğimde, “Babanın evlada ne hayrı olur, hayırlı evlat olursanız siz beni kurtaracaksınız!”
derdi…
Ayet-el Kürsi okurdu babam benim…
“Vela yeuduhu hıfzuhuma ve hüvel aliyyül azim” ayetini çok sık tekrar eder, mahreçlerin doğru çıkarılmasına titizlik gösterirdi. Her dert ve sıkıntımızda coşkuyla Ayet-el Kürsi okurdu.
Ali Açıl abinin kızını son ziyaretinden bir kare…
Sosyaldi babam benim…
Misafir gelince odamıza çekilmemize çok üzülür, anneme yardım için değil, misafirlerle tanışıp hoş muhabbet etmemiz için çağırırdı bizi. Yurtdışından gelen misafirlerle yahut bir ortamda yanında oturduğumuz bir kişiyle konuşmaya çekindiğimde, “Yabani olmayın!” diye uyarırdı…
Dakikti, her şeyin yerinde ve zamanında yapılmasına özen gösterirdi. Dediği saatte yola çıkmazsak gerginleşir, bekletmekten hoşlanmazdı. Uçağa giderken bile saatler
öncesinden hazır beklerdi…
Sözüne sadıktı babam…
Eşimle sözleneceğimiz tarihte, önemli bir hastalıkla mücadele eden, hastanede düşük yaşam oranıyla hayata tutunmaya çalışan anneme rağmen, “Ben o tarih için söz verdim.” diyerek hastane toplantı salonunda kızına yüzük taktı…
Vefalıydı babam benim…
Ona dini öğreteni, dar zamanında destek olanı, esnafken borçlarından kurtaranı, yıllarca yanında çalışanı, evlatlarına abilik ablalık yapanları andığında gözleri dolardı…
Kadirşinastı babam…
Gönderilen mesaja, alınan bilete, çağırılan taksiye, yapılan yemeğe, gördüğü tüm iyiliklere ‘Çok teşekkür ederim canım’ yazar, kalpler koyardı…
Sakallıydı babam…
Sünnet diye asla sakalını kesmez, mecburiyet dışında sakalsız gezmezdi. Çin seyahati dönüşü kapıyı açan annemi şaşırtan en büyük değişiklik bir protokol için kesilen sakalları olmuştu. Yıllarca okşadığımız sakallarına aklar düşmüş, bana da vefat öncesi sakallarını makasla traş etmek nasip olmuştu. “Hayatımda böyle güzel traş görmedim! Berber arkadaş, ‘abi sizi traş edebilirim’ dedi, ben ise ona ‘En iyi berberime gidiyorum’ diye cevap verdim.” diyerek olmayan yeteneğimi, heyecanımı takdir etti. Bir de kesim videosu çektirip, ‘Annene izleteyim de onlar da böyle kessin’ dedi. Sakalının düzenine bile önem verirdi babam.
Kıskançlığı sevmezdi…
Başkalarına üstünlük taslamayı, insanlara yüksekten bakmayı sevmezdi. Başkasında olana heves etmezdi. Markalı kıyafetler giymek istediğimizde parasını değil, çevremizdeki insanlara hissetireceklerimizi düşünür, önermezdi. Lüks yaşamayı, pahalı görünmeyi kendinden düşük imkanlara sahip olanlara karşı saygısızlık görürdü.
Babasından uzak olan bir arkadaşımızın yanında bizimle samimiyetine dikkat eder, incinmesini istemezdi. Kıskanç değildi ama insanları kıskandırmamaya da önem verirdi…
Cemaatle namaz kılardı…
Yorgun gelip uyuyakalırsa, ayrı ayrı namaz kılmamak için gece yarılarına kadar annemi bekletip kızdırırdı. ‘Anne, nolur bekleme, kıl sen yat’ derdik. Ama annem de onsuz kılamazdı. Evde bir erkek varsa, o namaz mutlaka cemaat ile kılınmalıydı.
Türkiye’de müsait olduğı her vakit mahalle camimizde cemaate iştirak eder, köyümüzde sabah namazı imamının gelmediği günler ezanı bile mikrofondan okurdu.
