(Serbest Görüş) – İki gün önce yılın en uzun gecesiydi. Farsça tabirle bu gece ‘Şeb-i Yelda’ diye bilinir ve şiirlere konu olmuştur. En çok bilineni; ‘Şeb-i Yeldayı müvakkitle, müneccim ne bilir – Mübtela-yı gama sor, kim geceler kaç saat’. Gece yalnızlığın da etkisiyle dert, gam çekilmez olur. Onun için şair haklı olarak ‘uzun geceyi derdi olana, gam çekene, sor’ der.
Hastaya gece uzun gelir. Acısıyla, dertleriyle başbaşadır. Istıraplarını paylaşacağı ne bir yakını ne de sağlık personeli vardır. Onun için Osmanlı devrinde hastanelere yakın olan camilerde sabah ezanı vakit girer girmez okunurmuş. Bir doktordan duymuş ve çok şaşırmıştım. Ne kadar ince bir düşünce ‘Ezan sabahı müjdeliyor’ çünkü.
Ama şair yanılmış. En uzun gece ‘21 Aralık akşamı’ değilmiş. Ben de öyle sanırdım. Oysa yıllarca sabahı olmayan geceler varmış. Ben bizzat yaşayarak öğrendim. Benim ‘şeb-i yeldamın’ 21 Aralık gecesiyle uzaktan yakından ilgisi yok. 21 Aralık’ı muvakkit de müneccim de bilir. Saati olan herkes fark eder. Dertli kuşkusuz daha çok hisseder; Geçmek bilmeyen dakikayı, saati ve geceyi. Ey şair şeb-i yelda üzerine yeni bir şiir yazmalısın. Bu şiir gerçeği anlatmaktan çok uzak.
Benim şeb-i yeldam başka… Bir başka şairin ‘Dakikası farksızdır aydan’ dediği türden. Çayı ne kadar karıştırırsan karıştır ne zaman erir, ne köpük köpük, duman duman vakit erir. Gece uzar da uzar, sabah olmaz, şafak atmaz, gün doğmaz. Ben tam 7 yıl sabahı olmayan uzun bir gece yaşadım.
Hayır, kelime oyunu veya laf cambazlığı falan yapmıyorum. Bir gerçeği anlatıyorum. Ey şair bilmelisin ki asıl ‘şeb-i yelda’ bu. Elbette, herkesin şeb-i yeldası başka başka olabilir. Kiminin 16 saattir, kiminin ise yıllarla ifade edilir. İşte benim, ışıltılı güneşe hasret kaldığım sabahı olmayan uzadıkça uzayan ‘şeb-i yeldam’ 7 yıldır. Bunu ancak ehli bilir, ehli anlar. Ey okuyucu umarım sen de anlarsın.
Uzun geceyi kitap okuyarak geçirdim. Kitapların kahramanlarıyla yaşadım. Geceyi kısaltmayı, duvarları genişletmeyi kitaplarla sağlamaya çalıştım. Kitapların dünyasına sığındım. Ayırt etmeksizin acılarımı dindirdim, yaralarıma merhem olsun diye kitapları sürdüm. Bu uzun gecemde delirmemek, akıl ve ruh sağlığımı korumak için kitaplar en iyi psikolojik terapim oldu.
Bunlardan ikisini bugün sizinle paylaşacağım. Eğer çevrenizde kendi şeb-i yeldasını yaşayan birileri varsa, pekala onlara bu iki kitabı okumalarını önerebilirsiniz. Hatta, alıp hediye edebilirsiniz. Kim bilir belki onların da dertlerine derman, hastalıklarına ilaç olur. Uzun gecelerini kısaltır.
İnsan anlamını ararkan kelebek olur uçar, dalgıç olur diplere dalar. Bu cümleyi iki kitabın isminden ilham alarak kurdum.
İlki, 1947 yılında yayınlanan ve milyonlarca satan Doktor Victor Frankl’ın ‘İnsanın anlam arayışı’ adlı kitabı. Benim varoluş sancım, hayata ilişkin bir anlam arayışım yok. Güneşin altında nereye döneceğimi, hangi yöne doğru gideceğimi biliyorum. Yönüm seyyar değil, rüzgara göre değişmez, sabittir. Eğer kitabın isminden gitseydim bu eseri başucu kitabı yapamazdım. İçinde bir hayat hikayesi var. Acılarla mücadele ve bir varoluş mücadelesi var.
Frankl genç bir psikiyatrist olarak kendini Nazi toplama kampında bulur. Umutsuzluğun ve sefaletin uçlarında dolaşırken yaşadıklarından bir anlam çıkarmaya çalışır. Bir günlük gibi notlar alır, kurtulmanın zor olduğu cehennem kampından çıkmanın hayallerini kurar. Pes etmez, direnir. Umutsuzluğa düşenlerin, koyverenlerin hayata tutunamadıklarını ve yok olup gittiklerini görür.
O ise bir gün buradan çıkacağını ve yaşadıklarını konferanslarda kitlelere anlatacağını, kitaplar yazarak sesini milyonlara duyaracağını hayal eder. Hiçbir işkence ve insanlık dışı muamele onu hayattan koparamaz. Frankl ‘Derin acılar mı çekiyorsunuz? Hepsinin bir anlamı var. Sakın pes etmeyin’ der. Şu sözler de onun: ‘Bir insandan herşey alınabilir, ancak bir şey dışında: Kişinin herhangi bir koşulda kişisel tutumunu ve kendi yolunu seçme özgürlüğü asla insanın elinden alınamaz’.
