Slavoj Žižek
“Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.”
(“Hakkında konuşulamayan şey konusunda sessiz kalmalı.”)
Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, 1921
Artı Gerçek – Tractatus’un bu son önermesinde Ludwig Wittgenstein imkansızı yasaklamaktadır. Ama bir insan kendi içinde zaten imkânsız olan bir şeyi neden yasaklar? Yanıt görece kolay: Eğer bu yasağı görmezden gelirsek Wittgenstein için ‘anlamsız’ ifadeler üretmeye başlarız; tıpkı numen alanı üzerine spekülasyonların Immanuel Kant’ın felsefesinde anlamsız olması gibi (psikanalist Jacques Lacan, ensest yasağının imkansızı mümkün kılmak biçiminde sonuçlandığını ileri sürerek bu yasağı benzer bir biçimde nitelendirmişti: eğer ensest yasaklanmak zorundaysa, bunun anlamı yasağın ihlal edilebilir olduğudur). Ancak Wittgenstein’ın önermesinde bir müphemlik söz konusu; Almanca nicht … kann kalıbının ikili anlamında yer alan bir müphemlik bu. Basit, düz anlamıyla imkânsızlık anlamına da gelebilir bu; deontik (ahlaki) bir yasak anlamına da: “Bu biçimde konuşamazsın / davranamazsın!” Böylelikle bu son önerme bizzat Wittgenstein tarafından niyet edildiği biçimiyle radikal ontolojik bir anlamda da okunabilir –hakkında konuşmanın imkânsız olduğu şeyler vardır, metafizik spekülasyonlar gibi– konformist ahlaki bir anlamda da okunabilir: “Hakkında konuşmana izin verilmeyen şeyler konusunda çeneni kapa!”
Fakat etik buyruk bu konformist ‘bilgeliğin’ tam karşıtıdır. Holokost gibi, Komünistlerin tasfiyesi gibi ya da sömürgeci felaketler gibi korkunç şeyleri sessizlikle geçiştiremeyiz (günümüz Çin’inde olduğu gibi). Bunları ortaya çıkarmak zorundayız. Totolojik kinik bilgelik, “Hakkında konuşulamayan şey konusunda sessiz kalmalı”, bu etik buyruğun karşıtıdır, çünkü etik bir okumada şu anlama gelmektedir: Bu konu hakkında sessiz kalamayacağını biliyor olsan dahi onun hakkında konuşma, çünkü onun hakkında konuşmak çok fazla tehdidi üzerine çekmen anlamına geliyor.
Düz anlamıyla totoloji hakkında ne demeli o halde? “Hakkında konuşulamayan şey konusunda sessiz kalmalı” şiiri tanımlıyor: Şiir, söylenemez olanı –hatırlatmak ve çağırmak için– sözcüklere dökme girişimidir ve bu, tam olarak Holokost gibi travmatik olaylar için geçerlidir. Holokost’un korkunçlukları üzerine şiirsel olmayan her türlü betimleme Holokost’un travmasını yansıtmada başarısız olmaktadır. Auschwitz’den sonra şiirin imkânsız olduğu yönündeki ünlü iddiasıyla Adorno’nun yanılmış olmasının nedeni budur: Artık mümkün olmayan şey nesirdir, çünkü işi ancak şiir yapabilir. Şiir, imkansızlığın bir dile kaydedilmesidir: Bir şeyi doğrudan söyleyemediğimiz ama yine de konuşmakta ısrar ettiğimiz zaman, kaçınılmaz bir biçimde tekrarlara, ertelemelere, dolaylı anlatıma, sürpriz kesintilere vs. yakalanırız. Klasik şiirin ‘güzelliğinin’ (simetrik kafiyeler vs.) ikincil olduğunu; şiirin, esas itibariyle, iletişimin temel başarısızlığını ya da imkansızlığını telafi etmenin bir yolu olduğunu daima hatırda tutmalıyız.
Fakat bu, Wittgenstein’ın iletişim üzerine son sözü değil. Daha Tractatus’ta bile ‘söylemenin’ (Sprechen) karşıtı olarak iş gören bir başka terimi devreye sokar: “göstermek” ya da “sergilemek” (Zeigen). Böylelikle şunu da söyleyebiliriz: Wovon man nicht sprechen kann, dass zeigt sich (Hakkında konuşulamayan şey kendisini gösterir).
