Deniz ÇAKMAK
Geçen yaz aylarında İthaki Yayınları’nın küçülme gerekçesiyle kadroya henüz alınmış, tazminat hakkı olmayan çalışanlarını işten çıkarttığı, kalan çalışanların da muhatap bulamadıklarını ifade ettiği bir belirsizlik sürecinin başlattığı kriz basına yansıdı. İthaki Yayınları, çalışanların beyanlarının ardından yazılı bir açıklama yayınlayarak “iddiaların gerçeği yansıtmadığını”, “işçilerin haklarıyla ilgili istişare ve müzakere zeminini açık tuttuklarını” ifade etse de yayınevi emekçilerinin sorunları ne bu krizle başladı ne de tek bir yayınevinden ibaret.
İşverenlerin bu alandaki örgütsüzlüğü, emekçilerin aşil topuğu olarak gördüğü bir ortamda, özellikle entelektüel iş kollarındaki freelance çalışma koşulları her geçen gün yaygınlaşıyor. Bunun hem yayıncılığın niteliği için hem de yayınevi kadrolarında çalışan ya da parça başı işlerle geçinmeye çalışan emekçiler için çıktıları tartışılmaya muhtaç.
İçinden geçtiğimiz ekonomik krizde daha görünür hale gelen bu sorunlara, Uykusuz Editörler Manifestosu başlıklı bir metinle isyan eden yayınevi çalışanları, yakın zamanda kurdukları Yayınevi Emekçileri Platformu ile meslektaşlarına da bir çağrı yapıyor: “Pili bitik laptoplarımızdan gayrı kaybedecek neyimiz var? Oysa kazanacağımız koca bir yaşam var!”
Biz de bu çağrının hayatiyetini, güvencesizlik koşullarını, sektörde “pili bitik laptopların” çalışanlar için ne anlama geldiğini yayınevi emekçileri Hülya Hatipoğlu, Özlem Akcan, Rojhat Turgut ile konuştuk. Onlar da platform adına ortak yanıtlar verdiler.
Yakın zamanda BirGün gazetesinde yayınevi emekçilerine yönelik Uykusuz Editörler Manifestosu başlıklı bir çağrı metni kaleme aldınız ve ardından bir platform kurdunuz. Yayınevlerindeki güncel sömürü koşulları çok uzun zamandır konuşuluyor ancak bu çağrı metninden önce sektörde resmi bir sendikal girişim var mıydı ya da halihazırda kurumlar işlevsel değil miydi, bu ihtiyaç nasıl doğdu?
Türkiye’deki yayınevlerinde çalışan emekçilerin üye olabileceği sendikalar var ama editörlerle depo, satış gibi departmanlarda çalışan emekçilerin işkolları farklılık gösterdiği için sendikaları da farklı olmak zorunda. Ayrıca çoğu yayınevinde 50 kişinin altında emekçi çalıştığı için çoğunluk aynı sendikaya da üye olsa toplu iş sözleşmesi maalesef yapılamıyor. Sendikal örgütlenmeyi katiyen hafife almıyoruz ama yukarı bahsettiğimiz yapısal sorunlar nedeniyle yayınevi emekçilerinin sendikal örgütlenmeleri çalışma şartlarını iyileştirmeye yetmiyor. Yıllardır katlanarak artan emek sömürüsüne karşı örgütlü mücadele yürütebilmek ve çalışma şartlarını iyileştirmek için nasıl bir yol izleyeceğimize karar verebilmemiz için bizlerin önce bir araya gelmesi gerekiyordu.
‘ARTIK DÜPEDÜZ HAYATTA KALMA MÜCADELESİ’
Yayınevleri ile ilgili problemler genelde editörler ve çevirmenlerin iş yükü ve aldıkları ücretler arasındaki orantısızlık üzerinden konuşuluyor ancak bir de yeteri kadar görünür olmayan dizgiciler, redaktörler, tasarımcılar var. Bize biraz bu sektörün diğer iş kollarındaki koşullardan da bahsedebilir misiniz?
