Mehmed S. KAYA*
Terörizm dünya çapında tartışılan güncel bir konudur. Sıkça sorulan sorulardan biri şu: Muhalif örgütlerin gerçekleştirdiği eylemler terör olarak tanımlanırken; devletlerin gerçekleştirdiği belki daha vahşi, daha şiddetli eylemlerin terör eylemi olarak algılanmamasının nedeni ne?
Bir muhalif örgütün halka açık bir yerde bomba patlatmasını terör eylemi olarak adlandırmak nispeten sorunsuzdur ve kolaydır. Ancak askeri bir uçağın, veya IHA/SIHA’nın bir mülteci kampına (örneğin Maxmur mülteci kampı) veya terörist olarak tanımlanan insanları barındırdığından şüphelenilen bir köye bomba atması ve çok daha fazla sivilin yaralanması, öldürülmesi de aynı derecede terör eylemi değil midir? İkinci eylem birincisinden daha meşru görülebilir mi? Ya da askerlerin köyleri yakması ve köylülerin «teröristleri» desteklediği bahanesiyle köy sakinlerinin zorla göç ettirilmesi?
VARTİNİS KATLİAMINDA İNSANLIĞA KARŞI SUÇ İŞLENDİ!
Örneğin Vartinis katliamı, devletin meşru bir hakka sahip olduğunu söylenebilir mi? Bilindiği gibi Muş’un Korkut ilçesine bağlı Vartinis (Altınova) beldesinde 3 Ekim 1993’de, Öğüt ailesinin yaşadığı ev ateşe verildi. Olayda baba Nasır Öğüt, anne Eşref Öğüt, 7 çocuk ve hamile anneleri katledildi. Katledilen çocukların en küçüğü 2, en büyüğü 14 yaşındaydı. Emri veren dönemin Hasköy İlçe Jandarma Komutanı Yüzbaşı Bülent Karaoğlu tutuklanmadı ve gereken cezayı almadı. Öğüt ailesinin katledilmesine kim üzülmez? Ancak öldürenlere kahraman muamelesi yapılır, ölenlere ise «terörist» denirse, buna kim ‘dur’ diyecek!
Dünya ne siyah ne de beyazdır ve toplum hangi modeli seçerse seçsin çocuklar ve bebekler aptallıktan ya da kötü niyetten öldürülemez. Bu vaka hukuk devletinin yokluğunun başka bir örneği. Ancak bundan çok daha fazlası var. 1990’larda buna benzer binlerce köy yakıldı, milyonlarca insan zorla göç ettirildi, binlerce siyasi cinayet yaşandı. Amaç sadece bu aileyi yok etmek değildi, aynı zamanda mesajı yaymak ve Kürtleri korku içine sokmaktı. Sadece silahlı Kürtler değil, sivil, silahsız Kürtler de hedef alınıyordu. Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a göre «bir halkı korkutmak, sivillerin ölümüne neden olmayı amaçlayan herhangi bir eylem ister devlet ister illegal örgüt tarafından yapılsın terörizm teşkil eder» (1). Kofi Annan’ın terör tanımının, Vartinis katliamının tanımına uyduğu çok açık.
Günümüzde cezaevleri Kürt sivil siyasetçilerle dolu. Bu durumla 1990’lı yıllar arasındaki fark, o dönemde sivil siyasi aktivistlerin ortadan kaybolması ve bu kayıpların adli makamlar tarafından soruşturulmamış olmalarıdır. Vartinis katliamı Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemde yaşandı. Her ikisi de Balkan göçmeni ve 1990’larda Kürtlere karşı siyasi konsepti şekillendirip uygulamaya koyan başlıca mimarlar olarak değerlendiriliyorlar. Demirel ve Çiller döneminde ordunun Kürtlere karşı gerçekleştirdiği eylemler, uluslararası hukuka göre savaş suçu sayılır. Ayrıca Demirel ve Çiller’in siyasi uygulamaları bize, Türk kökenli olmayan göçmenlerin güç elde ettiklerinde etnik Türk milliyetçilere nazaran daha da fazla acımasız davranabildiklerini gösterdi. Türkler tarafından kabul edilebilmek için Kürtlere karşı çok daha vahşi bir politika yürütüp, karşılığında popülerlik, nam ve prestijle ödüllendirildiler.
TERÖRİZM Mi YOKSA MEŞRU İSYAN SAVAŞI MI?