Doktor olmasına rağmen kampta bedeniyle ağır iş yapmaya gönderildi ama o kahrolmak yerine ‘Kabul et ve mevcut şartlar içinde kendine anlamlı yeni bir yol inşa et’ ilkesini benimsedi. Düşüncesi şuydu: ‘Her yaşamda acı vardır. Kariyerimizde, ev hayatımızda, başkalarıyla ilişkilerimizde. Hayat inişli çıkışlı bir yolculuktur. Acı ve dert kaçınılmazdır. Önemli olan acı çekmesini bilmek ve yaşanılan kötü sürecin efendisi olmaktır. Her kim ki hala yaşıyordur, o halde umutlanmak için bir sebebi vardır. Istırabın kaynağında insanın hayatına anlam verememesi gerçeği yatar’.
Frankl’ı bu felsefesi hayatta tuttu. Ve yaşam tecrübesinin ışığında ‘logoterapi’ metodunu geliştirdi. Bu hala uygulanmakta olan bir ‘hayatın anlamına odaklanan umut terapisidir’. Hayali gerçeğe dönüştü. Direnmeyen milyonların yitip gittiği kamptan sağ olarak kurtuldu. Ve konferanslar verdi. Kitaplar yazdı.
Ben de kendi kampımda onun kitabını okuyarak, ayak izlerini takip ettim ve sabaha çıkmanın hayalleriyle hayata tutundum.
Şeb-i yeldama ilaç gibi gelen ikinci kitap ise ‘Kelebek ve Dalgıç’… TRT’de önce filmini izledim. Çok etkilendim. Meğer gerçek bir hikayeymiş. Hemen kitabını edindim. Ve herkese tavsiye ettim. Yıllar önce okuduğum ve ekranda izlediğim ‘Kelebek’ romanı ve filmi değil bu. Gerçi o filmin yeni 2017 versiyonu da çekilmiş. İlki kadar da başarılı. Bir parantez açarak o Fransız filmini de öneririm. Bugün söz edeceğim kitap ve film ‘Kelebek ve Dalgıç’. Bambaşka bir hikaye.
Kitabın yazarı filmin kahramanı Fransız Elle Dergisi editörü ve yazarı ‘Jean-Dominique Bauby’dir’. Bir nevi meslektaşım. Bauby arabasıyla gidirken yolda bilinmeyen bir sebepten dolayı beyin damarlarında yaşanan bir tıkanma sonucu 43 yaşında komaya girer. Hastanede gözlerini açtığında bütün bedeni felç olmuştur. Ve sadece sol göz kapağını kıpırdatabilmektedir. Bir göz kapağı dışında ne mimik ne hareket… Hiçbir yaşam emaresi yoktur.
Tıp dilinde ‘Locked-in syndrome’ diye adlandırılan bu hastalık sebebiyle bir bitki gibi yatağa mahkum olur. Pes etmez ama. Yaşama tutunmanın yollarını arar. Göz kapağıyla iletişim kuracak kanal bulur. Kendisine gösterilen harflere evet veya hayır anlamına gelen gözünü tek ve çift kırparak dış dünya ile iletişime geçer. Ve bu yolla kitap yazar. Yanlış okumadınız sadece bir gözünü açıp kapatarak harflere can verir, kelimeye dönüştürür ardından da cümle ve kitaba. İşte Kelebek ve Dalgıç kitabı böyle doğar. Film de bu gerçek öyküyü anlatır.
Bir insan daha ne kadar zor duruma düşebilir…
Ölüm dışında daha ağır bir tablo yaşayabilir ki. Bauby mahkumu olduğu yatakta ölümünü beklemez, duygularını, düşüncelerini anlatmanın yolunu bulur. Ben bu filmi izledikten sonra ‘ortaya anlamlı birşeyler koymak ve yazıp çizmek için hiçbir bahanenin geçerlilği olamaz’ düşüncesindeyim. Bauby’den daha vahip ne yaşanabilir ki..
Bir gazete bu kitap için ‘Günümüze ait bir efsane gibi… Yüzyılın en iyi kitaplarından biri’ yorumunu yapar. Bir başka yazar ise ‘Günümüzün en dikkate değer yaşam öyküsü hatta belki de tüm zamanların demeliyiz’ tesbitinde bulunur. Hayır, abartı değil ben de katılıyorum, bu tüm zamanların en anlamlı hayat hikayelerinden biri.
İşte kitaptan bazı cümleler… ‘Uzaklaşıyorum. Yavaş, fakat emin bir şekilde. Tıpkı bir denizcinin demir aldığı kıyıdan uzaklaşması gibi geçmişimden uzaklaştığımı hissediyorum. Eski hayatım hala içimde alev alev yansa da yavaş yavaş anıların küllere dönüştüğünü biliyorum. Artık zihnim bir kelebek gibi gezinebilir. Zihnimin yapacak o kadar çok işi var ki… Mekanda veya zamanda uçabilir. Şimdi dönüp baktığımda sanki tüm hayatım bu ucu ucuna kaçırdığım şeylerin bir listesi, sonunu bildiğim ama bir türlü kazanan tarafa oynayamadığım bir yarış gibi geliyor.
Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki özgürlüğümü geri alacağım bir para? Sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları. O zaman ben gidiyorum.
Bauby bu kitabı yazdıktan sonra fazla yaşamadı, 1997 yılında hayatını kaybetti. Ve yatağında göz kapağını kıpırdatarak kitap yazan bir gazateci olarak adını tarihe yazdırdı. Bauby’in şeb-i yeldası da 2 yıl sürdü. Ama benim gibi sabaha, güneşe değil başka bir aleme uyandı.
Ey okur, 7 yıllık şeb-i yeldama bir nebze ışık olan bu iki kitabı özellikle uzun karanlık geceler yaşayan dert ehline ve yakınlarına hararetle tavsiye ederim. Bu yazı da umarım sizlere ulaşır, ‘karanlıkta fısıldaşanlardan’ olmam…
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***