Görünür olmayanları da kattığımızda kitap üretim çarkını döndüren iş kollarını şöyle sıralayabiliriz: yayın koordinatörleri, yayın sekreterleri, telif hakları sorumluları; lektörler, (yönetici ya da alan editörlüklerine ayrılabilen) editörler, redaktörler, düzeltmenler, dizinciler, son okumacılar; grafik tasarımcılar, mizanpajcılar, dizgiciler… Tabii bu çeşitlilik ancak ideale yakın yayınevi yapılanmalarında görülebilir, bunun örnekleri de azdır piyasada. Yaygın olansa, farklı profesyonellik alanlarına giren ya da birkaç kişilik işlerin tek bir kişide toplanması, dolayısıyla çok ağır yükler ve 7/24 mesailer; yanı sıra pek çok işin de freelance çalışanlara yaptırılmasıdır. Dolayısıyla, bir “sektör”den bahsedip bahsedemeyeceğimiz tartışılır.
Geçmişte de şartların çok iyi olmadığı kabul edilse de, son yılların giderek ağırlaşan ekonomik koşullarında, (üst düzey yöneticileri hariç tutarsak) artık düpedüz bir hayatta kalma mücadelesi vermek zorunda yayınevi emekçileri. Aylık/yıllık kitap üretim ve gelir hedefi rakamlarıyla ters orantılı çalışan sayısına yüklenen çok ağır iş yükü ve kesintisiz denebilecek mesailer ile, değil bu iş yükünün, normal bir mesainin bile karşılığı olamayacak düzeylerde tutulan maaşlar söz konusu çünkü.
‘ŞARTLARIN İYİLEŞTİRİLMEMESİ NİTELİĞİN DÜŞMESİNİ TETİKLİYOR’
Bu üretim çarkını dışarıdan freelance iş yaparak döndürenlerin durumu çok daha vahim elbette. İlk akla gelen sigortasızlık olsa da, en az bu kadar önemli başka sorunları da barındıran bu “güvencesiz çalışma” şeklinde, hem düzenli bir gelir garantisi yoktur (diğer sosyal haklardan bahsetmiyoruz bile) hem de kadrolu bir yayınevi çalışanı kadar iş üretilse bile, bununla kıyaslanamayacak kadar düşük ücretlendirme yapılır. Üstelik, son birkaç yıldır (mümkünse zam yapmamaya meyilli bazı yayınevleri dışında) maaşlara yılda iki zam uygulanırken, freelance işlerin birim ücretleri yıllarca sabit tutulabiliyor.
Bu ücretlendirme politikasının yanında, freelance çalışanlar, yayınevlerinin “yatırım/işletme giderleri” adı altında bütçelediği; bilgisayar, yazılım lisansları, internet/elektrik/su/ısıtma/mekân kirası vb harcama kalemlerini de üstlenmiş olur. Bu tabloda freelance iş ücretlendirmelerinin çok daha yüksek olması gerektiği çok açık olsa da, piyasanın karar alıcıları bu şartları iyileştirmeyi hiç düşünmeden hareket ederek, aslında niteliğin düşmesini de tetiklemiş olur.
‘KİRAYI VE FATURALARI DÜŞÜNEN BİR FREELANCE EDİTÖR ZİHNİNİ NASIL İŞE VEREBİLİR?’
Terazinin ne ölçüde dengesizleştiği örnekler üzerinden daha iyi anlaşılır. Ayda birkaç kitap redaksiyonu karşılığında eline iyi ihtimalle bir asgari ücret bile geçmeyecek bir freelance editör, aklında kira, elektrik, su, doğalgaz, internet aboneliği vb giderlerini nasıl ödeyeceğini döndürürken zihnini nasıl işe verebilir? Üstelik, yeniden iş alabilmesi, yaptığı işin “kalitesi”ne bağlıyken… Yaşayabilmek için ayda dört kitap yapmak zorunda kalan bir freelance editör/redaktör kitap başına ortalama bir hafta zaman ayırabilir bu tabloda. Oysa bir hafta, kitabın niteliğine göre bazen hakkıyla bir “düzelti” okuması yapmak için bile yetmeyebilir. Çoğu yayınevi emekçisi, uzun mesai gerektirecek sorunlu işlerin freelance çalışanlara kaydırıldığını bilir, çünkü yayınevinde birkaç kişilik iş yapılıyordur zaten.
‘EKONOMİK KRİZ SEKTÖRÜN KIRILGANLIĞINI GÖSTERDİ’
Bir diğer yandan da, aylık geliri asgari ücretin altında bir freelance yayınevi emekçisi, vergi istisnasından yararlanabilmekte midir? Hayır. Çünkü yayınevleri, onlar adına gelir vergisi de öder.
