Nabi KIMRAN
“Eğer ben bir Arap lider olsaydım, İsrail ile asla anlaşmazdım. Doğal olan budur; biz ülkelerini aldık…Biz de İsrail’den geldik, ama iki bin yıl önce; bundan onlara ne? Anti-Semitizm, Naziler, Hitler, Auschwitz; tüm bunlar oldu, ama onların mı hatasıydı tüm bunlar? Baktıklarında tek bir şey görüyorlar; biz geldik ve ülkelerini çaldık. Bunu neden kabul etsinler?”
David Ben-Gurion (İsrail Devletinin kurucusu)
Hamas’ın İsrail’e saldırısıyla Ortadoğu’da, hatta dünyada kıyamet koptu! Devletleri, halkları, partileri, bireyleri, milyarlarca insanı bir şekilde tavır almaya zorlayan mihenk taşı oldu 7 Ekim’de başlayan çatışmalar. “Dünyanın” aynadaki görüntüsü, kenarda köşede kalmış birkaç aydınlık nokta dışında kapkaranlık ne yazık ki…
Öyle bir dezenformasyon tufanı esiyor ki, “herkesin bildiği gerçekleri” bir kez daha hatırlatmak kaçınılmaz. Ve bu bahiste kurulabilecek ilk cümle şudur: İsrail devleti 1948’de işgal edilmiş Filistin toprakları üzerine kurulmuştur.
İşgal rica ile olmuyor; devletleşme öncesi çetelerin estirdiği terör -emperyalist devletlerin gözetim ve onayıyla- 1948 sonrası devlet terörü olarak devam etmiş, Filistin halkı topraklarından sürülmüştür. Avrupa’da, Rusya’da, hatta Türkiye’de (1930’lardaki Trakya olayları, 40’larda Varlık vergisi, 50’lerde 6-7 Eylül olayları hatırlansın) pogromlara maruz kalan Yahudi halkı adına hareket eden İsrail devleti, Filistinlileri pogromlarla yurtlarından sürmede bir an olsun tereddüt etmedi.
İsrail’de kuruluş bayramı olarak kutlanan gün Filistinliler için Nakba-Büyük Felaket’tir. İsrail’in Gazze’yi yerle bir etmeyi hedefleyen son saldırıları da şimdiden II. Nakba olarak anılmaya başlandı. Filistin halkı ilk günden itibaren direniş yolları aradı. 1960’larda FKÖ kuruldu ve FHKC, FHDC gibi Marksist silahlı direniş örgütleri. Arafat, George Habbaş, Leyla Halit’in fotoğrafları 1960-70’ler boyunca Che, Castro, Ho Şi Minh posterleriyle yan yana taşındı dünyanın tüm özgürlük meydanlarında. Evet bu isim ve örgütler kapitalist-emperyalist zorbalığa karşı ezilenlerin haklı şiddetine başvuruyorlardı ve şiddet kullanıyorlar diye ilerici insanlık onlara sırt dönmedi. Ve elbette eleştiriden ari değildi her şiddet: Kara Eylül örgütünün 1972 Münih Olimpiyatları baskını destek kadar eleştiri de aldı Filistin mücadelesini sahiplenenler tarafından. Kategorik olarak ezilenlerin şiddeti değil, şiddetin yanlış tezahürleriydi tartışılan. Bu arada hatırlatalım, Kara Eylül islamcı değil, laik-solcu bir örgüttü.
İşgal ve sürgünün ardından şiddet Filistinlilerin yakasını bırakmadı. 1970’de Ürdün’deki mülteci kampı Ürdün ordusu tarafından basıldı, binlerce Filistinli katledildi. (Kara Eylül örgütü ismini bu olaydan alır.) 1975 sonrasında sürgünde oldukları Lübnan’da Falanjist milislerin ve İsrail’in hedefi olurlar. Sabra ve Şatila katliamlarını gerçekleştiren “Filistin Kasabı” Ariel Şaron sonraki yıllarda İsrail Cumhurbaşkanı olur. (Filistin davasının “hamisi” T. Erdoğan’ın kasap Şaron ile tokalaşma fotoğraflarını basit bir Google taramasıyla bulabilirsiniz.)
