Şark’ta dönen (kanlı) dolaplar! (2)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Ah, kimselerin vakti yok.
Durup ince şeyleri anlamaya”
Gülten Akın
Kadir Mısıroğlu’nun korsan olarak bastığı, içeriği ve gerçekliği tartışmalı kitap, Dr. Rıza Nur’un Hatıraları için adres gösterdiği Cavit Orhan Tütengil, bir sabah evinden okula gitmek üzere çıktıktan sonra otobüs beklerken kimliği meçhul 4 şahıs tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. 9’u göğüs kısmına olmak üzere vücuduna tam 13 kurşun isabet etmişti. Katiller olay yerinde “Ne Amerika, Ne Rusya, Her şey Bağımsız Demokratik Türkiye İçin. Savaşımız Sürecektir. Anti-Terör Birliği” yazılı bir kâğıt bırakarak, çalıntı bir araçla kaçmıştı.
Daha sonra “Sağcılarla ilgili yapılan operasyonlarda” yakalanan Yılma Durak’ın 30 Ekim 1980’de verdiği ifade, olayı netleştirir nitelikteydi. Durak, Ülkücü Gençlik Derneği Ocak Başkanı Recep Öztürk’ün, babamın öldürülmesinden bir gün önce kendisine üniversiteden bir hocanın öldürülmesini planladığını söylediğini, kendisinin de bunu onayladığını belirtiyor, daha sonra da Recep Öztürk’le yaptığı konuşmada, babamın “onlar tarafından” öldürüldüğünü öğrendiğini ekliyordu.
Cinayetin üzerinden üç yıl geçtikten sonra, İstanbul Emniyet ve Merkez Komutanlığı I. Şube Müdürü Tayyar Sever imzalı yazıda, Yılma Durak’ın beyanı üzerine, “Tütengil’in faili olduğu anlaşılan Recep Öztürk, daha önce birçok öldürme ve yaralama suçlarından ötürü Sıkıyönetim Komutanlığına sevk edilmiş, ancak her nedense tahliye edilmişti. Tahliyesini müteakip yurt dışına kaçtığı için gerek Tütengil gerekse yeni belirlenmiş olaylardan ötürü sorgusu yapılamadı… Yılma Durak ise, …Sıkıyönetim Komutanlığına sevk edilmiştir.” deniliyordu. Aynı soruşturma kapsamında adı geçen başka kişiler de vardı. Ancak bunların da cezalandırılmaları şöyle dursun, izleyen yıllarda özellikle MHP saflarında vekil seçilmişlerdi!
Rıza Nur’un gizemli ve çarpıtılmış kitabı Hayatım ve Hatıratım’ı orijinal olarak gördüğünü söyleyen ve kaynaktan neticeye ulaşabileceğimiz tek kişi olan Tütengil Hoca’nın vefatıyla bu yol kapanmış oldu.
Geriye başka bir yol daha kalıyordu, sonuçtan sebebe gitmek..
Ancak bir kaç şey hatırlatarak devam etmek isterim.
Muhtemelen biliyorsunuzdur ama bizim konumuzla doğrudan bağlantılı olduğu için size bir kitaptan söz ederek bu bölüme başlamak isterim: “Kesin İnançlılar -The True believer”
Eric Hoffer’in bu enteresan kitabı, kitlesel hareketlerin nasıl başladığına, nasıl büyüdüğüne ve nasıl sona erdiğine dair bir incelemedir. Hoffer, bu hareketlere katılan bireylerin genellikle kişisel başarısızlıklarından veya hayal kırıklıklarından kaçmak için bir amaç aradıklarını belirtir. Kitap, fanatikliğin ve aşırılığın kökenlerini anlamaya çalışırken, bireylerin neden radikal hareketlere katıldıklarını ve bu hareketlerin nasıl bir çekiciliğe sahip olduğunu inceler.
Şu cümleler oradan:
“Tüm kitlesel hareketler, destekçilerinde ölmeye hazır olma ve birleşik eylem eğilimi oluşturur; hepsi ne öğrettiklerine ve ne projelendirdiklerine bakılmaksızın, fanatizm, coşku, ateşli umut, nefret ve hoşgörüsüzlük üretir.” (Kesin İnançlılar, s10)
Fanatizm, insanlığın ilk gününden beri en ciddi ve hasar verici sorunlardan belki de birincisidir.