Sonuç olarak, son birkaç yıldır yayınevi emekçilerine İstanbul başta olmak üzere büyük şehirleri terk etmekten ya da başka mesleklere yönelmekten ya da her ikisine birden başvurmaktan başka seçenek bırakmayan bir “sektör”den bahsediyoruz şu anda. Derinleşmeyi sürdüren bu ekonomik kriz, “sektör”ün yeni olmayan bu yapısal sorunlarla aslında ne kadar kırılgan olduğunu da gösterdi. Bir vadede bu yapısal sorunlar elbette sadece yayınevi emekçilerinin sorunu olmaktan da çıkacaktır.
‘SINIF BİLİNCİ KRİZ ANLARINDA, MÜCADELE İÇİNDE YEŞERİR’
Entelektüel iş kollarında ve kültür-sanat sektöründe çalışanlara işin popüler kimliği nedeniyle işçi gözüyle bakılmıyor genelde, “keyifli iş” etiketi yüzünden aynı manipülasyon çalışanlar üzerinde de etkili oluyor bazen. Yayıncılık sektörü çalışanları nasıl tanımlıyor kendini? Çalışanlar açısından da aşmanız gereken bir sınıf bilinci engeli var mı örgütlenirken?
“Keyifli iş” ya da başka bir etiket üzerinden manipüle edilen ve daha kolay sömürülen yayınevi emekçileri çoğunlukla henüz yolun başındaki gençler oluyor diyebiliriz sanırım. Bu genç yayınevi emekçilerinin daha sektörle tanıştıkları ilk anda sınıf bilinciyle donanmış bir şekilde emeğin saflarında yerini almasını beklemek mücadelenin dinamikleri açısından pek de gerçekçi değil zaten.
Sınıf bilinci, çoğu durumda kriz anlarında ve mücadele içinde yeşerir ve gelişir. Hatırlarsak, biz de benzer birkaç sorunun ardından bir araya gelme iradesi gösterebilmiştik. O yüzden şu an, daha yayınevi emekçilerinin örgütlenme mücadelesi gibi çetin bir yolun başındayken sektörde çalışan binlerce arkadaşımıza dair sınıf bilinci eksikliği tespitinde bulunup buraya odaklanmaya, bunu bazılarının sıkça söylediği üzere “yayınevi çalışanlarının örgütlenmesinin çok zor olduğuna, hatta mümkün olmadığına” dair bir önerme gibi dillendirmeye değil; en temel sorunlarımıza odaklanıp taleplerimizde ısrarcı olmaya, alabildiğine çok sayıda arkadaşımızla bir araya gelmeye ihtiyacımız var. Zorluklara ve eksiklere değil, imkânlara ve gücümüze odaklandığımızda bütün engellerin üstesinden gelebileceğimizi düşünüyoruz.
Yayıncılık sektörü çalışanlarının kendilerini nasıl tanımladıklarına gelirsek: Belki önceleri dediğiniz gibi bir “kendini işçi sınıfının dışında tutma” eğiliminden bahsedilebilirdi. Ancak bugün gördüğümüz hatta bizzat yaşadığımız tabloda, neredeyse emeğin en güvencesiz bölüğü içinde yer alan yayınevi emekçilerinin hayatı böylesi bir illüzyona imkân vermeyecek kadar zorlu. Sigortasız, güvencesiz, esnek çalışma adı altında 7/24 çalıştırılan, asgari ücret ortalamasında ücretlere talim eden yayınevi emekçileri bu zorlu hayatın altından ancak haklarını savunmaktaki ısrarları ölçüsünde kurtulabilecekler. Bunun farkındayız ve bu yüzden bu platformda bir araya geldik.
‘YAYINEVİ EMEKÇİLERİ YAPTIĞI İŞE YABANCILAŞIYOR’
Esnek ya da parça başı tabir edilen çalışma biçimi bütün sektörlerde çok yaygın, buna kadrolu çalışanlar için işsizlik sopası, freelance çalışanlar için de güvencesizliği norm haline getiren bir sistem olarak itiraz ediliyor. Sektörde emek gücünün sermaye tarafından bu yönde seferber edilmesinin gelecekte yayıncılık açısından çıktıları neler olur?