FİLİSTİN’İN SOL DAMARI ETKİSİZLEŞTİRİLDİ
1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgaliyle FKÖ ve Filistinliler bir kez daha (Yemen’e, Tunus’a) sürgüne gönderilirler. Filistin direnişinin sol damarı böylece yavaş yavaş etkisizleştirilirken, işgal altındaki Filistin topraklarında önce İslami Cihat (1982), ardından da Hamas (1987) kurulur. SSCB’nin tasfiyesiyle birlikte sol bütün dünyada olduğu gibi Filistin’de de geriledi. Dahası SSCB’yi kuşatmak için Amerika tarafından geliştirilen Yeşil Kuşak projesiyle politik islama “yürü ya kulum” deniyordu. Atatürk ilke ve inkılapları adına darbe yapan Kenan Evren solun önünü kesmek için meydanlarda Kuran sallıyor, tarikatlara, İmam Hatiplere yol veriyordu. ABD, Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı El Kaide’nin önceli yapılara silah ve para yağdırıyor, İsrail Filistin’de sol damarı etkisizleştirmek için HAMAS’a göz kırpıyordu; tıpkı 1990’larda Kürt direnişine karşı JİTEM karargahlarında yetiştirilen Hizbullah/Hizbulkontra’ya yapıldığı gibi.
Politik İslam nerede, nasıl kullanışlı aparat oldu, nerede kontrolden çıktı vb.’ni burada tartışamayız. Sadece bir fizik yasasını hatırlatabiliriz: Altına durmadan odun atılarak kaynatılan bir kazanın tüm buhar tahliye delikleri tıkanır, yalnızca biri açıkta bırakılırsa buhar oradan çıkar; hatta bu “tahliye borusunun” karakterini dahi -şu veya bu ölçüde- değiştirerek: HAMAS’ın hikayesi/evrimi bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Filistin’de şiddet HAMAS ile başlamadı, şiddetin “bereketli anası” İsrail işgalidir. Ve HAMAS’ın Filistin direnişinde öne çıkmasını biz istemedik, İslami şiddetten yakınanlar dönüp aynaya baksın. Filistin direnişini destekleyen Marksistler, “HAMAS’çı olmadıklarını” kanıtlamak zorunda değildir; hatta şu anda HAMAS ile birlikte saf tutan FHKC, hatta sembolik devlet başkanlığını yürüten laik FKÖ’lü Mahmut Abbas bile buna zorlanamaz.
İnanılmaz şeyler oluyor ve daha da inanılmaz olan dünyanın kahir ekseriyetinin zalimin yanında mazluma karşı saf tutmasıdır! Bu “bildiğimiz dünyanın” sonudur…
“İnsansı hayvanlar” diyor bir İsrail yetkilisi (tıpkı Nazi’lerin Yahudilere dediği gibi), diğeri “çocuklar ölüyor” sorusunu, “sen ciddi misin!?” hor görüsüyle yanıtlıyor. Gazze’deki hastaneye bombardıman öncesi mühlet veriliyor boşaltılması için. Bombardımandan kaçmaya çalışan konvoylar bombalanıyor ve yaralı almaya giden ambulanslar. Bir bakan, “elbette Filistinli öldürdüm, ne var bunda” diyor sanki sivrisinek öldürmüşçesine. Askerlerine “bütün sınırlamaları kaldırdık” diyor İsrail Gn. Kurmay Başkanı, yani yakın, yıkın, öldürün! İsrail’in “kendini savunma hakkını” anlayışla karşılıyor medeni batı alemi, toz toprak içindeki bedeni toprağa verilirken Filistinli bebeğin. Prof. Hüseyin Bağcı, Halk TV’de İspanya’da katıldığı bir konferansta Batılı “saygın” akademisyen ve politikacıların HAMAS-Filistin demeden direnişten “kanserli ur” ve “haşereler” diye söz ettiklerini anlatıyor, günaydın, iyi akşamlar der gibi olağan bir tavırla. Frankfurt Kitap Fuarı’nda Filistin’li edebiyatçının ödül töreni iptal ediliyor. Sebep? Çünkü Filistin’li! İngiltere’den bir yetkili, “Filistin bayrağı taşımanın bazı durumlarda terör suçu kapsamına girebileceğini” söylüyor. Hangi durumlarda? Ve neden İngiliz ilerici kamuoyu bu sözleri yediremiyor söyleyene?