Bu ifadenin evriltilmiş hali, Was man nicht zeigen kann, darüber muss man sprechen “Gösterilemeyen şey hakkında konuşmalı,” amiyane bir sağduyu mefhumudur, çünkü ‘gösterme’yi, bir kimsenin dış görünüşünü görmek şeklinde örneklenebilecek olan ‘açıkça önümüzde mevcut olan şey’ biçimindeki açık anlama indirger. Bu durumda argüman da şu hali alır: Bir kimsenin nasıl göründüğüne odaklanmak o kimsenin daha derindeki tinsel hakikatini yadsır – yalnızca onu betimleyen sözcüklerle yansıtılabilecek bir hakikat. Bu akıl yürütme çizgisine karşı en temel Hegelci soruya odaklanmalı: “Görünüşün altındaki sır nedir?” sorusuna değil, “Bir şey her şeyden önce neden görünme gereksinimi içindedir?”
Kısacası, Wittgenstein’ın ‘gösterme’sinin saklı olana karşıt olarak ‘görünür’ olanla hiçbir ilgisi yoktur. Daha ziyade bu ‘gösterme’ görünüşlere odaklandığımızda yadsınan bir görünüş formudur. Wittgenstein burada Marx’ı ve Freud’u takip etmektedir; her ikisi de hakiki gizemin (sırrın) görünürde olanın Ötesinde olmadığını, bizzat görünür olma formu olduğunu ileri sürüyordu: Marx’ta meta formu, Freud’da rüyaların formu.
Zeigen (gösterme) ile schweigen (sessiz kalma) arasındaki fark, schweigen’ın bir eylem olmasına (Konuşmamaya karar veriyorum; ama bu zaten ve çoktan sözün alanında olduğum anlamına geliyor, bir taş ‘sessiz kalmaz’) karşılık, zeigen’ın istemeden gerçekleştirilmesidir: Zeigen, konuştuğum sırada ne yapmaktaysam onun bir yan ürünüdür. Neyi göstereceğime karar vermem (ve veremem). [Wittgenstein’ın “Gösterilebilir olan şey söylenemez” örneğinde olduğu gibi çeşitli versiyonlar halinde formüle ettiği] bu görü, sözcüklerin ötesindeki dile getirilemez bir derin Hakikate yönelik bir ima olarak okunmamalıdır. Daha ziyade, söylenebilir olmayan, bütünüyle söylemenin bir parçasıdır – söylemek suretiyle sergilenen formdur; bir şeyler söylediğimizde yaptığımız şeydir. Wittgenstein’ın kendi ‘dürüstlük’ örneğine ‘haysiyeti’ ekleyebiliriz: Kendi haysiyetinizden ya da dürüstlüğünüzden söz etmeniz sizi ne haysiyetli ne de dürüst yapar. Aksine, dürüstlük ve haysiyet sadece yapmak suretiyle –dürüst ya da haysiyetli bir kimse olarak eylemek suretiyle– gösterilebilir/sergilenebilir. Bu, sıklıkla ‘Hugh Grant paradoksu’ (Dört Nikah Bir Cenaze filminin ünlü sahnesine referansla) olarak gönderim yaptığım şeyi hatırlatıyor. Kahraman, maşuka aşkını ifade etmeye çalışırken tökezlemeye ve şaşkınca tekrarlara düşmeye başlar; fakat kendisinin aşk mesajını iletmekteki bu beceriksizliği bu aşkın otantikliğine olabilecek en mükemmel tanıktır. Tam da aşkı hakkında konuşma beceriksizliği içerisinde aşkını gösterir/sergiler (elbette kasten bu türlü beceriksizlik numaraları da gösterebilir olmamıza rağmen). Burada “meta-dil diye bir şey yoktur” fikrinin Wittgenstein versiyonuyla ilgileniyoruz: bir söz ediminin, kendi söylediği şeyi kendi formu içerisine, bizzat kendi edimi içerisine yerleştiremeyeceği fikri. Jon Elster bu özelliği “esas bakımından yan ürün olan durumlar” biçimindeki fikri içerisinde eklemledi:
“Bazı psikolojik ve toplumsal durumlar, sadece, başka birtakım amaçlar için girişilen eylemlerin yan ürünleri olarak meydana gelebilir olma niteliğine sahiptirler. Yani asla anlayışla ve kasten meydana getirilemezler, çünkü bunu yapma girişimi tam da bir kimsenin meydana getirmeye çalıştığı şeyi olanaksızlaştırır. Bunları “esas bakımından yan ürün olan durumlar” diye adlandırıyorum. Bireysel ya da kolektif eylemin yan ürünleri olarak belirebilecek pek çok durum vardır; ama bu, yalnızca bu biçimde meydana gelebilecek durumların bir altkümesidir. Bu durumların bazıları oldukça kullanışlı ya da arzulanır niteliktedir ve dolayısıyla da bunları meydana getirme çabasına girmek oldukça ayartıcıdır. Bu türlü girişimleri “istemedeki bir fazlalık” olarak, hayatlarımıza yayılan ve belki de gittikçe daha çok yayılan bir hubris formu olarak adlandırabiliriz” (“States that are Essentially by-products”, Social Science Information, vol.20, no.3, 1981.)