Bu çalışma rejimin kesin sonuçlarını bugünden kestirmek elbette pek kolay değil çünkü buna karşı yürütülecek mücadeleye de bağlı. Ancak birkaç tehlikeye işaret edilebilir belki. İlk olarak güvencesizlik, çalışanlar açısından yayıncılık alanında kalmayı zorlaştıran bir şey. Hayatındaki pek çok maddi imkansızlığa rağmen bu alanda kalmakta ısrar eden insanlar bir noktada ya sektörü terk etmek ya da aynı zamanda başka işler yapmak durumunda kalıyor. Bunun doğal sonucunun yayıncılığın niteliğinde bir düşüş olacağını söyleyebiliriz. “Kalifiye” diyebileceğiniz; bir kitabı bulan, çeviren, tashihine bakan, tasarlayan, çizen, tanıtan pek çok insanın parça başı işlerle hayatta kalmaya çalışırken gerekli özeni gösterip de nitelikli işler çıkarmalarını beklemek mantıksız olur. Yani eğer yayıncılıkta kalmakta ısrar ederse geçinmek için daha fazla iş almak, elindeki işi “hızla” bitirmek zorunda. Fabrikalardaki “hadi hadi” düzenine benzer biçimde işleyen bu çalışma tarzında yayınevi emekçileri aynı zamanda yaptığı işe, yarattığı ürüne de yabancılaşıyor.
‘YAPAY ZEKÂ DA SERMAYE SEFERBERLİĞİNİN TEMEL EĞİLİMLERİNDEN BİRİ OLACAK GİBİ GÖRÜNÜYOR’
Yayınevleri açısından dışarıdan parça başı iş yaptırıp freelance işçi çalıştırmanın temel motivasyonun “nitelikli yayıncılık” değil de maliyet azaltma ve daha fazla kâr etme olduğunu düşününce bu motivasyonun patronlara başka neler yaptırabileceğine de bugünden bakmak gerek. “Maliyet kısmanın” yollarından biri olarak; çevirmenin, çizerin, tasarımcının yapacaklarını yapay zekâya yaptırmak da yayıncılık alanında sermaye seferberliğinin temel eğilimlerinden biri olacak gibi görünüyor. Bunun sonucu patronlar açısından daha fazla kâr olur şüphesiz. Ancak okurlar ve yayınevi emekçileri açısından ne anlama geldiğini ve çıktılarını daha geniş soluklu bir biçimde tartışmamız gerekecek.
Bugüne kadar çalışanlarıyla toplu sözleşme imzalamış herhangi bir işyeri var mı bu alanda?
Maalesef yok. Bir yayınevinin toplu iş sözleşmesi imzalayabilmesi için çalışanlarının %50+1’inin aynı sendikaya üye olması gerekiyor. Ama yayınevi bünyesinde çalışan emekçilerin işkolları farklı olduğu için aynı sendikaya isteseler de üye olamıyorlar. Çoğu yayınevinin 50 çalışandan az olması da ayrı bir engelken bir de büyük yayınevlerinde farklı marka ve şirketler devreye girdiği için aynı işi yapan iki editörün sigortalı olduğu şirketler bile farklılık gösterebiliyor.
‘DENEYİMLİ EDİTÖRLER BİLE ASGARİ ÜCRETİN BİRAZ ÜZERİNDE MAAŞLAR ALIYOR’
Aciliyetle çözülmesi gereken sorunları neler yayınevi emekçilerinin?
Yayınevi emekçilerinin freelance olsun ya da olmasın pek çok sorunu var. Ama ilk iki sıraya ücret ve fazla mesai saatlerini yazabiliriz. Pandemi ve ardından gelen ekonomik krizle birlikte büyük yayınevleri bile kârdan zarar etmemek adına çalışan sayısını azaltmayı seçip krizin faturasını emekçiye kesti. Çok sayıda arkadaşımız bir andan işini kaybederken geriye kalanlar da ağır iş yükü altında ezilmeye mahkûm edildi. Yayıncılık sektöründe taban fiyat uygulamasının olmaması daima bir sorundu ama maaşlar geçinmenin mümkün olmadığı rakamlara kadar geriledi. Yıllarını bu alana vermiş deneyimli editörler bile asgari ücretin biraz üstünde maaş almaya başladı.
Çağrınıza geri dönüşler oldu mu?
Elbette birçok meslektaşımızdan dönüş oldu ama daha fazlasının bizlere ulaşmak istese de hâlâ çekindiğini biliyoruz. Bizim şu an için öncelikli amaçlarımızdan biri de benzer kaygılarla aramıza katılmaya çekinen meslektaşlarımıza ulaşmak ve birlikte hareket edebilmek.
* Dayanışma ağının bir parçası olmak isteyen tüm yayınevi çalışanları [email protected] adresinden Yayınevi Emekçileri Platformu’na ulaşabilir.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***