YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Ben bu satırları yazarken İsrail Gazze sınırına asker yığınağı yapıyor, Batılı ülkelerse vatandaşlarını İsrail’den tahliye etmeye başlıyordu. Yaşadığım yerde gece yarısına yaklaşıyor saat. Birçok insan eminim uyuyordur mahallemizde. Acaba Gazze’de insanlar nasıl uyurlar, bombardımanın neden olduğu sarsıntılar ve patlamalar arasında? Ya İsrail’in çeşitli kentlerinde, Hamas’ın ateşlediği roketlerden füze savunma sistemini aşabilenlerinin yol açtığı patlamalar, orada da insanların uyumasına engel oluyor mudur? Bombaların olmadığı, insanın insanı yok etmediği, insan olmanın en yüce değer kabul edildiği, yaşamın kutsallığının tüm dinlerin kutsallarında da, peygamberlerinin vaat ettiği cennetlerden de, kitaplarından da insan yaşamından daha değerli olmadığı bir dünya çok mu ütopik, çocuksu, naif, saf bir düşünce?
Binlerce yıldır insanların kıyasıya uğruna mücadele ettiği, kan döktüğü, savaştığı küçücük bir toprak parçası, arasan geçen binlerce seneye karşın hala insanın insanı katledişine tanık oluyor. Tarih öncesi zamanlardan Babil ve Yahudi yurdu Kenan’a, Musa’nın çocuklarına vaat edilmiş topraklardan gemici ve tacir Greklere, çok tanrılı Romalıların işgalinden İsevi Havarilerin ve onların öğrencilerinin ilk direnişlerine, sonrasında Hristiyan Roma ve Hristiyan Bizans’ın fatihlerinden ve onların vatandaşlarına yurt olmasından Müslüman Arap işgaline ve bölgenin İslamlaşmasına ve Araplaşmasına, Osmanlı’nın bölgeyi ele geçirmesinden Britanya yönetimine – sürekli el değiştiren, savaşlarla demografisi ve kültürü değişen kanlı, bir o kadar da kutsal kabul edilen topraklar…
Bölgede belki de değişmeyen tek şey bu sürekli el değiştirmeler, fetihler, kültürel dönüşüm, dinlerin ve dillerin cümbüş oluşu, üç büyük dinin de kutsal kabul ettiği bu bölgenin kaderi ola geldi. Güç mücadelelerinin, krallıkların, imparatorlukların, hilafet ve emirliklerin, devletlerin, uluslararası aktörlerin ve küresel oyuncuların, tarih öncesi zamanlardan modern zamanlara, oradan Yirmi Birinci Yüzyıla, adına ister Filistin diyelim, ister İsrail – Kenan diyarı coğrafyası hep dünyanın dini, kültürel ve politik merkezlerinin başından yer aldı.
Modern tarihi başlatan – Roma-İslam ve Osmanlı düz çizgisel tarih hattının kırılmasını müteakip – Britanya’nın 1917 yılında bölgeyi Osmanlılardan alması ve bölgenin kontrolünü eline geçirmesi oldu. Birinci Dünya Savaşı’na kaybedilen toprakları ve ötesini almayı hayal ederek giren Osmanlı parçalanınca, her bir köşesinden ayrı devletler fışkırdı. Bugünkü mücadelenin gerçekleştiği coğrafya, demografisini değiştirecek sürece böylece bir kez daha girdi. Tıpkı daha önce onlarca kez olduğu gibi, yeni gelen güç, demografiyi ve siyasayı kendi istediği yönde değiştirdi. Nasıl ki Roma Yudea’yı ele geçirip Yahudileri dört bir yana dağıttıysa, nasıl ki Hristiyanlık etkisi altına aldığı bölgede yerleşik kültürün yerini aldıysa, nasıl ki İslam, Arapların fethi sonrası göçlerle ve asimilasyonla bölgenin linguistik ve kültürel kodlarını değiştirdiyse, nasıl ki Osmanlı eyalet sistemi var olan kültürel, dini, linguistik kırılmaları 5 asır boyunca dondurduysa, İngiliz egemenliği benzer altüst oluşlara, dönüşümlere, transformasyonlara, değişimlere gebeydi. Böylece 1917’ye kadar kırsal, gelişmemiş, nüfus yoğunluğu orta derece olan, Müslüman Arapların çoğunluk teşkil ettiği bölge, yoğun bir Yahudi göçüne maruz kalacaktı. Bir başka imparatorluğun bölgeden kovduğu Yahudiler, kovuldukları Avrupa’dan ata yurtları Kenan’a dönmeye başlayacaklardı. 1940’lara kadar yılda ortalama on bin Yahudi bölgeye aktı. Fakat 1940’larla beraber, bu kez dünyanın gördüğü en korkunç soykırıma maruz kalan Avrupa Yahudileri, Alman cellâtlarından ve onların Führer’i Hitler’den kaçarak bölgeyi kendilerine sığınak haline getireceklerdi. Yirminci Yüzyıl’da doğan Siyonizm – Yahudilerin Kenan’a gelerek kendi devletlerini kurma düşüncesi ve onun politik hedef olarak benimsenişi – bir Yahudi ütopyası olarak doğduktan sonra ilk kez reel bir politik zemin kazanacaktı.