Fanatiklik, bireylerin bir konu, fikir, grup ya da aktiviteye aşırı bir bağlılık ve ilgi göstermesi durumunu ifade ediyor. Bu kavram genellikle spor, siyaset, din ve pop kültürü gibi farklı alanlarda karşımıza çıkıyor ve hemen hepsinde de acılı, kanlı, ölümlü neticeler veriyor. Fanatiklik, bireylerin belirli bir grup ya da ideolojiye aşırı bir şekilde bağlanmasına yol açıyor ve bu bağlanma genellikle rasyonel düşünmeyi engelliyor.
Öte yandan fanatizm insanı çok enteresan ve önceden tahmin edilemeyecek yerlere savurabiliyor. Örneğin;
Psikolojik Bağlanmayla neticeleniyor. Fanatiklik, bireyin kendini bir gruba ait hissetmesiyle başlıyor. Bu aidiyet duygusu, bireyin o grubun değerlerini benimsemesine ve diğer grup üyeleriyle derin bağlar kurmasına neden oluyor. Akabinde bu bağ, bireyin kendi kimliğini o grubun bir parçası olarak görmesiyle güçleniyor.
Bu durum tabii olarak rasyonellikten ve akılcılıktan uzaklaşılmasına sebep oluyor. Fanatik bireyler, inandıkları konuda eleştirel düşünme yeteneklerini kaybediyorlar. Netice olarak fanatik bireylerin alternatif görüşlere karşı körü körüne direnç göstermelerine kocaman bir yol açılıyor. Hatta her yol bu körü körülüğüne çıkıyor!
Sadece bununla kalmıyor fanatizmin insan bünyesine ve topluma etkisini incelersek. Misal, birey ve kitleler aşırı duygusal tepki veriyorlar. Fanatik bireyler, inandıkları konuya karşı yapılan her türlü eleştiriye muazzam duygusal tepkiler veriyorlar. Ve maalesef bu tepkinin çıktığı yol da şiddet!
Bütün bunlar belirli bir süre sonra toplumu kamplara bölüyor doğal olarak. Toplumun ne kadar dikişli alanı varsa tüm dikişler birer birer atmaya başlıyor. Kesin inançlılar fanatikleri kamplara bölerek aslında bir araya geldikleri hissiyatı oluşturuyor. Ve nihayetinde bir “Biz” kimliği oluşturuluyor. Biz varsa elbette hemen “öteki”ni oluşturmak çok kolaydır!
Fanatik bireyler, genellikle benzer düşüncelere sahip diğer bireylerle bir araya gelir. Bu gruplar, kendi içlerinde bir “biz” kimliği oluşturarak “ötekileştirme” eğilimindedirler.
Ve Rıza Nur meselesi dolayısıyla girdiğimiz bu konu nihayetinde patika meramımıza gelip dayanıyor. Doğrulama yanılgısı denilen bir şey var. Fanatik bireyler, kendi inançlarına uygun bilgileri seçici bir şekilde araştırma eğiliminde oluyorlar. Bu durum, bireyin sadece kendi inançlarına uygun bilgilere maruz kalmasına ve bu bilgilerin doğru olduğuna inanmasına yol açıyor.
Bu aktardıklarım tarihsel bir okuma yapılarak ulaşılabilecek genel analiz. Bunu güncelleştirirsek, bir de sosyal medya etkisini eklemlememiz lazım. Sosyal medya, fanatik bireylerin kendi inançlarına uygun bilgilere daha kolay erişmesini sağlıyor. Aynı zamanda, sosyal medya fanatik bireylerin kendi inançlarını daha geniş bir kitleye yaymalarına da imkan tanıyor. Buna bir de bizim gibi toplumlarda trollük sisteminin etkin olmasını eklersek meselenin ne kadar tehlikeli boyuta ulaşabileceğini bizzat yaşayarak görüyoruz.
