Ağlayan kadın oyuncuların performansları “iyi oyunculuk” olarak algılanıyor. Bu durum kısmen Türk dizilerinin yurt dışında rağbet görmesini sağlayan melodram yapısının bir parçası olsa da, daha çok yükselen geleneksel ataerkinin bir sonucu.
Geçtiğimiz ay, 10 gün arayla iki kadın oyuncunun aynı yöntemle intihar etmesi, Türkiye’de dizi sektörüne dair belli sorun ve sorgulamaları gündeme getirdi. Oyuncu Merve Kayaalp ve Seda Fettahoğlu’nun nedeni bilinmeyen intiharları, sektörde tutunmaya çalışan oyuncuların yaşadıkları zorluklarla ilişkilendirildi.
Bu duruma tepki gösterenlerden biri, oyuncu ve müzisyen Goncagül Sunar oldu. Sunar, “Türkiye’de bazı oyuncuların iş yapamadıkları için, psikolojik ve ekonomik çok sıkıntıda olduğunun kim farkında acaba? Bu 2. intihar vakası. Görmezden gelinen, yok sayılan yetenekli insanlar dolu ülke. Bir yandan aynı anda 3 dizi 4 reklamda oynayan hep aynı tipler. Ne acımasız düzen” diyerek tepkisini dile getirdi.
Oyuncu Melek Baykal da benzer cümlelerle durumu ortaya koydu. Baykal, “İş bulamayan binlerce hayali, hayatı en önemlisini ışığı kendi elimizle mezara sokuyoruz. Her sezon dizilerde oynayan, her filmde kendi eşrafıyla çalışan, her işte torpili ile yer alan herkes Seda Fettahoğlu’nun ölümünden sorumlu” diyerek sektördeki nepotizmi gündeme getirdi.
Şüphesiz intihar çetrefilli bir konu, ben de bu konunun ne uzmanıyım ne de yazdığım herhangi bir şeyle bu konuda insanları yanlış etkilemek isterim. Burada bahsetmek istediğim, kadın oyuncu olmak Türkiye’de ne anlama geliyor, nasıl zorlukları var ki kadınlar -belki de bu yüzden- intihara varacak denli hayattan umutlarını kesiyorlar? Bu soruya, yaklaşık üç senedir kültür sanat alanındaki olumsuzluklar üzerine çalışan bir bağımsız araştırmacı ve feminist bir akademisyen olarak cevap aramaya çalışacağım.
TÜRK DİZİLERİ YÜKSELİRKEN…
Pandemi, kültür sanat alanındaki güvencesizliğin afişe olmasına ve sanatçıların da kendi güvencesizliklerini fark ederek bu konuda adım atmalarına yol açması bakımından bir dönüm noktası oldu. İşsiz kalan sanatçıların intiharlarıyla ilk defa pandemi döneminde bu kadar net bir şekilde yüzleştik. Ancak sektördeki güvencesizlik, sadece pandemi dönemiyle sınırlı değildi. Nitekim sonrasında da sanatçıların davalarla, ekonomik baskılarla, hedef göstermelerle sürekli tehdit altında olduklarını gördük.
Kadın sanatçılar için durum iki kat daha zor diye düşünüyorum. Muhafazakâr hükümetin toplumsal cinsiyet politikalarıyla da paralel olarak kadın sanatçılar giydikleri kıyafetten sosyal medya paylaşımlarına kadar her konuda bir gözetim çemberi içindeler. Bütün bunların dışında bir de sektörün dinamikleri var ki özellikle kadın oyuncuları, oyunculuk dışında birçok şeyle uğraşmak zorunda bırakıyor. Sektör içindeki cinsel taciz vakaları bir yana, kadın oyunculardan beklenen güzellik algısı, oyunculuğu bir performanstan çok estetik imaja indirgiyor.