Filistin’in Londra Büyükelçisi, “saygın” BBC’de Tahir Elçi’ye CNN Türk’te yapıldığı türden bir sorgulamaya maruz bırakılıyor. Fransa ve Almanya Filistin’e destek gösterilerini yasaklıyor. Berlin polisi de tüy dikiyor: Berlin’li Yahudilerin Filistin’e destek gösterisini “Yahudi düşmanlığı endişesiyle” yasaklıyor! Cesur yeni dünyaya hoş geldiniz!
DÜNYA ISINIYOR
Bunca kan, gözyaşı arasında tatsız kaçsa da “reel politik” duruma değinmeden olmaz, çünkü yaşanan acıların temelinde o var. Savaşlar, göçler, yükselen faşizm, ekolojik kriz vd. dünyayı her bakımdan “ısıtıyor”, hatta kaynama noktasına getiriyor. Ukrayna’da sıkışan Rusya Afrika’dan yanıt veriyor. Savaş Karabağ’dan Rojava’ya, Filistin’e sıçrıyor. Kosova’dan, Tayvan’dan, muhtemeldir İran’dan gelecek haberlerin eli kulağında. Trump’un bir süre önce “7 milyar dolar verelim, Gazze’nin kıyı şeridini bize satın” demesi ile Gazze açıklarındaki doğalgaz yataklarının bir ilgisi yok mudur sizce? Ya da Çin’in Kuşak-Yol projesine rakip -Hindistan’da yeni imzalanan- güzergahın önündeki engellerin kaldırılmasının? Suudi Arabistan ve Türkiye’nin İsrail’le normalleşme adımlarının? Filistin’in bu tabloda yalnızlaşmadan öte yok oluşa sürüklenmekte oluşunun? Ezcümle yaşanan sistemik bir krizdir ve kapitalist emperyalizm bu krizden dünyayı yeniden bölüşerek, hegemonya kavgalarıyla, savaşlarla, faşizmle, önüne çıkan her şeyi dümdüz ederek çıkmaya çalışıyor: Filistin halkı işte bu “demir ökçe” altında eziliyor, diğer pek çok halk gibi.
Yine de “bildiğimiz dünyanın sonunu getiren” manzaralar bunlar değildir, “dünyanın” kapıldığı ideolojik illüzyondur. Bunların yapılması değil, yapılabiliyor olmasıdır. 20. Yüzyılda bu manzaralar iki kez tekrarlandı: 1914’te ve 1933-39 arasında. 1914’ün (I. Emperyalist paylaşım savaşının) ön gününde, “Borsada bu kadar servet dönerken savaş mı, deli misiniz siz?” diyordu liberal akıl ve hiç de yalnız/etkisiz değildi.
1933 öncesinde Alman demokratik ve sosyalist kamuoyu, “Nazi’ler mi? Geçiniz efendim köklü Alman demokrasisi/uygarlığında bu ilkellik zemin bulabilir mi hiç!?” diyordu. 1936’da İspanya iç savaşı patlak verdiğinde, devamla faşist İtalya Habeşistan’ı, Japonya Çin’in bir bölümünü işgal ettiğinde “demokratik dünya” Hitler’i Sovyetlerin üzerine salmanın hesabını yapıyor ya da kargaşada kendi miyop çıkarlarının izini sürmekle meşgul oluyordu. Yine de bu liberal illizyona kapılmayan güçlü bir odak vardı dünyada: Komünistler. İşte tam da onlara yaslanarak -kapitalist uygarlığın yarattığı- savaş ve faşizm belasının üstesinden gelebildi dünya. Şimdi lamı cimi yok benzer bir alt üst oluşun girizgahındayız ve bir eksiği var dünyanın: Komünistler yok denecek kadar etkisiz…
1990’lardan itibaren “Tarihin sonunu” ilan edenler, komünizmin öldüğünü, tarihin kıyamete dek kapitalizm altında süreceğini ilan ettiler. Bu her türden anti-kapitalist ideolojinin anomali, arkaik, hatta kriminal ilan edilmesiydi; karşıtının, eleştirinin, alternatifin suç derekesine indirgendiği yerde politika ölür; geriye Osmanlı usulü “siyaset etme” kalır.