Eğer sıkılmadıysanız çok kısaca ideolojilerden de bahsetmek isterim. Çünkü özellikle son iki asır ideolojilerin toplumları yiyip bitirdiği dönemler olmuş, milyonlarca insanın canına sebep olmuş, ülkeler, imparatorluklar yerle bir olmuş. Geriye acı ve çöküntüden başka bir şey kalmamış. Epigrafa da eklediğimiz Cemil Meriç’in cümlesini buraya tekrar almak isterim: “İdeolojiler idraklere giydirilmiş deli gömlekleridir!” Aslında merhum Meriç, Ericc Toffler’in yüzlerce sayfada anlatmak istediği hakikati tek cümlede özetlemiştir.
İdeolojilerin kökenlerine baktığımızda ideolojilerin genellikle tarihsel süreçler, savaşlar, devrimler ve toplumsal dönüşümler sonucunda ortaya çıktığını görüyoruz. Söz misal, kapitalizmin kökeni sanayi devrimine, sosyalizmin kökeni ise işçi hareketlerine dayanır.
Başka etken ve etmenler de vardır. Örneğin toplumsal ihtiyaçlar, felsefi ve dini influanslar ve hatta bireysel/kişisel ihtiyaçlar… Bunların hepsi bir ideolojinin doğmasına, toplumu etki altına almasına, daha da ileri gidip esir etmesine sebep olabilir.
Türü, muhtevası ne olursa olsun tüm ideolojilerin insanoğluna vadettiği tek şey acıdır. Hepsi mutluluğu hedeflediğini iddia eder ama, insanın elindeki tek amacı olan huzuru da kısa sürede çekip alır. Kısa sürede düşman, öteki üretir ve hemen nefret dili hakim olur topluma.
Genel bir okuma yaptığımızda fanatizm ile ideolojilerin toplumlara etkilerinin hemen hemen aynı olduğunu söylemek mümkündür.
Daryush Shayegan’ın Doğu’nun Batı karşısında hissettiği derin kimlik krizini ve bu krizin sebep olduğu kültürel yaralanmayı ele alan kitabı “Yaralı Bilinç” geleneksel Doğu kültürlerinin Batı’nın modernleşme etkisi altında nasıl dönüştüğünü ve bu dönüşümün bireyler üzerindeki etkilerini inceler. Kitap, kültürel hibridleşme, kimlik arayışı ve modernleşmenin getirdiği zorlukları derinlemesine tartışır. Ve şu muhteşem tenakuzlu cümleyi kurar:
“Oysa bana en modern araçları, bolca petrodolarları, demokratik çağın en hoşgörülü fikirlerini verseniz, birkaç aylık bir süre içinde dünyanın en baskıcı aygıtını kurarım: Bir cehennem cenneti!”
Ya da tam tersi…
- Yüzyıl başlarda neredeyse dünya üzerindeki tüm toplumlarda kesin inançlılığın hakim olduğu bir yarım asır yaşadı.
Elbette bunda gezegenlerin aynı hizaya gelmesi kadar nadir vuku bulacak bir sebep daha vardı: Pek çok ruh hastası diktatör ideolojileri uğruna kendi halklarını ateşe attılar. Hitler, Mussolini, Franco, Stalin ve onlarca irili ufaklı ruh hastası despot. Ellerine geçirdikleri gücü halk üzerinde o kadar etkin kullandılar ki, iki dünya savaşı ancak bu gözü dönmüşlerin yüreğini soğutabildi!
Ünlü yazar Umberto Eco, 1990’lı yıllarında başlarında Cambridge Üniversitesi’nde bir dizi konferans verdi. Bu konferanslarda kullandığı bazı kavramlar (sonradan bu konferansları aynı isimle kitap da neşretmişti) konumuzla yakından ilgili.
