Gencer Çakır
Alman ekonomist Gustav von Schmoller, bir çalışmasında toplumun bireye hâkimiyet kuran görece özerk niteliğini şehir yaşamı üzerinden şöyle anlatır: “Organlarıyla birlikte (…) şehir (…) kendine ait yaşamı olan ve her birey üzerinde hâkimiyet kuran bir ekonomik oluşuma doğru gelişir… Her şehir, özellikle de büyükşehirler ekonomik ve siyasi etki alanlarını mümkün olduğunca genişletirken kendilerini ekonomik bir varlık olarak soyutlamaya çalışırlar.” (akt. Tönnies, Cemaat ve Cemiyet, s. 96).
Şehir doğal bir olgu değildir; bizzat insanlarca durmaksızın inşa edilen bir sosyal gerçekliktir. Ancak insanların eylemleri beklenmedik sonuçlar doğurur; bu sonuçlar bireylerin iradelerini aşar, hatta iradelerine zıt bir gelişim dahi gösterebilir. Ferdinand Tönnies Cemaat ve Cemiyet adlı eserinde topluluk yaşamının çözülmesi ve toplum yaşamının inşasını anlatırken “Bu canavar gelişim sürecinin” der “sizin ne hissettiğinize veya fikirlerinize ya da ettiğiniz yaygaraya bağlı olduğunu sanmayın. Şiddetli arzularınız ya da zayıf isteklerinizin çok ötesinde yatan gerçeklerin basit, kaçınılmaz sonuçlarıdır.” (s. 301). Burada Tönnies’in, bireyi aşan ve ondan bağımsızlaşan sosyal güçlere dair, tıpkı çağdaşı Schmoller’de olduğu gibi, bir yaklaşıma sahip olduğu görülüyor. Bireyin üzerinde toplum gerçekliğinin keşfi toplumbilim için vazgeçilmez bir önem taşır.
PARANIN TOPLUMSAL GÜÇ OLARAK “DIŞSALLAŞMASI”
İnsanlar kafalarındaki belli bir plana göre, en ince detayı düşünerek, ileride alacağı biçimi bugünden tasarlayarak ya da tahmin ederek bir toplum inşa etmezler. İnsanların eylemleri beklenmedik sonuçlar doğurur; bu kaçınılmazdır. Toplum planlı bir yaratım olmaktan ziyade bütünüyle insanların toplu eylemlerinin öngörülemez sonuçlarına dayalı açık bir sistemdir. Örneğin Marx Grundrisse’de paranın öngörülemez bir “yabancı güç” haline gelişini anlatırken şunları söyler: “(Ü)retimin toplumsal karakterinin artması sonucunda paranın gücü de artar, yani değişim ilişkisi kendisini üreticilere dışsal ve onlardan bağımsız bir güç olarak kurar. Başlangıçta üretimi tetikleyen bir araç olarak ortaya çıkan şey, üreticiye yabancı bir ilişki haline gelir.” (akt. Negri, Marx Ötesi Marx, s. 86).
Paranın birey karşısında bir toplumsal güç olarak “dışsallaşması” konusunda Engels de benzer bir görüşü dile getirir; “(İ)nsanlar” der “parayı bulurken (…) yeni bir toplumsal güç yarattıklarını, bütün toplumun önünde boyun eğmek zorunda olduğu tek evrensel gücü yarattıklarını düşünmemişti.” (bkz. Köken, Yordam, s. 141).
Bireylerin eylemleriyle üretilen ve onların eylemlerinde mevcut olan toplum bireyler karşısında bağımsız bir varlık kazanmaya başlar. Toplumun kolektif gücü tek tek bireylerin gücünü aşar. Bireyden özerkleşen toplum “ikinci doğa” olarak bireye dışsal bariyerler koyar (Vandenberghe, Ayrıntı, s. 17). Toplum birey karşısında özerkleştiği ölçüde “şeyleşir”, birey de “şeyleşmiş” toplumda “yabancı” bir varlığa dönüşür.
TOPLUM VE BİREY, PARÇA VE BÜTÜN
Durkheim toplumun, kendini oluşturan bireylerden bağımsız, kendine has özelliklere sahip olduğunu söyler. Ancak Durkheim’a göre toplum tüm bireylere değil, tek tek bireylere dışsaldır. Toplum sadece bireylerden oluşur, ama bireylerin toplamı da değildir, bu toplamdan fazlasıdır. Sosyoloji ve Eylem’de “bir bütün” der Durkheim “parçalarının toplamıyla aynı şey değildir; fakat parçaları olmaksızın hiçbir şey olurdu.” (akt. Vandenberghe, age, s. 16).
