PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Rus işgali, Atlantik topluluğunu, özellikle de NATO’yu güçlü ve birleşik bir yanıt vermeye zorlayan bir krizi tetikledi. Bu yanıtın önemini vurgulayan çeşitli argümanlar, Atlantik topluluğunun temel çıkarlarını, etik yükümlülüklerini ve uzun vadeli stratejik düşüncelerini ortaya koyuyor.
Bunlardan birincisi uluslararası hukuk ve normların savunulması. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, devlet davranışlarını düzenleyen uluslararası hukuk ve kuralları açıkça ihlal ediyor. Uluslararası camia, böyle bir işgale karşı kararlı bir karşılık vermeliydi; bunu yaptı. Atlantik topluluğu bu ilkeleri koruyarak gelecekteki benzer ihlalleri caydırma ve uluslararası düzenin bütünlüğünü koruma konusunda ciddi bir duruş sergiledi.
İşgal, Ukrayna’nın egemenliğine doğrudan bir saldırıydı ve dolayısıyla modern uluslararası sistemin temel bir ilkesine aleni olarak meydan okudu. Devletlerin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma taahhüdü, yalnızca ahlaki bir zorunluluk değil, aynı zamanda Batı dünyasını bir araya getiren temel değerlerle de uyumlu. NATO’nun kararlı bir şekilde yanıt vermesi, ulusların bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma taahhüdünü vurguluyor ve küresel istikrarı sürdürme istikametinde bir adım.
Ukrayna’daki işgalin Doğu Avrupa’da bölgesel güvenlik üzerinde derin etkileri bulunuyor. Birleşik Batı yanıtı, Rusya’nın genişleme hırslarını dizginleme, komşu ülkelerin istikrarsızlaşmasını önleme ve genel Avrupa bölgesinde barışı koruma açısından kritik öneme sahip. Atlantik topluluğunun kolektif güvenliği, geniş çevresindeki istikrarla doğrudan bağlantılı.
Sonuç: Rus işgali, Batı’nın öncülüğünde özellikle NATO tarafından güçlü ve birleşik bir yanıt gerektiren bir krizi temsil etmektedir. Uluslararası hukuku koruma, egemenliği savunma, bölgesel güvenliği sağlama, insani endişelere yanıt verme ve saldırganlığı caydırma açısından bu yanıtın kritik bir rolü vardır. Birleşik Batı, bu zor zamanlarda Ukrayna’ya ve bölgeye destek göstererek küresel barışa katkıda bulunabilir.
Gelelim Rusya’nın perspektif ve persepsiyonuna. Rusya, NATO’nun doğuya genişlemesinden duyduğu güvenlik endişelerini ifade ediyor ve özellikle Rusya’nın sınırlarına yakın ülkelerdeki NATO varlığını ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak görüyor. Moskova, bunu Soğuk Savaş’ın sonlarındaki verilen güvencelere bir ihlal olarak değerlendiriyor.
Buna parallel olarak, Rusya, komşu ülkelerdeki Rusça konuşan nüfusun haklarını koruma sorumluluğuna sahip olduğunu iddia ediyor. 2014’teki Kırım’ın ilhakı örneğinde olduğu gibi Rusya, Rus etnik grubun ve Rusça konuşanların çıkarlarını koruma amacıyla hareket ettiğini savunuyor. Yine, Rusya ile Ukrayna arasındaki mevcut derin tarihsel, linguistik ve kültürel bağları Moskova’nın siyasi pozisyonunu vurgulayan ve askeri işgali destekleyen tezlerinden biri. Bu bakış açısı, Rusya’nın müdahalesini ortak tarihsel ve kültürel mirası savunma olarak çerçeveliyor.
Bunlar elbette ki boş ve uydurma gerekçelerdir; tamamen Rus iç siyasetine yönelik propaganda çalışmalarıdır. Hiçbir ciddi medya kuruluşu, üniversite, akademisyen veya uzman bunları dikkate almıyor.
Peki, Türkiye siyaseti çerçevesinde durum nedir? Avrasyacılık ve derin devlet etkisinden bahsetmeden bu tabii ki konuyu ele almak olanaksız. Avrasyacılık, diskursal temelde, dış politikada Batı’ya karşı daha pro-aktif (!) bir duruşa vurgu yapıyor. Avrasyacılar ve söylemleri, diametral olarak Batı karşıtı ve dolayısıyla Türkiye’nin Batı güçleriyle olan ilişkilerini ve birikimini eleştiriyor ve daha “bağımsız” ve “alternatifli” bir dış politika savuyor. Elbette bunu siz Rusya, Çin, İran gibi Batı’ya meydan okuyan, otoriter ve anti-demokratik rejimlerle işbirliği olarak okuyun. Avrasyacıların amaçları arasında Türkiye’yi Batılı hukuk devleti ve liberal demokrasi rotasından tamamen kopartmak başta geliyor.