Eco, bir kitap ile ilgili üç niyetten bahsettiği bu konferanslarda bu niyetleri şöyle açıklıyor:
1.Intentio operis(metnin niyeti)
2.Intentio lectoris (okurun niyeti)
3.Intentio auctoris (yazarın niyeti)
Bahsi geçen konferansların (Stefan Collini tarafından kaleme alınan ve benim şiddetle tavsiye edeceğim bir eser olan) kitabının önsözünde ise şu çarpıcı cümle yer alır:
“Eco ikinci konferansında, tek bir yorumun doğru yorum olduğunu kanıtlamamız, hatta doğru tek bir okuma olduğu yolundaki herhangi bir inanca bağlanmamız ille de gerekmeksizin, bir metnin aşırı yorumunu ayırt edebileceğimizi ve ettiğimizi ısrarla belirterek, yukarıda sözü edilen eğilimin modern biçiminden daha da uzaklaşır. Eco nun buradaki argümanı, temel olarak, eğlendirici örneklerden yararlanarak gerçekleştirilir, özellikle görece az bilinen on dokuzuncu yüzyıl İngiliz-İtalyan şairi Gabriele Rossetti nin saplantılı Gül-Haç Dante okumalarından örnekler verir.”
Rıza Nur meselesini bu arka planı dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.
Dr. Rıza Nur’un kurucu irade ile olan problemleri Lozan görüşmelerinde saf dışı bırakıldığını hissetmesiyle başlıyor.
Hakkını teslim edelim, kendisi de dilini tutamayan, olur olmaz yerde ileri geri konuşan biri olarak dönemin hükümetini oldukça rahatsız ediyor.
Her ne kadar hatıratında Türkiye Cumhuriyeti fikrinin kendisine ait olduğunu ileri sürse de cumhuriyetin kurucu kadrosu arasında olduğu kesin biri Dr. Riza Nur. Irkçılığı aşan bir milliyetçi anlayışa sahip, sır Türk ırkına üstünlük veriyor diye Hilafet’in kaldırılmasına karşı olduğunu yazabilecek kadar dengesiz biri.
Kemal ve Karabekir Paşa’yı yeterince türkçü olmadığı için ağır eleştirmiş, bu konuda her ortamda ileri geri konuşmuştur. Ayrıca inönü’ye Kürt, Rauf Orbay’a Abaza, Salih Bozok’a da Arnavut diye hakaretler edip küçümser. Fevzi Çakmak da onun bu dengesiz eleştirilerinden payını alır: Kuzu Paşa!
Rıza Nur’un hayatını ikiye ayırmak gerekiyor. Türkiye’de bulunduğu dönemler ve sürgünde olduğu dönemler.
Vaktiyle “Kenar keskindir” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Gerçekten öyledir, bir karakteri dışlar, kenara iterseniz keskinleştirirsiniz. Rıza Nur tam da böyle bir karaktere dönüşmüştür.
Yoksa Kemal paşa hayatta iken yazdığı Türk Tarihi isimli kitabında Atatürk’ü yere göğe sığdıramamaktadır!
İzmir Suikasti, pek çok rejim muhalifi gibi onun için de bir kırılma noktası olmuştu. Pek çok kişinin bu suikaste karıştığı iddiasıyla idam edilmesi onu çok korkuttu ve Türkiye’yi terk edip Paris’e yerleşti.
Önceki bölümde de belirttiğimiz gibi burada da sessiz sedasız oturmadı. Hem ırçı düşünceleri hem rejim aleyhtarlığını her fırsatta yazdı, çizdi, söyledi.
Ancak, büyük bölümünü Paris’te yazdığı anlaşılan günlüğü esas büyük sürpriziydi.
Hayatım ve Hatıratım isimli 4 ciltlik hatıraları özellikle Mustafa Kemal hakkında ipe sapa gelmez, dedikodu düzeyinde seviyesiz iddialarıyla hatıratın diğer kısımlarını da sakatlamaktaydı.
8 Eylül 1942’de İstanbul’da öldüğünde kimse hayat ve hatıratından haberdar değildi. Mezar taşının üstünde, kendi isteği ile ismi (Rıza Nur) Orhun alfabesiyle (𐰺𐰃𐰔𐰀 : 𐰣𐰆𐰺) yazılmıştı. Ayrıca mezar taşında “Türklük için yaşadı, öldü” diye de yazar!
