YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
TR724’te oldukça uzun süredir yazıyorum. Yedi sene – dile kolay! Acı tatlı birçok şey yaşandı diyeceğim, ama acılar sanırım o kadar fazlaydı ki bu yedi yıl içerisinde, tatlı şeylerden bahsetmek haksızlık olur. Yine de bir mücadele verdim – vermeye çalıştım daha doğrusu, elimden geldiğince. Bu mücadelenin temelini entelektüel bir macera oluşturuyor. Fikir üretmek ve fikir paylaşmak şeklinde özetlenebilecek bir çaba bu, ve ben elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım, çalışıyorum. Biliyorum ki yazdıklarım her zaman Kabul görmüyor, birçok kez ağır eleştirilere muhatap oluyor. Bundan doğal ne olabilir zaten?
Ben yazarken insanların hoşuna gitsin yazdıklarım türü bir beklenti içerisinde değilim ayrıca. Taraftar kazanmak falan gibi bir hırsım asla olmadı yaşamımda. Biraz içe dönük, kendi iç dünyasına odaklanan bir yapım var. Belki ondandır. TR724 platformu – ben gazete demeyi tercih ediyorum – sağ olsun bana sınırsız bir redaksiyonel özgürlük sağladı, sağlıyor. Diğer bir ifadeyle yazılarıma müdahale eden yok. Yazdıklarım beni bağlar, evet. Ama bu tür bir redaksiyonel özgürlük her zaman mümkün olmayabilirdi. Zira TR724 kendi okuyucu tabanı olan bir platform. Yazdıklarımı okuyanların haliyle büyük çoğunluğu bu tabandan insanlar olunca, TR724 de farklı bir tutum takınabilir, tabanının hoşuna gidecek şeyleri yazmamı isteyebilirdi benden. Bilakis, benim arkamda durdu bu gazete. Bu onların benim yazdıklarımı hep tasvip ettikleri anlamına gelmez. Ben de gazetede yayınlanan birçok yazıda karşı çıkacak noktalar bulabilirim. Gazeteler bu çeşitliliği korudukları ölçüde daha geniş kitlelere ulaşırlar ve farklı düşünen insanlar arasında köprüler inşa ederler. Belki de TR724’te yazmamın nedeni budur: kendi düşüncelerimi farklı insanlara ulaştırmak, o köprülere katkıda bulunmak. Çok seslilikten, farklı görüşlerden, çelişkilerden kimse olmedi! Siz yine de bana inanmayın. Bakarsınız ben bir “kriptoyumdur”, değil mi?
Yazılarımda genellikle insan haklarına, Türkiye siyasetine, daha spesifik ifade etmek gerekirse mevcut rejime ve etkisine değiniyorum. Fakat elbette bunların dışında da birçok başka konuyla alakalı yazıyorum: diplomasi ve dış politika, küresel politikalar, tarih, özellikle tarih diskuru ve resmi tarih, sosyolojik konular – kadın, hukuk, dinin siyasal, hukuksal ve toplumsal boyutları gibi… Tipik “kripto işleri” anlayacağınız! Almanca’da güzel bir ifade vardır: “Fachidiot”. Sadece kendi küçük alanıyla ilgilenen, diğer konulara asla girmeyen, hatta başka konularla hiç ilgilenmeyen insanlar için kullanılır. Entelektüel mücadele elbette “Fachidiot” olunabilecek bir şey değil. Özellikle akademide kendi alanınızın diğer alanlarla kesişme alanlarında düşünmeniz ve üretmeniz beklenir. Dahası, içine doğmuş olduğunuz toplumun önemli meseleleri hakkında düşünmeli, olaylara sıradışı yaklaşmayı başarmaya çalışmalısınız. Bir mühendisin siyasetten, bir tıp doktorunun sosyolojiden, bir öğretmenin dinden, bir ev kadınının bunların hepsinden bahsetmesi, bunların tamamıyla ilgili düşünmesi ayıplanacak veya küçümsenecek bir şey olmamalıdır. Ben de bir akademisyen olarak felsefi üretim yapmayı bir görev addediyorum. Akademik unvanım da bunun gereğini vurguluyor zaten. Ancak hiçbir akademik unvanım olmasaydı da aynısını yapardım. Birçok gazeteci ve yazar meslektaşım da fikir üretiyor. Bu onların tercihiyse, benim hem tercihim hem de görevim. Bir akademisyenden beklenen başka ne olabilir ki?