Birey bir yandan toplumsal etkilerin pasif bir alıcısıdır diğer yandan da aktif bir eyleyendir. “Biz aynı zamanda aktörler ve eyleyenleriz” der Durkheim “ve her birimiz bizi sürükleyen bu engellenemez akıntının oluşumuna katkıda bulunuruz.” (akt. Giddens, İletişim, s. 128; 31 no’lu dipnot.) Bu ifadeyi Marx’ın 1844 El Yazmaları’ndaki cümlesiyle karşılaştırın: “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır.” (bkz. Birikim, s. 75).
Toplumsal olguların birey üzerinde dışsallık ve zorlayıcılık niteliğine sahip olduğunu belirten Durkheim’da, Marx’tan farklı olarak, bir şeyleşme eleştirisi yer almaz. Durkheim için toplum ve birey arasında niteliksel bir fark ve mesafe olduğu; toplumun bireye dışsal ve onun üzerinde buyurgan ve zorlayıcı bir güce sahip olduğu tespitini yapmak, Frédéric Vandenberghe’ye göre, şeyleşme realitesinin gerekli koşulu olmakla birlikte, yeterli koşulu değildir. (bkz. age, s. 21). Şeyleşme, çok kısaca, toplumun zorlayıcı ve buyurgan gücünün bireyi tahakküm altına alması ve onu “sıkıştırması” demektir. Vandenberghe’ye göre, Durkheim’ın temel meselesi anomi, bir diğer değişle, “ahlâkî anarşi” idi; bu sebeple Durkheim şeyleşmeyi bir problem değil anarşinin çözümü olarak kavramıştı. (bkz. age, s. 21).
Durkheim’ın çağdaşları olan Simmel ve Weber, şeyleşme eleştirisi konusunda bizlere çok daha verimli bir tartışma zemini sunuyor.
Simmel, ilk baskı yılı 1900 olan Philosophie des Geldes (Paranın Felsefesi) adlı abidevi eserinde, araçların amaçlar üzerindeki hâkimiyetinden; doğanın teknoloji aracılığıyla denetiminin köleleşmek pahasına mümkün olmasından; üretim sürecinin köleleri haline gelirken aynı zamanda bu sürecin ürünlerinin köleleri haline geldiğimizden bahseder. (bkz. Vandenberghe, age, s. 145). Frédéric Vandenberghe bu eserde ifade edilen görüşlerin ileride Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno tarafından geliştirilecek temel tezin bir ön habercisi olduğunu belirtir.
1903 tarihli “Metropol ve Zihinsel Hayat” adlı makalesine “Modern hayatın en derin sorunları,” diye başlar Simmel “bireyin, bunaltıcı toplumsal güçler, tarihsel miras, dışsal kültür ve hayat tekniği karşısında kendi varoluşunun özerklik ve bireyselliğini koruma talebinden doğar.” (bkz. Metis, s. 317).
Bireyi sıkıştıran “bunaltıcı toplumsal güçler” vurgusu şeyleşme eleştirisinin temelini oluşturur. Simmel modern kültürün gelişiminde, birbirine zıt iki olgunun belirleyici olduğunu söyler. Bir tarafta nesnel kültürün aşırı büyümesi, diğer tarafta ise bireysel kültürün küçülmesi. Simmel zıt yöndeki bu gelişmenin nedenini artan işbölümünde görür. İşbölümü ile birey tekdüze faaliyetlerde bulunmaya zorlanır; ihmal edilebilir bir niceliğe indirgenir; giderek artık bir çarkın “dişlisi” olur.
“Birey,” der Simmel “elinden her türlü ilerlemeyi, maneviyatı ve değeri söküp alan ve bunları öznel formlarından çıkarıp salt nesnel bir hayat formuna dönüştüren muazzam bir şeyler ve güçler organizasyonu içindeki bir dişliden ibaret hale gelmiştir.” (bkz. Metis, s. 327). Simmel’e göre metropol, her türlü kişisel hayatı saf dışı bırakan nesnel kültürün gerçek arenasıdır.
“Kültür Kavramı ve Kültürün Trajedisi” başlığını taşıyan 1911 tarihli makalesinde Simmel, konuyu bu sefer kültür üzerinden ele alır. Bu yazısında sonsuzca büyüyen nesnel kültürün bireyi yetersizlik ve çaresizlik hisleriyle vurduğundan bahseder. Birey, tıpkı diğer bireyler gibi, nesnelleşmiş kültürel unsurlar arzına katkıda bulunur. Ne var ki “birey tek tek her şeyi özümseyemez, ama deyim yerindeyse potansiyel olarak onun kendi kültürel gelişme alanına ait oldukları için bunları basitçe reddedemez de.” (bkz. age, s. 357). Simmel’e göre bu bir trajedidir.