İştahlıydı babam…
Yemek yemeği çok sever, usulca mutfağa yürüdüğünü duyduğunda hemen yanına koşardık. ‘Heyecanlı bir şey var mı’ diye sorar, yemekleri katar karıştırır, yemekten keyif alırdı. Peçetesi ve su bardağı hep tabağının yanındaydı.
Birlikte geçirdiğimiz son günümüzde çok sevdiği kuzu pirzola canı çekmişti. Bu akşam yemeğini ben ısmarlasam size diye teklif etti. Pazar günü açık bir kasap bulup eve sipariş ettik. Yanında en sevdiği ince doğranmış göbek marul salatası da yaptık tabii. Bir çocuk gibi gözleri gülerek yemek yiyip, kasap çalışanlarına mesaj atmamı isteyip, ‘Çok güzel et göndermişler, ellerine sağlık dediğimi ilet’ dedi babam benim.
Ailesine karşı cömertti babam benim…
Her bayram, her cuma, her veda… büyükten küçüğe sıraya dizilir elini öperdik. İlk okul yaşında çocuğa bile yüzer dolar, yüzer mark harçlıklar verir, para istediğimizde ‘Pantalonumun arka cebindeki cüzdandan git al, ne kadar lazımsa!’ derdi. Dişimiz düştüğünde, sure ezberlediğimizde, kitap bitirdiğimizde, karne aldığımızda, yarışmaya katıldığımızda; her fırsatta cömert davranırdı…
Tassarrufu severdi babam…
Savurgan denilebilecek kadar cömert olmasına rağmen, tasarruf edenlere hayrandı. Öğrencilik yıllarımda her gün harcamalarımı not eder, izin zamanları İstanbul’a geldiğimde cüzdanımdan çıkarıp babama gösterirdim. Gururla gözleri parlar, o neşeli kahkahasını atar, “Aynı anamsın!” derdi.
Kredi kartımı cebime koyar, ‘Zor gün paranı cüzdanından eksik etme’ der, limitsizce istediğim parayı verirdi. Ama tasarrufa hayrandı…
Çalışkandı babam…
Çağırılan her yere gider, iş yapmaktan gücenmez, gece gündüz demeden her işe koşardı.
Gizemliydi; kendi kendime düşüncelere dalar, yemek yerken bile aniden sessizleşir, birden estağfirullah der, düşünür taşınır ama anlatmazdı. Şikayet etmez, derdini belli etmez, sadece gözleri dalarak kaşlarını oynatarak gizemli gizemli kendiyle konuşurdu…
Yardımseverdi babam…
Topluluk, cemaat ayrımı yapmaz, isteyeni eli boş döndürmezdi. Sitenin güvenlik
görevlisinden, hastane personeline kadar herkesi düşünür, değer verirdi. Hiç kimseyi hor görmezdi. İsteyenin ihtiyacının olmasına bakmaz, kim istiyorsa vermeye gayret ederdi…
Ali Açıl’ın vefatından sonra sadece 1 çift ayakkabısı olduğu anlaşıldı… Ölümünün ardından o ayakkabı bulundu ve kapısının eşiğine konuldu…
Mal biriktirmezdi babam…
‘Evlatlarıma ne bırakırım, zor zamanım olursa lazım olur’ deyip kenara ayırmazdı. Hiç malı olmadığından süreçte mallarına çökemedikleri için gülerdi. Son yıllarda ‘Size birşey bırakamıyorum, ne olur beni affedin’ diyerek gönlümüzü alır ama mal sahibi gitmekten korkardı.