Farklı düşünmek, bir suç değildir. Olaylara farklı pencerelerden bakmak da öyle! Eleştirel akıl, herkesin Kabul ettiklerini, doğru bildiklerini ve inandıklarını da sorgulamaktır. Bazen bir şeye bakarsınız ve diğerlerinden farklı şeyler görürsünüz. Eğer grup baskısını Kabul ederseniz, kendi bakış açınızı çabucak değiştirir, herkesin kabul ettiği bakış açısını benimsersiniz. Elbette bu da bir seçimdir. Fakat eğer akademisyenseniz ve entelektüel bir çabanız varsa, orijinalinizi korumak durumundasınızdır. Eleştirel akıl, başkalarıyla çelişmenize neden olacak sonuçlara varmanıza neden olabilir. Bu, sizin bakışınızın yanlış olduğu anlamına gelmez. Fikirler evreni bir popüler olma yarışması değil. Birçok düşünce, üretildiğinde, toplum tarafından şiddetle reddedilmiştir. Toplumlar kimi zaman farklı fikirleri bastırır, ezer, takibata uğratır, lanetler. Fakat bu fikirlerden bazıları aradan on yıllar, hatta yüzyıllar geçtikten sonra aynı toplumların takdirini ve onayını kazanabilir.
Belki benim düşüncelerim elekten akan kum taneleri gibi boşluğa akıp gidecek ve bir daha hiç kimse onların üzerinde düşünmeyecek. Bu bir olasılık. Fakat belki de bazıları insanlar ileride değer verdiği, üzerinde düşündüğü, olumlu ya da olumsuz polemiğe girdiği ürünler olarak topluma katkıda bulunacak. Dediklerim gibi, benim beğenilmek ve sevilmek gibi bir hırsım yok. Ama düşünmeye – çoğunlukla farklı düşünmeye! – devam etmek gibi bir tutumum var. Bu nereden geliyor bilmiyorum. Ama bu tutumu değiştirmeyi düşünmüyorum.
Haliyle farklı şeyler söyleyenler çoğu zaman “dokuz köyden kovulur”, özellikle de söylediklerinde doğruluk payı varsa! Çünkü insanların büyük çoğunluğu tabularının yıkılmasından hoşlanmaz. Hele de konu Türkiye gibi tabuların derin dondurucuya atılıp sınırsız süreler bekletildiği bir toplumsa, bu daha çok böyledir. Türkiye hem politik, hem sosyolojik tabuların üst üste yığıldığı bir yer. Tarih tezlerinden ulusal kimliğine, Ermeni Soykırımı’ndan yayılmacılık tapıcılığına, Atatürk’ten dine, üzerinde yazmanızın ve konuşmanızın “sakıncalı” olduğu sürüyle konu vardır. Genellikle yazar-çizer mahalle bu konulara fazla girmek istemez. Herkesin üzerinde mutabık olduğu o kadar çok konu vardır ki, eğer dikkatli olursanız, hayatınızın sonuna kadar insanların yazdıklarınıza tepki göstermediği bir yazar olabilirsiniz. Ben bunun Türkiye için iyi olup olmadığına emin değilim!
O derin dondurucudaki tabular, ülkenin de toplumun da ayağındaki prangalar. O bagajla ve tehlikeli alanlarla hesaplaşabilen toplumlar daha mutlu ve daha başarılı oluyorlar. Kanada, yerlilerin başına gelenlerle hesaplaştıkça, Almanya İkinci Dünya Savaşı ve Holokost’u eleştirdikçe ve genç nesillere öğrettikçe, Fransa, İspanya veya Portekiz gibi ülkeler kolonyal geçmişlerini reddeden yeni bir kültür üretebildikçe ilerliyorlar, gelişiyorlar, medenileşiyorlar.
O ülkelerde de bu işler kolay oldu zannetmeyin. Kilise doktriniyle hesaplaşmaktan kadınlara eşitlik sağlamaya, insan haklarına uygun bir siyasi sistem kurmaktan eleştirel aklın merkeze alındığı bir okul sistemine, bahsettiğim ülkelerde de ilerlemeler hiç kolay olmadı. Tabulara dokunmadan bunlar yapılamazdı.
Tabulara dokunanlar da tabiyatıyla ödüllendirilmediler, bedeller ödediler. En büyük bedel, dışlanmak, izole olmaktır. Entelektüel mücadele bu nedenle yalnızlığı, tekliği göze almaktır. Bir de şeytanlaştırılmayı, hain ilan edilmeyi, kriptolaştırılmayı! İnsan hakları mücadelesi yapmak Türkiye’de kolay değil. Eğer herkese aynı kıstaslarla yaklaşacaksanız, çoğunlukla ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabilirsiniz! İlkeleriniz varsa ve ne olursa olsun bu ilkeleri göz önüne alarak yazıyorsanız – yani tribünlere oynamıyorsanız! – aynı anda herkesi mutlu edemeyeceğinizi de peşinen kabullenmişsinizdir demektir. BU nedenle bir şikayetçi olma durumu içerisinde değilim. Çünkü doğruya doğru, yanlışa yanlış demek gerekiyor. Doğru ve yanlış kişisel bakış açınıza ve değerlerinize göre değişim gösterebilir.