Saldırıların gerçekleşme şekli, çatışmaların yürütülme şekli ve terörist saldırıların ortaya çıktığı koşullar, “birinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçısıdır” şeklindeki eski iddiayı ön plana çıkarıyor. Başka bir deyişle neyin terörizm olarak kabul edileceği genellikle her bireyin siyasi sempatisi ve antipatisi tarafından belirlenen normatif bir sorudur. O zaman terörizmin tanımı kolayca hangi konular için mücadele etmenin meşru olması gerektiğine ilişkin farklı algılarla yakından ilişkili bir sorun haline gelir. O halde “birinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçısıdır” iddiasıyla nasıl bir yaklaşım içinde olmalı? İki seçenek öne çıkıyor: Birincisi iddiayı reddetmek, Türkiye’nin her zaman yaptığı gibi. Bu, meşru isyan savaşlarının varlığının kabul edilmediği anlamına gelecektir ancak bu da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Hamas terör örgütü değil, kurtuluş ve mücahitler grubu açıklamasıyla çelişmektedir.
İkincisi, prensipte meşru kurtuluş savaşlarının olduğunu kabul etmek. Dolayısıyla terörizmi neyin oluşturduğu sorusu, meşru ve gayri meşru mücadeleye ilişkin normatif değerlendirmelerle hızlı bir şekilde ilişkilendiriliyor. Böyle bir ilişkilendirme eleştirilemez eğer eleştirilirse devlet artık tek başına kimin terörist olduğuna ve kiminle uğraşıp uğraşmayacağına karar vermesine olanak vermez. Yani devletin ne yaptığı esas alınmıyor. Bundan sonraki süreç aktivistlerin (terörist olarak tanımlanan) siyasi veya ideolojik kimliğine odaklanılıyor. Bu faktörler, kimin terörist sayılacağı sorusunun yanıtlanmasında da belirleyici oluyor.
Çatışma durumlarında muhaliflerin eylemlerini terörizm olarak sunmak, kendi eylemlerini ise meşru eylemler olarak göstermek önemli hale gelir. Kimin iktidarda olduğuna bakmaksızın bu durum Türk siyasetinde her zaman belirgin olmuştur.
Türk yetkililer şimdiye kadar terör ve terörizm konusunda tarafsız ve ayrıntılı bir tartışmaya izin vermediler. Kürt hareketine karşı hükümet aygıtı, muhalefetin büyük bir bölümü ve bunların kontrolündeki medya ve diğer bilgi kaynakları tam fikir birliği içinde, tek taraflı uydurma terörizm edebiyatı yürütüyorlar. Bunlar haksızlığı, zulmü, temel insan hakları ihlallerini haklı gibi gösteriyorlar.
DEVLET ŞİDDETİ İLE DEVLET DIŞI SİLAHLI GRUPLARIN FARKLI AMAÇLARI
Devletin hem ülke sınırları içinde hem de sınır dışında sivillere şiddet uyguladığına dair çok sayıda örnek var. Amaç, insanları korkutarak belirli şekillerde davranmaya ya da davranmaktan kaçınmaya teşvik etmektir. Başka bir deyişle şiddet, yerleşik toplumsal düzeni sürdürmek için kullanılabileceği gibi, siyasi sistemi yıkmak için de kullanılabilir. Bazıları bunu “yukarıdan terör” (“terrorism from above) ve “aşağıdan terör” (“terrorism from below”) olarak adlandırıyor”).
Ancak devletin uyguladığı şiddet ile muhalif isyancı grubun gerçekleştirdiği eylemler arasında ayrım yapmak için önemli nedenler mevcut. Devlet, muhalif gruplardan tamamen farklı bir güç konumuna sahiptir ve bu nedenle “yıkıcı” isyancıların yapabileceğinden tamamen farklı siyasi stratejilerin bir parçası olarak şiddet araçlarını kullanabiliyor. Devlet dışı gruplar şiddet yöntemi kullanırken en önemli hedeflerden biri kamuoyunun dikkatini çekmektir. Devlet şiddet yöntemi kullandığında ise hedef tam tersi yöndedir. Burada devlet, en azından dış dünyayla ilgili olarak kamuoyunun dikkatinden kaçınmaya çalışıyor.
Devlet genellikle “şiddetin meşru kullanımında tekel sahibi” kurum olarak tanımlanır. Uygulamada, polis ve asker kendi vatandaşlarına yönelik baskı ve katliam için kullanılsa bile bu genellikle meşru görülür. Devlet dışı gruplar, haklı bir amaç uğruna mücadele ediyor olsalar bile şiddete başvuruyorlarsa gayri meşru olarak etiketleniyorlar. Örneğin polise vuran bir protestocu şiddet kullanıyor, bir polisin protestocuya vurması ise güç kullanmak olarak tanımlanıyor.
Devletin ülkeyi savunmak ve kanun ve düzeni sağlamak için kullanabileceği demokratik yöntemlerle karşılaştırıldığında devlet şiddeti, meşru gücün kötüye kullanılması ve insan haklarının ihlali olarak görülüyor. Bu da tepki yaratıyor. Batılı ülkelerde giderek daha fazla insan, terörizm tanımının “kontrol edilenlere” (yani devlet dışı aktörlere) dayandığını, “Kontrolörlerin» (devlet ve devlet aygıtı) dışarıda tutulduğunu eleştirmektedir. Her iki aktörün de aynı bakış açısı içerisinde ele alınması gerektiği görüşü öne çıkıyor.