Elster tarafından sunulan pek çok örnek (“İyi sanat etkileyicidir; etkileyici olmak için yapılmış sanat ise nadiren etkileyicidir” gibi) arasından bir tanesini otantiklik ve samimiyet konusunda zikretmek gerekiyor: “Samimiyet ve otantiklik terimleri, tıpkı bilgelik ve haysiyet terimleri gibi, birinci tekil şahıs çerçevesinde devreye sokulduklarında, tekabül eden durumların esas itibariyle yan ürünler olduklarını aksettirmek suretiyle, daima biraz gülünç bir hava taşırlar. … Başka bir şey hakkında konuşarak adlandırılamaz olanı adlandırmak asketik bir pratiktir ve kendi kendini tebrik etmekle iyi gitmez” (a.g.y.). Elster burada adlandırılamaz olandan söz ediyor ve bu da bizi tekrar Wittgenstein’a getiriyor: Samimiyetin ve otantikliğin adlandırılamaz olduğunu, yalnızca uygulanmak suretiyle gösterilebilir/sergilenebilir olduğunu söyleyebiliriz. Bu ders, 1950’lerden bu yana kültürümüze yayılmış bulunan ve ideoloji-ötesine yeni bir itilim sağlayan otantiklik kültüne ağır bir darbe indirmektedir: “Kendine karşı dürüst ol; kendini ne olarak hissediyorsan onu üstlenmekten korkma!”
Bertrand Russell’a göre (Tractatus’un orijinal İngilizce basımına yazdığı Önsöz) Wittgenstein söylenemez olan hakkında epey şey söylemeyi başarmıştı. Onun bu nüktesini izleyerek Elster’in de ‘adlandırılamaz’ olduğunu ilan ettiği bir boyut hakkında epey şey söylediğini söyleyemez miyiz? Ancak bu serzeniş meseleyi kavramamak olur. Elbette bir söz ediminin neyi gösterdiği ya da sergilediği üzerine konuşabiliriz, ama birinci tekil şahıs olarak değil: Kendime otantik olarak, haysiyet sahibi olarak işaret edemem. Eğer bunu yaparsam kendi otantikliğimin ve haysiyetimin altını oymuş olurum. Bunlar yalnızca eyleme biçimim içinde kendilerini gösterebilirler. “Bir üst-dil yoktur” ifadesi tam olarak bu anlamda anlaşılmalıdır: Dile dökme konumumu (haysiyet sergiliyor olabilir) dile dökülen içeriğimin içine dahil edemem.
Ve günümüzün küresel politik uzamındaki iki kutup olan otoriter milliyetçilik ile iptal kültürünün her ikisi için de benzer bir şey söz konusu değil mi? 29 Eylül 2023’te Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov “Moskova’nın Ukrayna konusunda tartışmaya hazır olduğunu bildirdi; meseleyi olayın geçtiği yerde ve Rusya’nın güvenlik çıkarları temelinde ele almak şartıyla” (Lavrov: Rusya konuşmaya açık, fakat sadece Ukrayna iki koşulu yerine getirirse”, msn.com’da). Bu şu anlama geliyor: “Barış müzakerelerine hazırlıklıyız; Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edilmiş toprakların Rusya’ya ait olduğunu kabul etmesi ve politikasını radikal bir biçimde değiştirmesi şartıyla. Kısacası Ukrayna’nın teslim olması şartıyla.” Batılı liberal yaklaşım sıklıkla sömürgecilik karşıtı eleştirmenler tarafından buna yakın bir çerçevede sorunsallaştırılmıştır. Bu eleştirmenler Batılı liberaller için demokratik mübadelenin, gizlice Batılı demokrasi-ve-özgürlük mantığını dayatan terimlerle formüle edilmiş olduğu, böylelikle de liberal çoğulculuğa dahil olmanın Batılı değerlere teslim olmak anlamına geldiği iddiasındadırlar. Lavrov sömürgecilik karşıtı eleştirmenlerin mantığını en saf formu içinde öne sürmektedir. Wittgensteincı terimlerle, Lavrov müzakereler hakkında konuşmaktadır, fakat sözüyle gösterdiği/sergilediği şey müzakerenin tam karşıtıdır – bir kimsenin kendi konumunu gaddarca ve dışlayıcı bir biçimde tahkim etmesi.