Osmanlı’nın bakiyesi üzerine kurulan cumhuriyet maalesef o dönemde moda olan “izm”lerin arasında adeta tokat şaşkınına dönmüştü. Irkçılar, komünistler, islamcılara bir de kurucu iradenin bir korku ögesine, kurumsal öcüye dönüştürecek kadar çığırından çıkardığı Kemalizm eklenince toplumda Daryush Shayegan’ın söylediği gibi bir cehennem cenneti oluşturulmuştu.
Kadir Mısıroğlu 1967 yılında durup dururken “bir yerden gelim mikrofilmleri geçti, ben de yayınladım” dediği Rıza Nur’un Hayatım ve Hatıratım’ı yayınlaması Türkiye Cumhuriyeti’nin hakim kesimlerin adeta kimyasını bozmuştu.
Normal bir ülkede böylesine spekülasyonlara açık, belki de bir amaca matuf, provokasyona müsait bir yayın çabası belki de hiç ciddiye alınmazdı.
Ancak ideolojilerin fanatizmle birleştiği bir ülkede seküler, ulusalcı kesim akıl almaz tepkiler verdi. Yaşını başını almış koca koca adamlar kitabı eleştirmek yerine yazarı Rıza Nur’a saldırdılar. Bu perspektiften bakıldığında kesin inançlılık konusunda Kemalist kesim ile İslamcı kesim arasında milim fark yoktu.
Kimi Rıza Nur’a deli dedi, kimi sapık, kimi İngiliz ajanı, kimi uyuşturucu müptelası, yalancı, ruh hastası vesaire…
Halbuki kitapla ilgili yapılacak bir tek ciddi araştırmada, bu işin içinde bir iş olduğu hemen ortaya çıkacaktı. Düşünün kitabı yayınlayan Kadir mısıroğlu, “Bence bu kitapta yazılanlar araştırılmalıdır” diye açıklama yaptı. Kitabın ilk sarsıntı sonrasında tam unutulmuşken bu kez başka bir denge sorunlu İslamcı Abdurrahman Dilipak aracılığıyla tekrar piyasaya sürüldü.
Atatürkçü geçinen yazar çizer takımının bu tür stresli gündemlerde şirazeyi sıyırmaları kendilerini acayip komik durumlara da düşürüyordu. Sözgelimi Kemalist rejimin neredeyse resmi kalemi sayılan Turgut Özakman, yaşına başına bakmadan Rıza Nur hakkında kitap yazdı. Hem de ne kitap!
Kambersiz düğün olmaz diyerek bu konuda topa Turgut Özakman da girmişti…
Rıza Nur’un kitabını eleştirmek yerine kişiliğini hedef almak bir Kemalist geleneksel sporuna dönüşmüştü.
Tarihsel magazinin dibine vuruyordu Kemalist takım. Neler neler…
Aşağıdakiler sadece Turgut Özakman’ın Rıza Nur’a atfettiği hastalıklardır:
– İzolasyon (kendini çevreden soyutlama), – depresyon (ruhsal yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), – homoseksüel eğilimli, – Obsesif- kompulsif sendrom (toz, mikrop korkusu), – depersonalizasyon (aşağılık duygusu), – agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın), – psikopat (kişilik bozukluğu), – mitomani (yalan söyleme), – fabulasyon (masal uydurma, hayali hikayeci), – fanteziler (hayal ettiği olayları gerçek sanma), 3 – megalomani (büyüklük fikirleri), – narsisizm (kendine hayran olma), – paranoid reaksiyon (takip edildiğini sanma duygusu, öldürülme korkusu), – egosantrizm (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, devamlı övünme, sahte gurur).
Yok, yok yani anlayacağınız!
Bu arada sakın ola ki bu konuda Rıza Nur’un sütten çıkmış ak kaşık olduğunu ileri sürdüğümüz kanaatine kapılmayınız. Rıza Nur, hayatı boyunca pek çok kişi ile polemiğe girmiş ve hemen hepsinde öyle ağır ifadeler kullanmıştır ki, akla hayale gelmez. Sözgelimi Türkbükü Revüsü’nün 5. Sayısında “Köprülüzade Fuad beyin cevabına cevab” yazı var ki evlere şenlik. “Zavallı, ne kadar da şereflerin küçük, ünvanların şerefsizmiş!”