Sosyal alanlarda – topluma ilişkin her şeyde – matematikteki gibi tek ve evrensel bir doğru yok. Fakat tek ve evrensel olarak, insanlar hep mutlu olmak, huzur, refah, özgürlük ister! Dolayısıyla, tek doğru yok, ama toplumları bu amaçlara ulaştıran bazı doğrular var.
Türkiye gibi toplumlarda bu doğruları dillendirmek size vakitsiz öten horoz durumuna sokabiliyor. Kürtlerin kendi kaderini tayin falan gibi bir şey yazarsanız, linç edilirsiniz! Ya da dine ilişkin bir mevzuda nehrin genel akış yönünden farklı bir yönde bir yorumda bulunursanız, durumunuz daha da tehlikeli bir hal alabilir. Önce uzmanlık alanınız olmadığı “net vurusuyla” caydırmaya çalışırlar. Sonra bile isteye linçe ve infaza başlarlar. Ne daha önce yazdıklarınıza samimi olmadığınız, ne maddiyatçılığınız, ne kriptoluğunuz, ne alçaklığınız – vurulmadık hiçbir darbe kalmaz. Bunlar size yıldırmak ve pes ettirmek için izlenen kolektif stratejilerdir. Fakat, eğer bel kemiğiniz benimki gibi biraz kalınsa, bunlara güler geçersiniz ve doğru bildiğiniz yolda ilerlersiniz.
Ben insanların duymak istemeyeceği şeyleri de yazmaya kararlıyım. Evet, bazılarını zıplatıyor, bazılarının Karadeniz’de gemilerini batırıyor, bazılarının nefretini büyütüyor, biliyorum. Fakat şunu da biliyorum ki, benim yazdıklarımı okuyan ve farklı bakış açılarının ve düşüncelerin evrenine yelken açan birçok okurum da oluyor. Onlar bazen bana özelden, bazen de açık mesajlar atarak, pes etmemem gerektiğini hatırlatıyorlar, bana moral oluyorlar. Sağ olsunlar!
Bakın, biliyorsunuz, ben sizden değilim. Çünkü hiç kimseden değilim, tekim. Mahallecilikten, aşiretcilikten uzak durmak benim yaşamdaki genel duruşum. Benden nefret edenler en çok bu yüzden nefret ediyor benden. Beni sevenler de bu nedenle seviyorlar zaten! Yani ortada paradoksal bir durum var. Dediklerim gibi ama, bunlarla ilgilenmiyorum. Görev bellediğim şeyi yapıyorum.
Bu macerada samimi olmak, rol yapmamak, kendin olmak ve en önemlisi, kendin kalmak çok önemli. Ben neysem oyum. Kripto dediklerinde de bu nedenle sadece tebessüm ediyor, geçiyorum. Cümlelerimi amacından saptırdıklarında da sinirlenmiyorum. Babama-anneme sövdüklerinde, üzülsem de, onların anne-babasına hakaret etmiyorum.
İnsanların farklı düşünebileceklerini teslim etmek ve buna tolerans göstermek toplumları ilerletir. Doğruluk, erdem, yaratıcılık gibi birçok olumlu özellik, farklı düşüncelerin üretilebildiği ve filizlenebildiği özgürlükçü ortamları sever. Topluluk psikolojisinden çıkmak, birey olmak – benim hayata bakış açım bunun üzerine kurulu.
Köşe yazarının görevi nedir? Tek alana bağlı olmak entelektüel çaba olamaz diyorsak, insanların düşüncelerine tolerans göstereceğiz. Sosyal gerçekliğe holistik bakabilmeden, “Fachidiot” eğitimli ama düşünemeyen robotların dünyasında, sadece köhne ve kötü fikirlerin yeniden üretimi yapılabilir. Ama yeni sorunlara yeni çözümler bulunamaz. Karanlığın boğulması için bir zahmet birilerinin lambayı yakması gerekecek. Karınca kararınca, benim mücadelem bu yöndedir.
Tabi, benim yazılarımı okuyan okur, okumak istemeyenlerin de zaten okuma mecburiyeti yok. Kriptonun teki der geçersiniz!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***