YORUM | Dr. Yaşar Demircioğlu, HRD Berlin
Bundan birkaç sene önce, Ergenekon yargılamalarını yapan hakimler hakkında, Türk Ceza Kanunu’nun 109. maddesi çerçevesinde “kişiyi hürriyetinden yoksun kılma” suçlaması ile iddianame düzenlenmiş ve bu hakimlerin 600 yıla yakın hapis cezası ile cezalandırılmaları talep edilmişti. Hatta Genelkurmay İstihbarat Başkanı İsmail Hakkı Pekin’in, “İrtica ile Mücadele Eylem Planını Dursun Çiçek’in hazırladığını ve kendisini bu tür şeylerle uğraşmaması konusunda defalarca uyardığını” açık açık ikrar etmesine, Adli Tıp raporu ile bu eylem planında bulunan imzaların orijinal olduklarının tespit edilmesine rağmen yine de bu yargılamaları yapan hakimler hakkında kişileri haksız yere hürriyetlerinden mahrum bıraktıkları gerekçesi ile mahkumiyetlerine karar verilmişti.
Açık ikrar ve itiraflarla, Adli Tıp raporları ile doğrulukları ispat edilen İrtica ile Mücadele Eylem Planını organize edenleri yargılayan hakimler, kişileri özgürlüklerinden mahrum bırakma suçlaması ile 600 yıla kadar hapis cezaları ile yargılanırken ve hüküm alırlarken, yüzbinlerce insanı AİHM Yalçınkaya kararı ve imzalanan uluslararası sözleşmelere aykırı bir şekilde ByLock, Ankesör, SD Kart Kodlama, Gizli Tanık, yeniden yapılanma gibi saçma gerekçelerle hürriyetlerinden mahrum bırakan ve cezaevlerinde tutan hakimlerin hukuki, mali ve cezai sorumluluklarına gidilemeyecek midir?
Yalçınkaya kararının metninde belirtildiği üzere bu kararın sübjektif değil objektif olarak bütün Gülen Hareketi mensuplarını ilgilendiren davalarda uygulanması yükümlülüğü, 7 yıldır bir cadı avına dönüştürülen balon davaların patlamasına ve suçlamaların içeriklerinin ne kadar boş olduklarının herkes tarafından görülmesine de yol açtı.
26 Eylül 2023 tarihinde Yalçınkaya kararının ilan edilmesinin ardından normal bir hukuk devletinde Anayasanın 90. maddesinin yasama, yürütme ve yargı organları üzerindeki bağlayıcı etkisi ve uluslararası hukukun üstünlüğü gereği cezaevlerinde TCK 314/2 Terör Örgütü üyeliği nedeniyle bulunan bütün cemaat mensuplarının tahliye edilmesi, devam eden yargılamalarda beraat kararı verilmesi veya kesinleşmiş mahkeme kararları hakkında da yeniden yargılama yolunun açılması beklenirdi. Hatta Yalçınkaya davasının metninde de vurgulandığı üzere Reykjavik`te yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde Türk Devleti, AİHM kararlarını tam ve eksiksiz şekilde uygulayacağı taahhüdünde bulunmuş ve Mahkemenin kararlarının bağlayıcılığını mutlak surette kabul etmişti ki yargı organlarına ve hakimlere düşen görev de, Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelere uygun hareket ederek Cezaevlerinden tahliyelerin sağlanması ve yargılamalarda beraat kararlarının verilmesinden ibaretti. Ancak şu ana kadar ki pratiklere göre 15 Temmuz sonrası dizayn edilen Türk Yargısı hukuk devletinin asgari standartlarını bile yerine getirmedi ve böylece Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını ihlal pahasına insanları hukuku araçsallaştırarak esir almaya devam etti.
Peki Anayasanın açık ve emredici hükmü ile imzalanan uluslararası sözleşmelerin bağlayıcı etkisine rağmen halâ cezaevlerinde Bylock, SD Kart, Ankesör, Dernek ve Sendika Üyeligi, ya da yeniden yapılanma gibi hukuksuz gerekçelerle insanların hürriyetlerinden mahrum bırakılarak hapsedilmelerine sebebiyet veren, tahliye taleplerini işleme almayan, mahkemelerde beraat kararı tesis etmeyen hakimlerin bu işlemlerden dolayı sorumlulukları olmayacak mı?
Kararın mağdurlar (yani haksız yere gözaltında tutulan, tutuklanan, mahkûm olanlar) açısından doğuracağı etkiler yanında bir de bu yargılamaları yapan, bütün ceza hukuku literatürünü ve binlerce yıllık temel ilkeleri yok ederek insanları hürriyetlerinden mahrum bırakan yargı mensupları yönünden de etkilerinin olması son derece doğal.
