Şeref BİLSEL
“henüz doğmamış güneşler için çarpıyor kalbim” (Esat Şenyuva)
İki kapak arasına girmek için kendi zamanını beklemiş, sadece nicelik olarak değil nitelik olarak da hacimli bir kitap “Göl Yazması”. Esat Şenyuva’nın kaleminden, Pikaresk Yayınevi aracılığıyla okura ulaştı. Hayatı, dolayısıyla insanı ıskalamayan, böyle olduğu için de geniş zamanlı konuşan eserler sizi bir tarafınızdan tutar, yakalar ve özlemin, aşkın, ölümün gezindiği harfler arasında dolaştırmaya başlar. Esat Şenyuva’nın şiirleri göze sokulmayan bir deneyim, kulaktan vazgeçmeyen bir akustik düzen eşliğinde yürür. Bazen bu yürüyüş içinde kimi boşluklar, duraklar karşılar bizi. Şair orada, her şeyi ele güne açmadan oturur. Kuşkusuz şairin de kendine ayırdığı bölmeler, odalar var. Bizler de okur olarak orada durup şiirin gelişine, devam edişine bakarız. “ külden bir mısra mıyım/ rüzgârın batıya sürdüğü”. Kimi zaman şiirle beraber akarız, kendimizi buluruz bu akışta, kendi geçilmiş zamanımızı. Büyük temalar aşk gibi, ölüm gibi bu geçmişin içinde konuşur bizimle. Şüphesiz şair sayısınca ölüm biçimi, ayrılık biçimi var; iyi şairler kendi kişiliğiyle, kendi tavrıyla gelir. Ben, Göl Yazması’nda böyle bir gelişin yoğun izlerini gördüm.
“yıkıntıları seviyorum yüzümde yamaçlarda salınıp duran kuru otları gelincikleri ve sazlıkları bir kara saban izinde devrilen çocukluğumla yüzüm arasında ölümü kovalayan ince solucanı”
Şöyledir, tesirlidir bu şiirin sonu, son dizesi: “tanrı dinlenmek için mi bizi yarattı”
Yolda olan, sadece yolcu değil, yolu da kendine katan bir dalgın yürüyüşün – ne güzel anlatır dalgınlığı ‘göl’- harflerden yana ferahlaması. Şenyuva, unutmuyor; üstü örtülmeye çalışılanı yeniden hayatımıza iade ediyor. Annesinin (Meryem) kaybı karşısında her yıl, ölüm günü tarihini taşıyan şiirleri kitapta önemli bir bölümü oluşturuyor. Bu bölümde (‘O Meryem’e Ağıtlar’) gürültü değil, ağıt sesi; şenlik değil, içli bir sevinç çığlığı duyulur. Anne, bir mezar taşı gibi değil, geceyi aydınlatan bir fener gibi omzunun üzerinde, dokunulacak mesafededir. Anne, şiirin doğurgan cephelerinden biridir. Gidenin kalıcılığını ihata eden bir bölümdür Meryem odağında kaleme getirilenler. Yazdıkça yaşatıyor; yazının da bir hayatı var çünkü.
“bir cenaze töreninde mezarlıktan dönerken hastalığa yakalanmış gibi”
Hayatına iz bırakmış insanlar, mekânlar, olaylar merhamet ve cesaret duygusu eşliğinde yeniden bizimle birleşir. Baktığı yerde derinleşir, duyduğu seste kabarır, dokunduğu insanda iyilikle iz bırakır. Göl Yazması’nın yüzeyinde yalnızlık doğrudan göze çarpsa da derininde merhamet, vefa, iyilik duygusu yatar. Kendine benzemeyenler için de iyilik daveti. Başkalarının, ötekinin hayatında ortaya çıkan bütün kıstırılmışlık, acı, hüzün karşısında bîtaraf olmadan insan kalma çabasının ağır izleri.