1940’ların sonlarına doğru bölgeye akın ederek görünür bir demografik faktör halini alan Yahudiler, kendilerine bu fırsatı sunan Britanya’nın askeri unsurlarıyla mücadele etmeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar sayıları inanılmaz rakamlara ulaştı. Bölgedeki Arapların geniş arazilerini Yahudilere satmalarıyla, bu göçmen Yahudilerin yerleşim alanları da çok genişledi. Oryantal bölge Yahudiliği’nin çok üzerinde rakamlarda Avrupa Yahudisi böylece bölgeyi yurt edindi. Çoğunun devletleşmek gibi bir siyasi amacı yoktu. Canlarını kurtaracak bir toprak parçası arıyorlardı ve onlara bu toprağı sağlayacak ne Avrupa’da ne de Amerika’da bir toprak parçası yoktu. Başlarına gelen felaketin yinelenmesinden korkanları, kendi devletlerini kurmak için dünya savaşının sonunu bir fırsat olarak görüyordu. Bu ortamda galip devletlerin teklifi ve yeni kurulan Birleşmiş Milletlerin de onanıyla, 1947 yılında bölgenin Yahudiler ve Araplar arasında paylaştırılmasına karar verildi. Bugün Arap Ligi’ni oluşturan devletler ve topluluklar bunu kabul etmediler. Türkiye İsrail’in bağımsızlığını tanıyan ilk Müslüman çoğunluklu ülke olacaktı. İşte bu ortamda 1948 yılında İsrail kuruldu ve Birleşmiş Milletler’e üye oldu. Fakat daha bağımsızlığını ilan eder etmez, 5 Arap devleti – Mısır, Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan – İsrail’e savaş açtı. İsrail’e verilen topraklara kuzeyden, güneyden ve doğudan girdiler, Akdeniz kıyısına sıkışmış yeni devleti işgal ettiler. Bu birinci Arap-İsrail Savaşı, aslında biraz da İsrail ve Filistin’in gelecekteki kaderlerini de belirleyen savaş olacaktı. Bu on aylık mücadeleyi İsrail kazanacak, 1948’den 1960’lara kadar Arap ülkelerinden kaçmak zorunda kalan bir milyonu aşkın Yahudi İsrail’e göç edecekti. Bunu, aynı tarihler arasında İsrail’den kaçmak durumunda kalan 750.000 Arap takip edecekti. Zaten Yahudiler lehine gelişen demografik gelişim, böylece daha da hızlanacaktı. Yahudiler kendilerine ait bölgede artık bariz çoğunluktular. Araplar üçüncü ülkelere kaçmış, kalanları İsrail egemenliğinde hayatlarına devam etmeyi seçmişti. Bir tür kanlı nüfus mübadelesi denebilecek süreç, iki etno-dinsel topluluk arasındaki yabancılaşma ve düşmanlığın daha da derinleşmesine neden olacaktı.