Türk Ceza Kanununun “Kişiyi Hürriyetinden Yoksun Kılma” başlığını taşıyan 109.maddesine göre; ‘Bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir. Bu suçun, kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle işlenmesi halinde verilecek ceza bir kat artırılır. Aynı şekilde bu suçun, mağdurun ekonomik bakımdan önemli bir kaybına neden olması halinde, ayrıca bin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur’.
Evet sadece sıradan bir vatandaş değil, bir kamu görevlisi, polis, asker, gardiyan ve hatta bir savcı ve hâkim dahi “Kişiyi Hürriyetinden Yoksun Kılma” suçunun faili olabilir. Kamu görevi yetkisini suistimal ederek, kötüye kullanarak, hukuk dışına çıkarak, bağlı olduğu yasalar ve uluslararası sözleşmeleri ihlal ederek kişileri hürriyetinden mahrum bırakabilir ve bu suçun faili olabilir. Türkiye’de şu anda yaşananlar, tam anlamı ile bu durumu ortaya koymaktadır. Kavala kararı ile Avrupa Parlamentosunun aldığı karar tam da Türk yargı sisteminin bu tür suistimallerine işaret etmektedir.
Türk Ceza Kanunundaki bu hüküm çerçevesinde, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere, imzalanan uluslararası sözleşmeler, Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvelerinde verilen taahhütler, ahde vefa ve uluslararası hukukun üstünlüğü ilkesi gereği tahliye edilmeleri gereken on binlerce kişi, hiçbir hukuki dayanak olmaksızın hürriyetlerinden mahrum bırakılmış bir şekilde cezaevlerinde tutulmaya devam etmektedir.
Hadi bir anlık 26 Eylül tarihli Yalçınkaya Kararının açıklanmasına kadarki süreçte; Yargıtay içtihatlarını, Anayasa Mahkemesi veya MGK kararlarını gerekçe göstererek yüzbinlerce kişiyi haksız gözaltı, tutukluluk ve mahkumiyetlerle cezaevlerinde hürriyetlerinden mahrum bıraktınız. Peki 26 Eylül tarihinden sonra bu kişileri hangi gerekçe ile cezaevlerinde tutmaya devam ediyorsunuz? Bu davaların tamamında beraat kararı vermeniz gerektiğini, dava dosyalarında bulunan ve delil olarak önünüze getirilen belge ve bilgilerin hukuken hiçbir geçerliliklerinin olmadığını bile bile hangi gerekçe ile insanların özgürlüklerini kısıtlayabiliyorsunuz?
Bu yazıyı okuyanlar, belki hayal dünyasında dolaştığımızı sanabilir. Cezaevlerinde, denetimli serbestliklere bile sıcak bakılmayan bir süreçte bir de üstüne üstlük cezaevlerinde haksız yere mağdurları tutan iradelerden hesap sorulacağı, mağdurların müşteki, hakimlerin sanık sandalyesine oturabileceği iddiası hayalperestlikle karşılanabilir. Türkiye şartlarında bu şekilde yapılacak şikayetlerden hiçbir şey çıkmayacağı iddia edilebilir. Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nda düzenlenen “görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçlardan dolayı” açılacak davalardaki Adalet Bakanlığının soruşturma izni şartı mağdurlar açısından aşılamayacak bir engel değildir. Unutmayın ki işin eninde sonunda dönüp dolaşıp geleceği yer yine Strazburg tur ve ‘Strazburg ta hakimlerin olduğu’ gerçeği Türk yargısı tarafından yeterince tecrübe edilmiştir. Yalçınkaya kararı ile son sözünü söyleyen AIHM, Yalçınkaya davasının gereklerini yerine getirmeyen hakimler hakkındaki şikayetlerde de elbette istikrarlı bir karar verecektir. Kararın sonucunu öngörebilmek için müneccim olmaya da gerek yoktur.
Yalçınkaya davası sadece mağdurlar açısından değil, yargılamalarda görev almış hakimler açısından da büyük sonuçlar doğurabilir. Eğer uygulama bu şekilde devam ettirilecek olursa mahkumlar ile hakimler yer değiştirebilir, mahkumlar müşteki, hakimler sanık konumunda yerini alabilir. Umarız Yalçınkaya kararının gerekleri bir an önce yerine getirilir ve ülkemizin hakimleri yanlışta ısrar etmek suretiyle kendileri hakkında hukuki, cezai ve mali sorumluluklarının doğmasına yol açacak kararlar vermekten kaçınırlar.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***