Yeterince ağır değil mi?
Şurası nasıl:
“Hasılı bu makaleyi okuyup bu hallerini görenler Fuad Beye cahil, şarlatan, mugalatacı, tağşişçi, (karıştırıcı) yalancı, ilim hırsızı, sahtekar, dolandırıcı, dalavereci, madrabaz, dalkavuk, hasedci, haris, şeref ve mevki avcısı, menfaat düşkünü bir ilim diktatörü demezler mi?” Bu arada yazı dediğime bakmayın tam 63 sayfalık bir makaledir bu cevap!
Anlaşılacağı üzere, Rıza Nur, başkasına yaptığı muamelenin benzerini Kemalistlerden aynen görmüştür!
Aslında yapılacak şey çok basitti. İşin ehlinin kitabı tarihsel gerçekler, etik değerler ve gerekirse teorilerle ilgili ele alıp olayın iç yüzünü ortaya çıkarmak.
Yani Umberto Eco’nun ifadesiyle “üç niyet”i birden sorgulamak. Oysa seküler bırakınız Metnin niyetini (İntentio operis) ya da yazarın niyetini (İntentio auctoris), sadece ve sadece bir okur ve kesin inançlı olarak kendi cephesinin defansını düşüncesiyle hareket etmekteydi.
Rıza Nur’un Paris’te yayınladığı Revülerinden birinin kapağında, bir ithaf ve imzası vardı. Eski yazıyla yapılmış bu ithaftan başka bir de yeni Türkçe ile Rıza Nur’un el yazısı olan bir Türkbilik Revüsü daha vardı.
Bu “ithaf” ile kitabın ham nüshalarındaki yazıları karşılaştırmak, en azından bu kitabı Rıza Nur’un yazıp yazmadığı gerçeğini ortaya çıkaracaktı.
Yazar Cengiz Özakıncı, 2014 Temmuz’unda katıldığı Ceviz Kabuğu (Rıza Nur’u linç etmek üzere tertiplendiği her halinden belli olan) programında şunları söyleyecekti: “Hatıratın üslup bakımından Rıza Nur’a ait olamayacağını ve bu hatıratın Rıza Nur’un diğer eserlerinde kullandığı üslupla karşılaştırılmaya tabi tutulması gerektiğini” söylemişti. Peki aradan geçen 40 yıllık kitaptan ziyade yazarına saldıranların aklına neden böyle bir yol gelmemişti ki?
Ülke Atatürkçüleri mangalda kül bırakmazken Kadir Mısıroğlu dur durak bilmiyordu. İhtilalden sonra gittiği Almanya’da 1982 yılında kitabı bu kez “Heidi Schmid” ismiyle yayınladı. 1967 baskısına ilave olarak bu baskıda kitabın orijinal nüshalarından bazı bölümler de vardı. Mısıroğlu, bu sefer muhtemelen kendisi birtakım eklemeler ve çıkarmalar yapmış ve 1967 yılında yayınladığı baskıda olmayan bazı kelimeler, cümleler araya sıkıştırmış, başına iş açabileceği bazı kısımları ise çıkarmıştı. Bu farklılıkları bir araştırmacı yıllar sonra ortaya çıkaracaktı.
Mısıroğlu’nun 1982’de “Heidi Schmid” mahlasıyla yayınladığı 3 ciltlik hatırat.
1967’den 2015’e… Neredeyse 50 yıl. Yarım asır sonra nihayet birilerinin aklına geldi bu durum ve aylık Tarih dergisinin 14. Sayısında Cihan Oktay Rıza Nur dosyasına açtı. (BKNZ)
Oktay, reaksiyoner ve ideolojik reflekslerle hareket ettiği anlaşılan bir tarihçiydi. Hemen hemen tüm yazılarında fanatizm ve ideolojinin bırakınız ayak seslerini, devasa gölgesini görmek mümkündü. Rıza Nur Dosyası’nı da muhtemelen bu saikle incelemişti. Fakat bu demek değildi ki, Cihan Oktay’ın araştırması değersizdir. Tersine, Kemalist iradenin irili ufaklı tüm kalemşorları kendi konfor alanlarından çıkmadan Rıza Nur’un şahsını hedef tahtasına oturtarak bir reddiye içerisine girmişken, Oktay’ın çalışması hayli kıymetli ve tarihiydi.