Böylece 1967 yılına kadar sürecek bir bekleme dönemine girildi. Bu süre içerisinde İsrail konsolide oldu ve kurumsallaştı. Ülkeye akan nitelikli nüfus ve beşeri sermaye sayesinde çok yönlü bir ekonomik, altyapısal, bilimsel, eğitimsel ve askeri gelişim yaşandı. Haziran 1967’de işte bu güçlenmiş İsrail’e yönelik ikinci bir Arap askeri harekâtı başladı. Mısır, Sina yarımadasında bulunan tampon bölgede görev yapan Birleşmiş Milletler gücünü deport etti ve İsrail’in Kızıldeniz girişini bloke etti. İsrail liman bölgesini bloke den Mısır birliklerine yönelik askeri bir müdahale başlattı. Mısır başta, Ürdün ve Suriye İsrail’e saldırdılar. Fakat beklenmedik bir şey oldu. İsrail 6 gün içerisinde Mısır, Ürdün ve Suriye ordularını ayrı cephelerde ağır bir yenilgiye uğrattı. Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı Ürdün’den, Gazze’yi ve Sina Yarımadası’nı Mısır’dan, Golan Tepeleri’ni Suriye’den aldı ve sınırlarını iki katına çıkardı.
1973 yılında bu savaşın intikamını ve kaybedilen topraklarını geri almak için, bu kez Mısır ve Suriye İsrail’e bir baskın saldırı düzenledi. Başlangıçta başarılı olsalar da, bu savaşı da İsrail kazanacaktı. ABD bu savaşta ilk kez açıkça İsrail’den yana tutum alacaktı. Bu pozisyon ileriki yıllarda ABD’nin Ortadoğu politikasının temelini oluşturacaktı. İsrail’in konumunu daha da güçlendirmesi, caydırıcılığını arttırdı. Mısır’ın İsrail politikasını değiştiren ilk Arap devleti olmasında bunun rolü büyüktür. 1977 yılında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat İsrail’i ve Kudüs’ü ziyaret etti, Mısır İsrail’i tanıdı ve barış karşılığında İsrail Sina Yarımadası’ndaki 1967’de ele geçirdiği toprakları Mısır’a geri verdi. 1981 yılında Irak’ın nükleer teknoloji – ve potansiyel olarak nükleer silah – üretmek için açtığı nükleer tesisler İsrail tarafından imha edildi. İsrail artık bölgenin en caydırıcı ve güçlü silahlı kuvvetlerine sahipti.
İntifada ve Filistin Kurtuluş Örgütü (PLO) ve Yaser Arafat, özgür bir Filistin mücadelesine işte böyle bir devlete karşı başlamıştı. Lokal eylemlerin yanında Münih Olimpiyatlarında İsrail kafilesine yönelik terör saldırısı, birçok uçak kaçırma ve suikast, yerel eylemler ve saldırılarla adından giderek daha fazla söz ettirmeye başlayacaktı. İntifada hareketi bölgedeki Arap/Filistinli halk arasında giderek daha fazla sahiplenilecekti. İsrail’in uyguladığı rijit politikalar, yasadışı göçmen yerleştirme siyaseti, Filistinlilere karşı asimetrik güç kullanması, acımasız ve insan haklarına aykırı uygulamalar, katliamlar ve diğer tür zulümler, hem Filistin mücadelesine yönelik uluslararası desteği arttıracak, hem de İsrail’de şahinlerin yanında ciddi bir güvercinler hareketinin doğuşuna neden olacaktı. Mısır’a Barış karşılığı Sina topraklarını vermek gibi, toprak karşılığında barış stratejisi böylelikle bölgede yeni bir umut olarak yeşerecekti.
1980’lerin ballarında yılında Filistin Kurtuluş Hareketi eylemlerini gittikçe yoğunlaştırdı. 1982 yılında İsrail’in İngiltere büyükelçisine PLO tarafından bir suikast girişiminde bulunuldu ve bunun akabinde İsrail Lübnan’daki PLO merkezine yönelik askeri bir operasyon başlattı. Bu dönemde Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütüne bağlı bir alt grup, Gazze’de Hamas’ı kurdu.