Dalını budağını, ayrıntısını kurcalamazsak son otuz yılın hakim ideolojisi -şu anda sahneyi faşizme terk etmekte olan- liberalizm oldu. Normatif olanı, İnsan Hakları Beyannamelerinde, Anayasalarda yazılanları, akademide öğretilenleri esas alan burjuva liberalizmi gerçek yaşamda olan bitene gözünü yumdu. Ya da gördüğü arızalara “batı medeniyetini” örnek göstererek itiraz etti fildişi kulesinden. Daha 1990’larda, “tarihin sonunun” girizgahındaki Yugoslavya savaşında ya da Ruanda’daki korkunç katliamda “batı medeniyetinin” rolünü tartışmaya ise hiç yanaşmadı. Onlar için “liberal normlar” esastı, gerçek teferruat.
Ne yazık ki dünya büyülendi bu illüzyonla. Hala bir “medeniyet” ölçeği esas alınıyor, “21. Yüz yılda nasıl olur böyle şeyler” diye sayıklanıyor. İlk kayıplardan biri ezilenlerin kendini savunma hakkı oldu bu hengamede. Dün, Münih Olimpiyat baskını türden bazılarınca tartışmalı eylemlere/eleştirilere rağmen dünyada esaslı bir kitle Filistin’in yanında duruyordu.
1996’da Kadıköy 1 Mayıs’ında yüz bini aşkın insanın üzerine kurşun yağdırdı faşist tetikçiler, üç arkadaşımız orada katledildi. Ertesi gün dökülen kanlarımız değil kırılan camlar, “dövülen çiçekler” vaveylası kopmasına rağmen Türkiye’nin sosyalist damarı metelik vermedi bu “medeni duyarlılığa”. Çünkü ezilenin elini kolunu bağlamak, egemenin sınırsız şiddetinin yanında saf tutmaktır bilerek bilmeyerek. Niyet değil akıbettir burada önemli olan. O yüzden pasifizmin bir türü amasız fakatsız devlet şiddetinin gizli ve sinsi destekçisidir nesnel olarak. Ve bunu test etmek çok kolaydır: Hamas’ın şiddetini mahkum etmekteki heves (ki bu şiddetin devrimin ahlakıyla bağdaşmayan yönleri mahkum edilecektir elbette, kategorik olarak ezilenlerin şiddeti değil), Gazze’nin yerle bir edilmesi karşısında gösteriliyor mu? Yoksa bize “Araplar topraklarını Yahudilere sattı” masalı mı anlatılıyor Gazze yanarken?
(Cahil olamayacaklarına göre düpedüz yalan söylüyor iki kalın Prof. 1858 Arazi Kanunnamesi ile Osmanlı ilk kez özel mülkiyeti tanıdı, toprakların tapulanmasının yolu açıldı. Ve pek çok yerde olduğu gibi Filistin’de de toprakları, Osmanlı idaresinin işbirlikçi aparatları olan aşiret reisleri, dini, idari ve siyasi kadrolar mülkiyetine geçirdi. Tersini iddia eden 1858 Kanunnamesinin aynı zamanda köylüye toprak dağıtan bir tür toprak devrimi olduğunu kanıtlamak zorundadır. Toprakları sattılarsa bu egemenler sattı İsrail’e; ki bu bile ancak işgal edilen toprakların % 5’ine tekabül ediyor. Her yerde her zaman olduğu gibi egemen sınıflar “vatan satıcısıdır” ya da mülkleri haline getirebildikleri oranda savunurlar “vatanı”. / Bkz. Hediye Levent’in 8 Ekim 2023’te Youtube kanalında Birol Başkan ile yaptığı program.)
Türkiye’nin politik İslamcıları bırakalım 120 bin Ermeni’nin Karabağ’dan sürülmesini, Rojava’da Müslüman Kürtlerin yaşamını -üstelik enerji santralleri, hastaneler demeden- cehenneme çeviren bombardımana sırt dönerken “Filistin davasına” devletlerinin yol verdiği oranda “sahip çıkıyorlar”.
