YORUM | SALİH HOŞOĞLU
‘Provokasyon’ Türkçe’de tahrik etmek, kışkırtmak anlamlarına geliyor. Günlük hayatta da insanlar sıklıkla niza ve kavgalarda karşı tarafın yanlış yapması için onu tahrik etmek suretiyle hadisiyi başka mecralara yönlendirmektedirler. Bu kışkırtmaya direnemeyen kişi yaptığı yanlış davranışla suçlu duruma düşmekte, hakkını koruyamamaktadır.
Bazı insanlar fıtraten kışkırtmalara daha açıktırlar ve kolayca tahrik edilerek kavgaya sürüklenebilirler. Bu şekilde fervi davranan kişilerin idareci konumunda olması ise çok daha tehlikeli ve yıkıcı olabilir. Tarihi seyir içinde gelişen bilim dalları kitle psikolojisini inceleyerek toplumların nasıl tahrik edilebileceğini ortaya koymaktadır. Burada en önemli iş kamuoyunun hazırlanması safhası olmaktadır.
Provokasyonlar her zaman planlı olmaz, olayların tabii seyri içinde de ortaya çıkabilir. Ancak iyi hesaplanmış ve hazırlıkları yapılmış provokasyonlarla toplumlar ve kitleler harekete geçirilebilir, yahut kitlesel kıyımlar için bahaneler üretilmiş olur.
Provokasyonların hedefi bazen bir kişi yahut topluluğu/toplumu birşeye ikna etmek olabilir. Bu amaca ulaşmak için planlı olarak uzun bir zamana yayılarak gerçekleştirilen eylemler ve propaganda ile sonuç alabilirler. Bunun için o kişi veya topluluk üzerinde yoğun bir propaganda/algı çalışması yapılır.
Çok defa hakim güçler yapmayı planladıkları ve hazırlıklarını perde arkasında tamamladıkları bir kısım icraatlarına bahane üretmek için bazı olaylara ihtiyaç duyarlar. Bu tarz olaylar görünüşte veya hakikaten münferit veya birkaç kişinin yanlış davranışıyla olmuştur ama işin varacağı yer tamamen başkadır. Bu kadar uzun izahlardan sonra yakın tarihten bazı örneklerle provokasyon denen şeyin ne kadar kullanışlı bir araç olduğunu görelim.
‘Türkiye Cumhuriyeti Tarihi bir provokasyonlar geçididir’ desek yanlış olmaz. Cumhuriyetin ilanı sonrasında mevcut demokratik hakların tırpanlanması için ihtiyaç duyulan hadise Şeyh Sait isyanı olmuştu ve bu olay bahane edilerek bütün Kürt muhalefeti ve dindarlar sindirilmişti. Hâlâ daha muhalif duran ve bu hadiselerle irtibatlandırılamayan muhalif İttihatçılar ise İzmir Suikastı bahanesi ile biçilmişti. Bu süreçte yeterince tepki vermeyen veya gözden ırak kalan bir kısım tarikatlar ise Menemen Hadisesi ile tırpanlanmıştı. Bu olaylar bahane edilerek girişilen icraatlara bakıldığında muktedirlerin amacının sadece o hadiseyi ortaya çıkarmak ve failleri cezalandırmak olmadığı çok açıktır.
Türkiye tarihinde çok dikkate değer bir provokasyon Ahmet Emin Yalman suikastidir. O günki iktidarın dindarlara karşı sertleşmesi için bu tarz bir eyleme ihtiyaç vardı ve bu Malatya’da bir lise öğrencisi eliyle gerçekleştirilmişti. Sonrasında Menderes Hükümeti ‘hizaya gelmiş’, o hadisenin amacına uygun şekilde dindarlar üzerinde baskıyı artırmıştı.
Bu hususta istisas kesbeden malum çevreler ne zaman böyle bir tahrike ihtiyaç duysalar bu tarz olaylar tezgahladılar. Zamanla el altında kullanabilecekleri kişiler devşirdiler veya yetiştirdiler. Nitekim dindarları tahrik etmenin zor olduğu dönemlerde askerin hükümete müdahalesini zemin oluşturacak eylemler için solcular ve ülkücüler kullanıldı. Zaman zaman İslamcılardan da faydalanıldı.
Şimdilerde pek hatırlanmaz ama bir dönem Türkiye gündemini meşgul eden “laik aydın cinayetleri” vardı. Bu cinayetler asla çözülemezdi ve bunların failleri kerrat ile “yakalanır” sonra da bütün zanlılar serbest bırakılırdı. Olağan şüpheliler de her zaman dindarlardı.
Esas amaç kamuoyunu ve özellikle askeri bürokrasiyi manuple edip hükümetin alanını daraltmak olduğu için bu soruşturmalar asla bir sonuca ulaşamazlardı. Bu cinayetlerin son halkası Danıştay baskını ve Hrant Dink cinayetiydi. Bu iki olayda faillerin yakalanması malum çevreleri fena halde sıkıntıya sokmuştu, bundan sonra bir daha bu tarz bir cinayet işlenmedi. Anlaşılan başka bir faza geçmek durumunda kaldılar. Nitekim onları yakalayan güvenlik görevlileri ve savcılar (görevlerini yaptıkları için) zamanı gelince (!) cezalandırıldılar.