Gelelim Oktay’ın dosyasına…
Birbiri peşi sıra 3 ayrı sayıda yayınlanan Rıza Nur Dosyası’nın en önemli kısmı, Rıza Nur’un el yazısı, kitabın orijinal nüshası ve kenarında sonradan eklenen/eklemlenen kısımlardı.
İşte kitaba ekleme yapıldığının orijinal ispatı. Eklenen kısımlar ve nereye ekleneceği işaret edilmiş…
Cihan Oktay’ın araştırmasının vardığı en kıymetli sonuç, 2005 sayfalık kitabın çok büyük bölümünün bizzat Rıza Nur tarafından kaleme almış olmasının kesinliğiydi. Ancak..
Evet bir de ancak var…
Dosyadaki en önemli ayrıntı, Rıza Nur’un ithaf yazıları ile kitaptaki en akla ziyan iddiaların olduğu kısımlardaki yazısı aynı olmamasıydı. Yani Atatürk’ün annesi hakkında akla ziyan iddiaların olduğu kısımlar (Ki Mısıroğlu sonradan bi milyon yerde bu iddiaları dillendirmişti de) çok çok büyük ihtimalle kitaba sonradan eklenmiş ve bu bölümleri yine çok çok büyük ihtimal Rıza Nur kaleme almamıştı!
Ancak eklemelerdeki el yazısının kendisine ait olmaması, yazılanların kendisine ait olmadığı anlamına gelebilir miydi?
Rıza Nur olayı ile ilgili en ilginç ve belki eli yüzü düzgün kitap 1979 yılında basılan Gülsün Dündar’ın Belgelerle Rıza Nur Gerçeği isimli çalışmasıdır.
Dahası, eğ o yazmayıp, birine de dikte ettirmediyse bunu yapan kim ya da kimlerdi?
Bu sorunun cevabının peşine düşmeden önce bir dramı sizinle paylaşmak isterim.
Altın Işık dergisinde Dr. İzzettin Şadan’ın kaleme aldığı iç burkan bir yazı var. Başlığı “Rıza Nur”un son günü”
Anlatıyor Dr. Şadan:
“Ölümünden bir gün evvel ve pazardı. Saat bire doğru biraz dolaşmaya başladım. Ve Ağa Camii karşısında Rıza Nur’a denk geldim. Bermutad (her zamanki gibi) yavaş yürüyor, önüne bakarak ilerliyordu. ‘Derhal bir yerde oturalım’ dedi. Nisuvaz Kahvesi’ne girdik ve arka masalardan birine oturduk. O, benden makaleler isterdi, fakat yeni hastalıktan kalktığımdan yardım edemiyordum. Makalelerde şiddetli milliyetçilik istiyordu ve ‘Korkma canım mahkemeye gidersek beraber gideceğiz’ dedi. Gülüştük. (Onu) Biraz durgun ve dalgın gördüm… Sonra dışarı çıktık Dr. Mustafa Hakkı’ya rast geldik., onunla beraber bu sefer Petrograd Pastanesi’ne girip solda oturduk. (Meğer) O bize son vasiyetini ediyormuş. Çok şeylerden bahsetti, ancak sadece iki şeyi net hatırlıyorum: Birincisi Rıza Nur’un pişmanlığı idi. “Keşke siyasi hayata atılmayıp tabip kalsaydım” dedi. Biraz hatıratından bahsetti ve bunların Dört yerde olduğunu, birinin Paris Umumi kütüphanesinde, diğerinin Berlin Stadt Bibliotek’te olduğunu söyledi, diğer iki yeri unutmuşum. Bunlar el yazısı ile yazılmış, ciltlidir ve evine Mısır’da iken ciltçi getirerek yaptırdığını hatırlıyorum… Bu hatıratın Meşrutiyet değil Milli Mücadeleye ait olduğunu ısrarla vurguladı. Neşretmek istemiyordu, sebebini söylemedi.”