Kemalistlerin bir kısmı ağzı AKP’den yanmışken “HAMAS mı ııığ” diyorlar ve pek de medeni kabul etmedikleri Araplara karşı “medeni İsrail’in” yanında saf tutuyorlar. Politik kurumları esasen doğru bir tutum alırken, Kürt kitlesinin bir kısmı Hizbulkontra ve IŞİD tecrübelerinden sonra HAMAS’a mesafeli durayım derken İsrail saldırılarına yeterli netlikle tavır alamıyor. Öte yandan Birgün’de çıkan fazlasıyla “bilimsel”, modernist (modern öncesini ister istemez her tür melanete müstahak gören), elitist yazı dışında sosyalist sol doğru tutum aldı son süreçte. Fakat tabanında ne kadar etkili tutumu ve sosyalist hareketin genel etki gücü ne? Türkiye’de vaziyet bu.
BATI’NIN TUTUMU TEK KELİMEYLE REZALET
Peki ya medeni batı kamuoyunun tutumu? Tek kelimeyle rezalet! Bunun ilk işaretleri -Rusya’nın savaştaki rolü tartışmasından bağımsız- Ukrayna savaşında geldi: Dostoyevski-Tolstoy edebiyat incelemelerinin bazı batı üniversitelerinden kaldırılmasından tutun da, Rus hastaları tedavi etmeyeceğini, çocukları kreşe almayacağını açıklayan bazı örneklere, bir Nazi’nin Kanada parlamentosunda konuşturulmasına uzanan örneklere dek. (İsrail’in tepkisiyle Kanada Meclis Başkanı’nın istifa etmesi durumu değiştirmiyor, aslolan bir Nazi’yi Mecliste konuşturmaya cüret edilebilmesidir.) Şimdi de Filistin’in acısına kör, sağır, dilsiz olmakla sürüyor. Asıl acı olan batı sokağının sessizliğidir. Batı propaganda makinesi ve liberal (ve oryantalist) değerlerin anavatanındaki ideolojik hegemonyası batı sokağını oyun hamuru gibi yoğurmuş, istediği kıvama getirmiştir; eh bu “müktesebat” Türkiye gibi ülkelerde bile etkili olabildiğine göre belki de batıdaki vaziyete pek de şaşırmamak gerekiyor.
Ezcümle kapitalist-emperyalizm eliyle dünya bir felakete sürükleniyor; ya da “komünizmden arındırılan” dünyanın vardığı yer burası. Öte yandan geniş, yaygın fakat dağınık ve halihazırda etkisiz de olsa bu gidişata dur diyecek dinamikler bütün dünyada sancılı bir arayış içinde. Konumuz özeline dönersek haklıyı haksızı ayıran berrak tutum bu dağınıklığı toparlama yönünde atılacak ilk adımdır. Haklı taraftaki savrulmaları eleştirmenin, dizginlemenin, doğru nehir yataklarına yönlendirmenin ilk koşulu budur. “Hatalı yönlerin var öyleyse kahrol” tutumunun zalimin yanında saf tutmaya yol açan nesnel sonuçları bir yana, o yanlışları düzeltmenin tüm olanaklarını da tükettiği unutulmamalıdır.
Dahası var: Biz Marksistler de ağır hatalar, asla kabul edilemeyecek şiddet örneklerinden ari olamadık tarihimizde… Yine de yanlışa yanlış diyerek, yanlışlar üzerinde baskı kuran, doğruyu esas alan bir hatta yürümekten vazgeçmedik. Gerçek yaşamda süren mücadeleler ne kadar isteseniz de laboratuvar sterilizasyonunda gerçekleşmez. Ahlakını, ilkesini insanın insanı sömürmediği sınıfsız toplum idealinden alan ezilenlerin/sosyalistlerin mücadelesi, hem sömürücülere hem de onların kendi saflarında da yankılanabilen kirli usullerine karşı aynı anda mücadele edilerek yol alabilir; ilk yanlışta safları terk ederek değil.
Damla damla birikerek sömürülenlerin, ezilenlerin, yeryüzünün lanetlilerinin mücadele cephesini örmek dışında yol yok önümüzde. Ve bu “bizim” değil, insan türünün varlık yokluk sorunudur gelinen yerde: Özel mülkiyet dünyasından köklenen hiçbir akımın felaketi önleme ve insani bir dünya inşa etme şansı yok!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***