Devletler ve onlara hükmeden çevreler zaman içinde provokatör ihtiyacını karşılayabilecek çok farklı enstrumanlar geliştirdiler. Tasfiye edilmesi veya baskılanması istenen grupların içine yerleştirilen kendi elemanları ile çeşitli düzeylerde bu işi yaptırabiliyorlar. Hatta bazen kendileri bu tarz muhalif bir organizasyonu başlatıp kamuoyunda ihtiyaç oldukça kullanabiliyorlar.
Küresel çapta provokatör ihtiyacını karşılayan “İslamcı” örgütlere ve onların gördüğü hizmetlere bakarsak mesele daha iyi anlaşılabilir. Devletin bütün iletişime hakim olduğu günümüzde faili meçhul kalan her olay mutlaka sorgulanmalıdır. Faillerin yakalanması durumunda da ileri sürdükleri gerekçeler hakkıyla didiklenmelidir.
Aramızda çok kişi hatırlayacaktır seksenli, doksanlı yıllarda provokatörlere karşı dindar çevrelerde, özellikle Hizmet içinde, çok ciddi bir hassasiyet vardı. En küçük tahrikkar bir ifade veya davranış ciddi şekilde irdelenir ve faillerin niyeti sorgulanırdı. Siyaset alanında da benzer şekilde tahrikkar davranan kişilere ve gruplara karşı çok belirgin bir mesafe vardı. Bunların dindarları zan altında bırakma ve baskıya uğratma ihtimali olan davranışları ile aramızda bir mesafenin olması mutlaka sağlanırdı. Çünkü bu kişilerin bu davranışları, velev iyi niyetli olsalar bile, en azından akılsızca ve zararlıydı.
Bu provokasyonlar devletler arası ilişkilerde de fazlasıyla uygulanabilmektedir. Bu hususun bir boyutu “karşıya iki adam gönderip dört tane roket attırarak” savaş bahanesi üretme şeklinde karşımıza çıkıyor. Başka bir ülkeyi işgal için bahane arayan bir devlete bu bahaneyi altın tepsi içinde sunanların amacının ne olduğu sonuç ortaya çıkınca anlamsız hale geliyor.
11 Eylül saldırılarının Afganistan’ın işgaline bahane olması gibi olaylar o yüzden hep tartışmalıdır. Bu provokasyonları besleyecek şarbonlu mektuplar gibi yan provokasyonlar da ardından geliyor. Son Gazze olaylarından sonra provokasyonun farklı boyutlarını da düşünmemiz gerektiği kanısındayım. Maalesef 1980’li yıllarda Türkiye’deki provokasyonları etkin bir şekilde deşifre eden ve birçoğunu akim bırakan küresel çapta bir Zaman Gazetesi yok.
Şimdilerde kültürler arası veya medeniyetler arası çatışma görüntüsü pekişme yolunda. Bu konuda ‘turpun büyüğü’ sanki heybede: Acaba böyle provokatörler devletler katında yönetici pozisyonlara da tırmanabilmiş midir? Malum uzun zamandır (son kırk-elli yıl diyebiliriz) ABD ve Avrupa ülkelerine göç yoluyla yerleşen bir Müslüman nüfus var. Bu kişiler çok büyük oranda barışçı bir moddalar ve bulundukları topluma adapte olmaya çalışıyorlar. Bulundukları ülkelerde şu ana kadar onlardan kaynaklı ciddi bir problem de olmadı. Ancak zaman zaman bazı terörist gruplar bu toplulukları tahrik ediyor, güya Müslümanlar adına birşeyler yapma iddiasında bulunabiliyor.
Yaptıkları eylemler herkes için yüzkarası şeyler oluyor. Bu ek olarak son yıllarda Müslüman çoğunluklu ülkelerden bazı devlet yöneticileri bu Müslümanların hamisi gibi davranmaya çalışıyor, kendi ülkelerinde yaptıkları hukuksuzlukları örtmek için onların haklarını savunma iddiasında bulunabiliyorlar. Daha da vahimi kendi uzantıları ile onları radikalleştirmek için propaganda yapıyorlar. Batı ülkelerindeki Müslüman karşıtları ile paslaşarak ortamı geriyorlar.
Son Gazze olayları ile Batıda Müslüman göçmenlere karşı oluşturulmaya çalışılan bu reaksiyonu provoke edenler acaba kimler? Kim adına ve niçin bunu yapıyorlar? Batıda İslam karşıtlığını tahrik ederek hem demokrasiyi berhava etmek hem de Müslümanları daha fazla mağdur mu etmek istiyorlar? Avrupa’nın ihtiyacı olan işgücünü Müslüman ülkelerden temin etmesinin önüne geçmek için Gazze olayları ile oluşturulan gerilim bir bahane olabilir mi?
Baştan beri anlattığım üzere provokasyon ince iş, vesselam.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***