Sanırım bu konuda en güncel örnek, oyunculuğu sıkça tartışma konusu olan Hande Erçel. Erçel, dış görünüşüyle ilgili sosyal medyada yapılan aşağılayıcı yorumlarla birlikte bir dizi estetik operasyon geçiren sanatçılardan sadece biri. Oyuncuların mimiklerini kontrol etmelerini engelleyen ve ifadesizleştiren botoks gibi acı verici bedensel müdahalelerin neredeyse günlük bir rutine dönüşmesi, kadın oyuncuların beden algı bozukluğu yaşamasına ve nihayetinde bunu ekrana yansıtmasına neden oluyor. Kadın oyunculardan beklenen “süs bebeği” güzelliği, sektörde tutunmak isteyenler için bu estetik ameliyatları zorunlu hale getiriyor. Bunu tercih etmeyen kadın oyuncularsa uzun süre iş bulamama gibi ekonomik baskılarla mücadele etmek zorunda kalıyor. Yani her halükarda “var olmak” kadınlar için bu sektörde de bir mücadele alanına dönüşüyor.
KADINSAN AĞLAYACAKSIN
TÜSİAD’ın 2018’de yayınladığı “Televizyon Dizilerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Araştırması”, dizilerde kadınların nasıl temsil edildiğine dair önemli veriler sunuyor. Araştırmaya göre, dizilerdeki agresif karakterlerin %62’si erkekken, uysal/çekingen karakterlerin %64′ kadın. Yine hayalperest karakterlerin %77’si kadınken rekabetçi/hırslı karakterler %62 oranında erkek. Bunun yanında dizilerdeki ağlama sahnelerinin %73’ünde kadınlar yer alırken bağırma/hiddet sahnelerinde %53 oranında erkekler yer alıyor.
Beş sene önce yayınlanan bu rapor güncellendiği takdirde kadınların özellikle ağlama sahnelerinde bir artış gözlemleyeceğimizden eminim. Zira son yıllarda dizilerde en sık karşılaştığımız sahneler, kadınların öfkelerini ağlayarak ya da bağırarak ifade ettikleri melodram sahneleri. Öyle ki sosyal medyada yapılan “editlerde” bağırarak ağlayan kadın oyuncular bir araya getirilirken bu performansların “iyi oyunculuk” olarak algılandığını görüyoruz. Bu durum, kısmen Türk dizilerinin yurt dışına açılırken rağbet görmesini sağlayan melodram yapısının bir parçası olsa da daha çok yükselen geleneksel ataerkinin bir sonucu diye düşünüyorum.
Kadın, erkek herkesin ekranda bağırdığı, duvar yumruklayıp eşya kırdığı bir duygu ifadesi, günümüz ataerkil muhafazakâr siyasetinin kültürel alana bir yansıması gibi duruyor. Kadın oyuncuların bu durumdan nasıl etkilendiğine gelince: Yukarıda bahsettiğim güzellik standartlarıyla “bağırarak oynama” oyunculuğu birleşince sektör, hep aynı isimlerin üst üste 4-5 projede oynadığı, standart dışı oyuncularınsa aylarca iş bulamadığı neredeyse “oyuncu tekeli” diyebileceğimiz bir yapıya bürünüyor.
Benim bu yazıda niyetim, iyi oyunculuk nedir diye ahkam kesmek değil, zaten böyle bir şey haddime de değil. Benim vurgulamak istediğim nokta, kadın oyuncuların erkeklere nispeten çok daha fazla standardı karşılamasının beklendiği ve fiziksel özelliklerin, oyunculuk yeteneğinin önüne geçtiği bir sektörde oyuncu kadınların yaşadıkları zorluklara dikkat çekmek.
Kadınları durmadan ağlatan ve gözyaşından beslenen Türk dizi sektörü, bir yandan küresel ölçekte değer kazanırken diğer yandan oyunculukla alakası olmayan kriterlere uymadığı için birçok kadın oyuncuyu dışarıda bırakıyor. Bu döngü de sektördeki kadınların dayanışmasıyla kırılabilir. Bu yüzden Melek Baykal ve Goncagül Sunar’ın seslerine yeniden kulak vermekte fayda var.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***