1990’lara gelindiğinde dünya hızla değişmekteydi. Sovyetler Birliği Gorbaçov’un liderliğinde reformlar yapıyordu. Bu çerçevede Sovyet yönetimi tarihinde ilk kez Yahudi Sovyet vatandaşlarına İsrail’e göç izni verdi. Bir milyonun üzerinde Sovyet Yahudi’si İsrail’e yerleşti. 1993 yılında Yaser Arafat, büyük bir cesaret göstererek İsrail’le barış görüşmelerine başlama kararı aldı. İsrail’deki Yitzak Rabin hükümeti bu görüşmelere başlama kararını alınca barışa yönelik ciddi bir şans doğmuş oldu. İsrail İntifada’nın ve şiddet sarmalının sona erdirilmesini istiyor, Filistinliler ise kendi devletlerine sahip olmayı amaçlıyordu. İsrail de Filistin de gerekli adımları atarak çocuklarına güvenli bir gelecek sunmayı hedefliyordu. Her iki seküler taraf, dini farklılıkların aralarındaki barışa engel olmaması konusunda kararlıydılar. Oslo Görüşmeleri, Oslo Deklarasyonu ile taçlandırıldı. Rabin ve Arafat, ABD başkanı Bill Clinton’ın eşliğinde Deklarasyonu imzaladılar. İsrail PLO’yu Filistin’in meşru otoritesi olarak kabul etti, Batı Şeria ve Gazze’den çekildi. PLO Batı Şeria’da yönetimini oluşturdu. Oslo Antlaşması, Arafat ve Rabin’e Nobel Barış Ödülü’nü getirecekti.
5000 yıllık tarihinde ilk kez yerel düzeyde bir anlaşma üzerinden bölgeye barış geliyordu. Her ne kadar iki tarafta da barış yanlıları çoğunlukta da olsalar, barıştan korkan, maksimalist ve fanatik şer güçler maalesef hem İsrail’de, hem de Filistin’de mebzul miktarda mevcuttular. 4 Kasım 1995’te Yigal Amir adında radikal bir Yahudi İsrailli, Yitzak Rabin’i kalleşçe sırtından vuracak, öldürecekti. Amir, Oslo Antlaşmasına karşı olduğunu ve Rabin’i öldürme emrini bizzat Tanrı’dan aldığını söylüyordu! Aynen Filistinliler arasında gittikçe güçlenen hizipler gibi. Bunların başında Hamas geliyordu.
2006 yılında Müslüman Kardeşler’in devamı olan cihatçı Hamas Gazze’de seçimleri kazandı. Filistin Otoritesi Hamas’ı her ne kadar meşru yönetim olarak tanımasa da, Hamas merkezi Batı Şeria yönetiminden kopuk, ayrı bir Gazze yönetimi oluşturdu. İktidara gelir gelmez kendisine muhalif olarak gördüğü güçleri infaz veya pasifize etmeye başladı. Muhaliflere suikastler, saldırılar, korkutmalar, tehditler ve başka türlü diğer kirli yöntemlerle iktidarını konsolide etti. Bu arada 2006’dan itibaren Gazze’de seçim yaptırmadı. Hamas, Filistin Yönetimi’nin aksine, hiçbir zaman İsrail’in varoluşunu kabullenmedi, aynen Şii İran gibi, kategorik olarak İsrail’e ve Yahudilere karşı oldu. Bu politikasını dini argümanlarla savunmaktan geri kalmadı. Açıkça cihad yaparak, düzenli olarak Gazze topraklarından İsrail sivil yerleşim birimlerine saldırılar düzenledi. İran’dan ve diğer ülkelerden yasadışı yollarla elde ettiği roket teknolojisini kullanarak, yılda ortalama 1500 roket fırlatabilecek bir askeri seviyeyi elde etti. Bu saldırılar, hem İsrail’deki güvercinlerin iktidar şansına engel oldu ve aşırı sağı patlattı, hem de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına zemin teşkil etti. Hamas, Gazze’nin refahı ve gelişimi için hiçbir zaman çaba göstermedi. Bilakis, mevcut altyapının (mesela okulların, resmi dairelerin, spor tesislerinin, camilerin, vs.) içine cephanelik, silah deposu, roket üretim merkezi gibi askeri hedefleri yerleştirdi ve sivilleri canlı kalkan olarak kullanma taktiğini izledi. İsrail’in saldırılarında bu canlı kalkanların ölmesi veya yaralanmasını siyasi malzeme ve argüman olarak kullandı.