Cenaze adeti böyleymiş; kapı önüne merhumun ayakkbısı konurmuş diye tüm evde ayakkabı arayıp bulamayınca, yalnızca ayağındaki ayakkabısına sahip olduğunu farkettikleri, ikinci bir çift ayakkabısı olmayan adam babam…
Affederdi babam… Kin gütmezdi…
Kimseye küstüğüne, hayatından çıkardığına şahit olmadım… Mesafeli durduğu biri varsa onu anarken bile adaletliydi…
Mertti babam…
Kızdığı bir kişinin arkasından konuşmaz, hata gördüğünde sessiz kalmazdı. Dert dinler ama dedikodu etmez, başkasının hayatını başkasına açmazdı…
Sinirliydi… Bazen aniden parlar, bağırır kalp kırar, sonra arar özür dilerdi. Uysal değil aslan olsa da, hatasını anlar susardı. Anneme kızar sonra, ‘Sultanım’ diye arar, çiçek alır kapısına varırdı…
Teknoloji severdi…
25 sene önceki teknolojide Çin’den her gelişinde en yeni telefon modellerini bize getirir, onları kullandığımızda heyecanlanırdı. Hızlı klavye kullanınca neşelenir, onun gönderdiği video ve görselleri düzenleyince gururlanırdı…
Akrabaya önem verirdi…
Bayram ziyaretlerine eli çikolatasız gitmez, yakın uzak akraba ayırt etmez, Ramazanlar’da evde veya restoranda düzenlediği geniş aile iftarlarını hiç es geçmezdi…
Misafirperverdi…
İstanbul’daki evinde arka odada otursa da salonun ışığını söndürmez, “Gelmek isteyen olursa evde yokuz sanmasın!” derdi. Geri dönüp gitme ihtimali olan misafiri bir ampulde boşa yanan elektriğe tercih ederdi…
Ali Açıl ağabey, son ziyaretinde torunları Nesibe ve Munise’yle görünüyor…
Dedeydi babam benim…
Torunlarına hep cömert, hep sevecen, sürprizlerle doluydu. Yatağa uzanınca sırtıma çıkın der, minik torunları tepesinde oyun oynarken öğle uykusuna yatardı…
Ağzı dualıydı…
Diline pelesenk olmuş ‘meccanen affedilme’ duasıyla, Efendimiz’i (sav) anmamız için yaptığı salavat himmetleriyle, vefatında pantalon cebinden ayrı, yelek cebinden ayrı çıkan elinden hiç düşürmediği tesbihleriyle ağzı dualıydı…
Kuran aşığıydı…
Dükkanında mahalledeki çocukların adını bir deftere yazar, her sure ezberleyene para ödülü vererek takip ederdi. O yurtdışına gittiğinde annemin yanında uyur, uyku öncesi sure ezberi çalışırdık. Babam geri geldiğinde yeni bir sure ezberlemiş olur, onun heyecanını görerek bunun büyük bir başarı olduğunu hisseder, hemen harçlığımızı alır cüzdanımıza koyardık. Kuran öğrenilsin, ezberlensin diye çabalardı…
Kibardı babam…
Bir hafta önce, “Babacım, çenene yemek geldi!” diye uyardığımda şu örneği vererek bana nezaketi tembihledi. ‘Bir gün yemekte pirinç pilavı yerken pirinç tanelerinden birkaçı bir beyin sakalına dökülmüş. Hizmetçisi, ‘Efendim, gül dalına bülbül kondu’ demiş. Bana nezaketi de nazikçe öğütleyecek kadar kibardı…
Hiperaktifti…
Uyur uyanır fikir değiştirir, plan yapar, telefon gelir başka plana geçerdi. Bileti alınır, tarihi değiştirmek ister, yola çıkar başka yöne direksiyon kırardı. ‘Yemek sipariş edelim’ deyip siparişleri toplarken, buzdolabından taze fasülye ısıtıp yerdi.
Düşer kalkardı babam…
Cami yolunda düşer ameliyat olur, evde düşer yerde dinlenip yavaşça kalkar. Küvette düşer, oturup banyosuna devam eder. İşi bozulur, tekrar toparlar, hasta olur ilaç içer bekler. Çok düşerdi ama söylenmeden şikayetlenmeden ağlamadan kalkar yoluna giderdi…
Göçerdi babam…
Önce Çin sonra Etiyopya sonra Tanzanya sonra Kanada… Yeni ülkesinde vatandaşlık pasaportunu alır almaz Polonya, İngiltere, Belçika, Almanya, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Yunanistan, Fransa…
Hep uçar, hep göçerdi babam benim. Son uçuşunda geri gelmedi, ötelere göçtü babam benim…
—
- Babamın ‘Anacığım, morum, sekreterim’ diye hitap ettiği, ortanca kızı Melike Eldem…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***