Aynı çerçeve içerisinde, kolaylıkla, Hegel’i, kapsayıcılığı ve çeşitliliği sistematik bir dışlama amacındaki bir prosedürün içine doğru ters yüz etmenin açık (Hegel için açık) gerçekliğini ortaya çıkarmanın verdiği tekrar eden entelektüel orgazmı yaşarken hayal edebilirim. Onun da sorabileceği gibi, “Liberal Solun bileşenleri, bir yandan gigleri, komedi şovlarını, film gösterimlerini, dersleri ve karşılıklı konuşmaları iptal etme etrafında dönüp dururken, ‘İptal Kültürünün’ hakkın/hukukun bir hayaleti olduğu fikrini daha ne kadar sürdürebilirler?” (Suzan Moore’un “Banning free speech in the name of inclusivity and diversity is the Fringe’s sickest joke” başlıklı metninde aktarılıyor, msn.com). İptal kültürüne “hiçbir-tartışma-yok-duruşu” nüfuz etmiş durumdadır; yalnızca bir kişi ya da bir konum değil, bizzat tartışma dışlanmaktadır; dışlama lehine ya da aleyhine argümanların karşılaşması dışlanmaktadır. Hegel burada Lacan’ın dile dökülen içerik ile dile dökmenin altta yatan duruşu arasındaki boşluk adını verdiği şeyi seferber ederdi. Bir başka deyişle, Hegel, çeşitlilik ve kapsayıcılık adına argüman geliştirdiğinize, fakat bunu kendi çeşitlilik ve kapsayıcılık tanımınızı tam olarak kabul etmeyen herkesi dışlayarak yaptığınıza –dolayısıyla bütün yaptığınızın insanları ve duruşları dışlamak olduğuna– işaret ederdi. Bu yolla, kapsayıcılık ve çeşitlilik mücadelesi Stasi benzeri bir kuşku ve ihbar atmosferinin doğmasına yol açmıştır. Özel bir düşüncenizin kamusal alandan ayıklanmanıza ne zaman yol açacağını asla bilemediğiniz bir atmosfer… Burada, son yamyamı yemek biçimindeki şakanın ekstrem bir versiyonuyla karşı karşıya değil miyiz? “Bizim grubumuzda çeşitlilik ve kapsayıcılık karşıtı kimse yok – sonuncusunu az evvel dışladık.”
Böylelikle Wittgensteincı terimlerle, İptal Kültürü çeşitlilik ve kapsayıcılık hakkında konuşurken ekstrem bir dışlama duruşunu gösteriyor/sergiliyor. Kapsayıcılığın dışlama biçiminde ters yüz edilmesi aynı zamanda Hegelci diyalektik ters çevirmeye de uyuyor; yani dışsal bir tehdidin içkin bir antagonizmaya doğru yer değiştirmesi – Elster’in oldukça açık bir biçimde, şimdilerde moda olan tehdit altındaki demokrasi mefhumuyla ilgili olarak işaret ettiği gibi: “Demokrasinin tehdit altında olduğu müşterek görüşü ters çevirebilir ve demokrasinin kendisinin tehdit olduğunu, en azından kısa-vadeci popülist formu içinde böyle olduğunu ileri sürebiliriz (‘Some Notes on ‘Populism”, Philosophy and Social Criticism, vol. 46, no. 4, 2020). Tam olarak İptal Kültürünün durumunda olduğu gibi kapsayıcılık ve çeşitlilik karşısındaki tehditler, ekstrem dışlamayı gösteren/sergileyen bir biçimde uygulandıkları zaman, kapsayıcılık ve çeşitliliğin bizzat kendileridirler.
* Makalenin orijinali, Philosophy Now sitesinde yayımlanmıştır.
* Makale, Artı Gerçek için Abdurrahman Aydın tarafından tercüme edilmiştir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***