Protestan Ahlakı’nda Weber araçlarla amaçların tersyüz olmasını para üzerinden, tıpkı Marx’ta olduğu gibi, ele alır. “Para,” der “insanın hayatını sürdürmesi için gerekli maddi ihtiyaçlarını gidermesinin bir yoluyken, onun hizmetinde olmaktan çıkmış, insanın kârın/kazancın hizmetine girmesiyle, insan için hayatın erekselliği haline gelmiştir.” (akt. Löwy, Ayrıntı, s. 43). Weber’e göre paradaki bu tersyüz oluş “kapitalizmin koşulsuz şartsız itici gücüdür.”
Weber’in muhtelif çalışmalarından yapılan kapsamlı bir derlemede Gerth ve Mills, esere yazdıkları Giriş’in III. Bölümü’nde, Marx ve Weber’i karşılaştırırlar. Weber’in Marx’ı daha genel bir bağlama yerleştirerek ele aldığını belirtirler. Marx işçinin üretim araçlarından “kopma” sürecini sermayenin oluşumu ve gelişimi bağlamında ele alırken Weber bu süreci daha geniş bir çerçeveye yerleştirip diğer başka alanlarda da “kopma” süreçlerinden bahseder. Sözgelimi çağdaş asker şiddet araçlarından, bilim insanı araştırma araçlarından ve devlet memuru da yönetim araçlarından koparılmıştır. Farklı alanlarda kendini gösteren bu eğilim Weber’e göre evrensel karakter taşıyan kapsayıcı bir bürokratikleşme sürecini temsil eder. (bkz. Metis, s. 74).
“Rasyonel bürokrasi” kavramı Weber’de merkezî bir önem taşır. Marx sermayeye dayalı üretim çağında piyasa ve üretimde bir “anarşi” olduğu tespitiyle sistemin işleyişindeki “irrasyonel” niteliğe işaret ederken Weber tam tersine kapitalist kurumların “rasyonel” bir işleyişe sahip olduğunu belirtir. Weber’e göre birey rasyonel bürokratik aygıtın dişlileri arasında öğütülmektedir. (bkz. Metis, s. 73). Başyapıtı Wirtschaft und Gesellschaft’ta (Ekonomi ve Toplum), bürokrasinin somut işleyişi meselesini ele aldığı sayfalarda, Weber bürokratik aygıt içinde bireyin hareket kabiliyetini yitirdiğinden bahseder: İşine tüm maddi ve manevi varlığıyla zincirlenen profesyonel bürokrat “sürekli devinim içinde bulunan bir mekanizmanın” basit bir dişlisine dönüşmüştür. Weber’e göre “mekanizma normal olarak memur tarafından harekete geçirilemez ya da durdurulamaz; bu ancak yukarıdan emirle olur. Bürokrat birey, mekanizmayla bütünleşmiş tüm görevliler topluluğuna böylece perçinlenmiştir.” (Metis, s. 235-36).
Bürokrasiye dair bu analiz yalnızca kamu yönetimi için değil özel ekonomik işletmeler için de geçerlidir. Ardından Weber şu sonuca varır: “Kitlelerin maddi geleceği giderek özel kapitalizmin daha da bürokratikleşen organizasyonunun doğru ve istikrarlı işleyişine bağlı hale gelmektedir. Bu organizasyonu ortadan kaldırma düşüncesi her geçen gün daha da ütopikleşmektedir.” (bkz. age, s. 236).
Weber, Marx’tan farklı olarak, ekonomik sistemi baskıcı bir mekanizma olarak görür. Kapitalizm için yaptığı “efendisiz kölelik” tanımlamasıyla bireye çok az bir özgürlük alanı bırakır.
Gencer Çakır: Sosyolog
Kaynaklar
Ferdinand Tönnies, Cemaat ve Cemiyet, Çev. Emre Güler, VakıfBank Kültür Yayınları, 2019.
Antonio Negri, Marx Ötesi Marx, Çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, 2006.
Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Erkin Özalp, Yordam Kitap, 2019.
Frédéric Vandenberghe, Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi, Çev. Vefa Saygın Öğütle, Ayrıntı Yayınları, 2016.
Anthony Giddens, Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori: Marx, Durkheim ve Max Weber’in Çalışmalarının Bir Analizi, Çev. Ümit Tatlıcan, İletişim Yayınları, 2018.
Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Çev. Murat Belge, Birikim Yayınları, 2013.
Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür: Seçme Yazılar, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2020.
Michael Löwy, Demir Kafes: Max Weber ve Weberci Marksizm, Çev. Nihan Çetinkaya, Ayrıntı Yayınları, 2018.
Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Haz.) Hans H. Gerth ve C. Wright Mills, Çev. Taha Parla, 2021.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***