Erdoğan, 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarından sonra bu ideolojiyi savunan Avrasyacı derin devlet unsurlarıyla işbirliğine girmek durumunda kaldı. Kurulan ittifak ya da fiili koalisyon bir aşk evliliği değil, bir mantık evliliğiydi. Fakat her iki grup da ortak amaç olarak Batı’yla ilişkileri sınırlamak pozisyonunu benimsiyordu. Çünkü hırsızlar ve darbeciler için en elverişsiz zemin, demokratik hukuk devletiydi. Bundan kurtulmak için Türkiye’nin Batı yöneliminden kopartılması ve dış politikanın 180 derece değiştirilmesi elzemdi.
Aralık 2013 süreci başlatan ve treni raydan çıkartan bir kilometre taşı. Milat ise 15 Temmuz 2016. Bu tarihten itibaren TSK tasfiye edildi ve akabinde Türkiye fiilen anti-Batı kampına yöneldi, kademeli olarak NATO ve AB ile olan ilişkilerini en düşük seviyelere indirdi. S-400’lerin satın alınması, akabinde F-35 projesinden kovulması, sonrasında F-35 alamayacak duruma gelmesi, hatta modası geçmiş F-16’ları bile satın alamamayacak bir konuma gerilemesi, fecaati ortaya koyan birkaç somut kanıttan hemen ilk akla gelenleri. Dahası Rusya’nın Ukrayna işgali sonrasında NATO yaptırımlarının hiçbirine katılmaması, açıktan Rusya ile ticari ilişkilerine ve stratejik ortaklığına devam etmesi, mutlaka vurgulanması gereken gerçekler. Bu göstergelere Rusya’ya nükleer santral inşa ettirmeyi, Finlandiya ve İsveç’e NATO üyeliği konusunda binbir dereden su getirmeyi, hâlen İsveç’in NATO üyeliğini geciktirmeyi ekleyin.
Bugün Rusya küresel anlamda Batı’ya askeri olarak meydan okurken, Çin ve İran gibi diğer otoriter/totaliter bölgesel/küresel aktörlerle işbirliği (hatta ittifak) içerisinde hareket ediyor. Çin’in global seviyedeki ekonomik yükselişi, Rusya’nın mevcut askeri gücü ve İran’ın bölgesel etkinliği, bu üçlü ittifakı daha da tehlikeli hale getiriyor ve güçlendiriyor. Bir tür “mihver devletleri” ittifaki benzeri bir tehdit ortaya çıkarken, 1930’ların savaş öncesi ortamına benzer bir ortamda bulunuyoruz. Yeni bir Soğuk Savaş’ın rüzgarları esiyor. Türkiye bu tehlikeli ortamda, tıpkı 1900’lerin başındaki gibi statüko karşıtı ve maceracı gruba yöneliyor.
Bu ortamda, Finlandiya başta olmak üzere Rusya’ya yakın mesafede bulunan devletlerde ve bölgelerde NATO ve özellikle de ABD askeri etkinliği artacak. Rusya’nın olası saldırılarına karşı caydırıcılığı artırmak, Batı Asya’da stratejik savunma kapasitesini güçlendirmek, Doğu Asya’da Çin’in yayılmacı yönelimine set çekmek gibi ciddi hamleler gerekiyor. Fin-Rus sınırındaki durum ve ABD’nin Finlandiya’da askeri üs kurma girişimlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekli.
Bu hamleler aksiyoner değil, reaksiyoner (tepkisel) hamlelerdir. Rusya’ya yanıt veren savunma girişimleridir. Rusya’nın bu hamleleri tehdit olarak algılaması ve NATO/Batı provokasyonu olarak görmesi kimseyi yanıltmasın. Kurdun kuzu postuna bürünmeye çalışması ve bunu Batı karşıtı retorik kullanarak yapması yerel ve global seviyede bazı İslamcıları veya Avrasyacıları heyecanlandırabilir. Fakat unutmamalı ki bunlar iç siyasette kitleleri uyutmaya yönelik masallardır.
Rusya- Çin -İran ittifakı (Avrasyacı grup), insan haklarını hiçe sayan, hukuksuz, otoriter/totaliter polis devletleridir. Bu ülkelerin dünya siyasetini belirlemeleri tüm dünya için bir kabus olur. Türkiye şu anda bu grubun fiili bir üyesi gibi hareket ediyor. Bu, dış politikanın çeşitlendirilmesi veya yeni işbirlikleri arayışı falan değildir, tehlikeli bir politika tercihidir, irrasyonel bir siyasettir.
Küresel siyaset analizlerinde elmalarla armutları karıştırmayan, nesnel değerlendirmeler yapmak gerekiyor. Unutmayın ki dış politika, tipik ekonomi politikası gibi, siyasetteki en objektif alanlardan biridir ve bu alan maceracılık kaldırmaz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***