İKİ ESAS SORU:
1. BIR İSYAN MÜCADELESİNİN MEŞRU SAYILMASININ KOŞULLARI NELER OLABİLİR?
Batı’da yabancı egemenliğine karşı verilen savaşlar meşru, kurtuluş savaşları olarak kabul ediliyor. Kürtlerin verdiği mücadele de bu çerçevede görülüyor. Bu, yabancı bir gücün kontrolüne aldığı Kürtlere baskı yaptığını, onlara onurlu vatandaşlar gibi davranmadığını, Kürtlerin de kendilerini yabancı yönetimle özdeşleştirmediğini varsayar. Ancak yabancı yönetimiyle birlikte Kürtlerden direniş de geldi. Bu meşruiyetini zulme karşı direnişle kazandı. Direniş ilk başta silahlı mücadeleyle kendini ifade etti. Daha sonra kendi yasal siyasi partilerinin kurulması ve kendi siyasi temsilcileri, milletvekilleri ve belediye başkanlarının seçilmesi geldi.
2. HANGİ YÖNTEM VE ARAÇLARIN KULLANILMASI MEŞRU GÖRÜLÜR?
Terörle mücadelede hangi yöntem ve araçların kullanılması gerektiği tartışması, doğal olarak terör saldırıları, özellikle de büyük can kaybıyla sonuçlanan saldırı türü sonrasında gündeme gelmektedir. O zaman soru liberal demokrasilerin terörle mücadelede ne tür araçlar kullanabileceğidir. Bazıları teröristleri vurmak gibi sert karşılık verirken, diğerleri en iyi şeyin terörizmin oluşmasına neden olan koşullarla ilgili bir şeyler yapmak olduğuna inanıyor.
Liberal demokrasiler terörle mücadelede nispeten güvenli siyasi ve normatif zemindedir. Çünkü Türkiye’den farklı olarak liberal demokrasilerde siyasi nüfuz kullanma kanalları muhalif veya tartışmalı görüşlere açıktır. Bu nüfuz etme kanalları meşru isyan mücadelesinin temelini daraltıyor. Muhalefet faaliyetlerini özgürce organize etme ve şiddete başvurmadan muhalefet pozisyonları için ajitasyon yapma olanakları açıktır. Bu, aynı zamanda şiddetli bir isyan veya kurtuluş mücadelesi yürütmenin gerekliliğini iddia edebilmenin temelini de daraltıyor.
Simdiki iktidarın Kürtlere yönelik şiddet uygulamasının kaynağı Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar uzandığını hatırlatmadan geçemeyiz. Kemalist Cumhuriyet kurulduğu 1923 yılından bu yana, hakkını savunan her Kürt’ün devlet için tehlike oluşturduğu resmi politika olmuştur. Mustafa Kemal, Machivelli’den ilham alarak sırasıyla 1925, 1930 ve 1937/38 yıllarında yeni kurulmuş totaliter cumhuriyet ile Kürtler arasında çıkan etnik çatışmaları çözmek için bir şiddet politikası oluşturdu (2). Ve bu da resmi ideoloji Kemalizm de ifade edilir. Bana göre Kemalizm, toplumsal değişimleri dramatik bir şekilde zorlamak ve siyasi veya ideolojik hedeflere ulaşmak için devlet şiddetinin gerekli bir araç olarak görüldüğü aşırı ve acımasız eylemlerden oluşur. Hilafetin kaldırılması, Laiklik düzenlemeleri, Şapka İnkılabı, İstiklal Mahkemeleri, zoraki Kürt göçü, Kürt bölgelerinde demografik etnik temizlik. Kemalist milliyetçilerin çılgınca övündüğü bütün bu geçişlerde devlet acımasız şiddet uyguladı ve çok sayıda kişi hayatını kaybetti. Başkua bir deyişle, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi devlet şiddetine dayanmaktadır.
1923-1946 dönemi totaliter, 1946 sonrası ise otoriter değerlerle şekillendirilmiş kaba güce dayalı bir cumhuriyettir. Devletin, toplumdaki tüm faaliyetleri kontrol etme isteği üzerine inşa edilmiş bir siyasi sistem. Şöyle ifade edilebilir: Birinci dönem yasaklarla dolu hoşgörüsüz bir ideolojiden, ikinci dönem ise kısmen hoşgörüsüz bir ideolojiden oluşuyor. Bu tip devlet mantığında meşru bir özel alan yoktur. Bu nedenle Türkiye’deki devlet şiddeti (devletin orantısız güç kullanması) tüm cumhuriyet tarihinde ana tema olmuştur.