“ben çok gittim ve gitmek
bir sözcük olduğunu unuttu sayısız karanlık merdiven indim gözleri yabancı evlerde”
Bu şiirlerde ‘düşünen’ bir cephe var; anlam tesadüfe bırakılmıyor; ama asl’olan duygu; duygunun içinde beliren, duyguyu terk etmeden işleyen bir anlam arayışı. Söz’ü sessiz bırakmamak; ses’in içinde yalpalayan sözü ayağa kaldırıp sokağa, herkesin görebileceği bir alana çıkarmak. Duyduğunu etkili biçimde duyuran; gördüğüne kendi kişiliğini katıp onu yeniden gösteren bir şair.
“sarışın bir kızın önünde eğilen asker”
“Hayat mı şiirden uzaklaşıyor, şiir mi hayattan” yıllar önce tok sesle sorduğum bir soruydu. Bazı kitaplar, kendinde taşıdığı cevaplarla siler kalıcı soruları. Esat’ın kitabı onlardan… Kendi çağını içeriden okuyan, yer yer toplumcu gerçekçiliğin tamamlayıcı unsurlarına yaslanan bir şair. Tanıklık ve isyan duygusunun birleştiği kimi şiirlerde bunu açıkça görebiliyoruz.
“ey geceyi diri tutan açlık ve ey gönlü ölmüş dişi pars boş bir davulun içinden çıkıyor sesi, ekmeğin içini dolduramıyor artık söz”
İki uca da aynı anda bakabiliyor: Gündüzü işaret ederken geceyi akılda tutan; aşktan bahsederken ölümü yanından ayırmayan bir bakışa sahip. Tıpkı günlük hayatında olduğu gibi örgütlenmiş bir merhamete, şefkate sahip şiirleri de… Dünyaya baktıkça içli, derinden soluyan, buğulandıkça bizi içine alan bir ayna gibi ‘Göl Yazması’. Ve doğa görünümleri, dağlar, yaylalar, sisler, yarım bırakılmış insanlar etrafında dönenip durur şiirler boyunca.
“ağzım sisle dolu güvercinler yükseliyor vadilerden kışa açılan penceresi önünde ruhun kıpkırmızı bir nehre bakıyorum eteğinden sıyrılırken güzel bir yaz yorgunluğunu saklıyor ellerim benden”
Kim mi Esat Şenyuva? Kitaptaki biyografisinden okuyalım: “1976, Bingöl. Şiirleri; aralarında Virüs, Varlık, Akatalpa, Hayâl, Sadece Şiir ve Yeni E’nin de bulunduğu bazı dergilerde yayımlandı. Yolda olmayı sevdi; gittiği, durduğundan çoktur. Her şiiri yeni bir başlangıç saydı. Bu kitabı oluşturan şiirler, muhtelif zamanlarda kendine ve başka insanlara, diyarlara yaptığı dinmez yolculukların içinden kabardı. Yazı ile yazgı arasında, üstü ayrılıklardan, aşklardan, kayıplardan, sorgulamalardan dökülen sözcükler tarafından örtülmüş, o ince sınırda hâlâ inandığı birkaç şeyden biri olarak şiir kaldı elinde. Şiir elinde kalmak, eski bir tanıdıkta sabahlamaktan farklı değildi. Eski olduğu için her an yeni kalabilen bir tanıdık Çünkü kalanlar, şiirin dışında başka bir dil tarafından yaşamaya ikna edilemiyordu. İşte bu şiirler, biraz da yaşamaya ikna şiirleridir diyebiliriz. Diyebiliriz elbet, dinleyenler var oldukça, yol yolcuyla birleşip kaybolmaya ve harfler en yaralı yerine düşmeye devam ettikçe insanın.”
Şiirin hayâl ve hâtıradan doğduğunu söyler Necatigil. Öyle değil mi?
“ ah! nerede ben çocukken ince bir arkta hırıldayan o sular”
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***