Son Hamas saldırısı, İsrail devleti kurulduğundan beri yaşanan en korkunç saldırı – 1000’den fazla İsrailli sivil bu saldırıda yaşamını yitirdi, binlerce İsrailli ağır, yine binlercesi hafif yaralandı. Bir barış konserine katılan gençler de bu barbarca saldırının hedefi oldular. Hamas teröristleri bu konsere katılan gençlerden 260’ını otomatik silahlarla tarayarak katletti, yüzlercesini yaraları. Cesetlerin arasında genç kadınlara topluca tecavüz eden Hamas teröristleri, kendi dinlerini ve Allah’ın adını lekelemek pahasına “Allah-u Ekber” diye bağırıyorlardı. Normal bir insanın yazarken veya okurken bile fena olduğu sahnelerin yaşandığı bu korkunç terörist eylem, maalesef dünyanın birçok yerinde yaşayan bazı Müslümanlar tarafından sevinç gösterileriyle kutlandı. Elbette edepli ve gerçek dindar Müslümanlar, bu nefreti ve şiddeti kategorik olarak reddettiler ve Hamas’ı güçlü bir şekilde kınadılar. Fakat maalesef, İslam dünyasındaki İslamcılık (İslam dinini ucuz ve hatta iğrenç politikalara ve eylemlere alet etmek) ve cihatçılık, Müslümanlığın imajına büyük zarar verdi, veriyor. Hamas’ın vahşi saldırısı bunun tipik bir örneği.
Bu saldırının ardından İsrail’de Netanyahu liderliğindeki yönetim Gazze’ye hava saldırısı başlattı. Askeri hedeflerle sivil yerleşim bilgelerinin yan yana olması nedeniyle ve yukarıda izah ettiğim Hamas’ın canlı kalkan taktiğinden dolayı, sivil kayıpların her geçen saat arttığına tanık oluyoruz. Hamas için sivillerin ölümü hiç önemli değil, çünkü İsrail saldırı yapılacak yerleri/bölgeleri önceden bildirmesine ve sivillerin bu bölgelerden tahliye edilmesi uyarısında bulunmasına karşın, Hamas sivillerin bu hedeflerden veya yakınındaki binalardan ayrılmalarına izin vermiyor. Elbette ki bu İsrail’in sivil hedefleri vurması meşru kılmaz veya sivil kayıplarını tamamen Hamas’ın günah hanesine yazmaz. İsrail’in özellikle siviller konusunda hassas olması gerekirdi. Oysa Netanyahu belli ki bu konuda gereken hassaslığa sahip değil ve bunun sonucu olarak masum sivillerin, en başta da çocukların ölüm haberleri, Gazze-İsrail dramını daha da yoğunlaştırıyor.
İnsanların, hele ki çocukların ölümünü siyasi analizlerde veya köşe yazılarında yazmak zorunda kalmak ne acı! Gönül isterdi ki Hamas’ın ve her iki taraftaki şiddetten beslenen şahinlerin etkisi sona ersin, rasyonel akıl ve etik politikaları benimseyen barış yanlısı İsrailli ve Filistinliler, temelleri Oslo’da atılan yola geri dönsünler. İsrailli ve Filistinli çocuklar öğrenci değişim programlarına katılsın, birlikte spor yapsın, eğlensin, birbirlerinin dillerini ve kültürlerini öğrensin, lezzetli yemeklerini tatsın – ve hepsinden önemlisi yaşasınlar, yaşayabilsinler!
Kenani Yahudiler ve Kenani Araplar, İbrahim’in torunları, kanla sulanmış ve acılarla yoğrulmuş o toprakları acaba bir gün beraberce bir yeryüzü cennetine dönüştürebilecekler mi? Şu an bunun çok mümkün göründüğü söylenemez. Fakat bizlere düşen, her zaman olduğu gibi iyilikten, güzellikten ve kardeşlikten yana umutlu olmak!
Bu vesile ile hayatını kaybeden tüm masum sivilleri saygıyla anıyorum. Umut ediyorum, İsraillilerin ve Filistinlilerin kayıpları son bulur, her iki toplum en kısa zamanda huzura ve barışa kavuşur.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***