BIRLEŞMIŞ MİLLETLER NEDEN DEVLET TERÖRÜ KAVRAMI ÜZERİNE ANLAŞAMIYOR?
Devlet terörü, çoğunlukla mevcut devlet sistemini korumaya yönelik bir strateji olarak kullanılır. Bu strateji mevcut devlet sistemine karşı çıkmak isteyen muhaliflere karşı gerçekleştirilir. Pek çok kişi bu tür şiddetin terörizm olarak tanımlanabileceği konusunda hemfikir olmayacaktır ancak bu, BM’deki anlaşma eksikliği ile bağlantılıdır.
Devlet terörü teriminin tanımına ilişkin uluslararası bir anlaşma bulunmamaktadır. Bunun nedeni, devletler, devlet terörü teriminin ortak tanımı üzerinde anlaşmaya varılmasını engelliyor. Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan, BM adına “devletin güç kullanımının tamamı uluslararası hukuk tarafından düzenlendiğinden, sözde devlet terörizminin bir kenara bırakılması gerektiğini” savundu. Ancak hem Türkiye hem de diğer birçok ülke muhalefete karşı paramiliter grupları kullanıyor. Türkiye’nin 1990’larda Kürtlere karşı JİTEM adlı paramiliter grubu kullanması, Kofi Annan’ın iddiasına şüphe düşürüyor. Annan’ın konumu açıkça devletleri koruyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürtlere karşı JİTEM adlı paramiliter grubu kullanması uluslararası hukuka aykırıdır. Uluslararası sözleşmelerin azınlık haklarını ne ölçüde koruduğu ayrıca büyük bir soru işaretidir!
Devlet dışı aktörlerin aksine, devletler terörizmin ne olduğunu tanımlama konusunda yasama yetkisine sahiptir; ellerinde güç var ve şiddet kullanımını sivillerin yapamayacağı birçok şekilde meşrulaştırabiliyorlar. Devletler ve isyancı gruplar arasındaki bazı çatışmalarda da aynı durum yaşanıyor; Örneğin. Filistinli isyancı gruplar İsrail’i devlet terörüyle suçluyor, Kürt isyancılar Türkiye’nin terörist bir devlet olduğuna inanıyor, Tamil militanlar Sri Lanka’yı terörizmle suçluyor vb. Karşılaştırıldığında, bu devletlerin güçlerinin, Filistin, Kürt, Tamil silahlı örgütlerinin şimdiye kadar başarabildiğinden çok daha fazla acı ve ölüme neden olmuş büyük bir şiddet ve ezici güç kullanımını ellerinde bulundurdukları çok açıktır.
Kofi Annan’ın bahsetmediği şey, terörizmin aynı zamanda siyasi olarak da tanımlandığıdır. Birçok devletin terörizmi kendi yöntemleriyle tanımlamaya büyük ilgisi var. Türkiye, Rusya, Iran, Mısır, Suriye gibi otoriter rejimlerin siyasi muhalifleri veya isyancıları terörist olarak damgalamaya istekli olduğu iyi biliniyor. Bu rejimler bu şekilde, terörist olduğu iddia edilenlere karşı mücadelede hem ulusal hem de uluslararası destek toplamayı umuyor. Söz konusu devletler halk arasındaki terörizme karşı duyulan antipatiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyorlar. Türkiye bu stratejiyle hem kendi toplumunda hem uluslararası düzeyde bir ölçüde başarılı oldu.
Türkiye 1997’de ABD ve AB’ye PKK’yı terör örgütleri listesine koymaları için baskı yaptı ama bu hukuki değil siyasi karardı. PKK’nın terörist olarak damgalanmaması halinde Türkiye, AB ve ABD’ye karşı stratejik konumunu kullanacaktı. Ancak Batı kamuoyunda PKK’nın şiddetin nedeni değil, devlet tarafından yürütülen baskı ve zulmün tepkisi veya sonucu olduğu görüşü hakim.
Türk siyasetinin muhalifleri, Türk yargısının bağımsız olmadığının altını çiziyor. Türk yargısının siyasi muhaliflere karşı delilleri çarpıttığı veya uydurduğu iyi bilinmektedir. Belki de bu yüzden kısmen, Almanya dışında diğer Batılı ülkeler PKK’lılara terörist muamelesi yapmıyor ve yargılamıyor.
Notlar
1. TERÖRLE MÜCADELE KANUNU, Resmî Gazete, 12.04.1991, Sayısı: 20843
2. Mehmet Bayrak : Kürtlere Vurulan Kelepçe, Şark Islahat Planı, 2013.
3. Kofi Annan: Interventions: A Life in War and Peace Paperback, 2013
*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde profesör.
‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabı yazarı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***