Bu hatıra pek çok şeyi aydınlatmakla beraber, soruları da çoğaltıyor.
Rıza Nur bu hatıratını kimler aracılığıyla bu dört büyük kütüphaneye göndermişti. Dahası sonraki tartışmalarda Hollanda Leiden Üniversitesi Kütüphanesi, hele hele Berlin şehir kütüphanesinden neden hiç bahsedilmiyordu?
Bir şeyin çöktüğü filan yoktu aslında. Kemalist kesim uzun süredir çektiği bir ağırlıktan kestirmeden kurtulmayı tercih ediyordu.
Cihan Oktay’ın üç dosyalık makalelerinden sonra Kemalist/seküler kesim bu içeriğin üzerine adeta üşüştü ve en başta tarifini yapmaya çalıştığım ideolojik fanatizmin her kaidesine milimi milimine uyarak içlerini boşaltıp rahatladılar.
Ve fakat, gelin görün ki, Oktay’ın araştırmasında ıskalanmaması gereken çok önemli bir yön daha vardı.
Dr. Rıza Nur, bu hatıratla ilgili pek çok işaret fişeğini çok çok önceden fırlatmıştı.
Bunlardan en önemlisi yine Türkbükü Revüsü’nün 8. Sayısında yer alıyordu.
Bu sayıda yer alan “Hatırat Parçaları (İşlerin iç yüzleri)” başlıklı makalede Dr. Nur şöyle diyordu: “Revüye böyle bir bahis açıyorum. Bununla hatırat neşrediyorum zannedilmesin. O çok uzundur; sade bazı şeylerden bahsedeceğim. Milli Savaşa kadar olan kısmı şimdilik ufak bir hülasa ile geçiyorum. Bu suretle bu bir numaralı makale “Milli Savaş” parçalarına bir giriş makamındadır.” (Türkbilik Revüsü, sayı8)
Bu konuda son tahlilde şunu söylemek mümkün.
Esas araştırılması gereken bu hatıratı Rıza Nur’un yazıp yazmadığı değildir.
Onun kaleminden çıktığı kesindir. Ancak sansasyonel kısımlarının tamamı “Kadın dedikodusu”ndan bir adım ileride değildir. Rıza Nur’un Karısı, Mustafa Kemal’in karısıyla ikindi çayında dedikodu yaparken o öyle demiş de bu böyle demiş ile tarih yazılmaz, yazılırsa da ciddiye alınmaz.
Bence esas can alıcı soru, İstanbul’da birkaç öğrenci yurdu işletmecisiyken, kim ya da kimler Mısıroğlu’nun eline bu mikrofilmleri tutuşturup onu yayıncılık sahasına sürmüştür?
Ve bir soru daha: 1500 sayfa olduğu düşünülen orijinal eser, teslim edilirken 2000 sayfaya eklemelerle çıkarılmış mıydı?
Eğer öyleyse bu eklemeleri Rıza Nur yapmamış olsa da onun onayıyla biri me eklemlemişti?
Ve son ama en büyük soru: Diyelim ki, Kadir Mısıroğlu’nun yayınladığı nüsha gerçek ve orijinal. Peki ya diğer nüshalar? Berlin, Paris, Leiden’deki kopyaların akıbeti ne olmuştur?
Palisiye edebiyat türünde çok kullanılan bir tabir vardır. “Perfect Crime” yani “Kusursuz Suç” kavramını ilk kez Edgar Allen poe ve Agathe Christie kullanmıştı. Poe, “The Murders in the Rue Morgue” adlı eserinde dedektif C. Auguste Dupin karakteriyle polisiye edebiyatının temellerini atarken kullanır bu terimi. Christie ise birçok eserinde kusursuz cinayet kavramını işlemiştir. Özellikle Hercule Poirot ve Miss Marple karakterleriyle yazdığı eserlerde.
Ülkemizde ise Sevil Atasoy kurgu kitabına isim olarak seçmiştir bu tabiri: “Kusursuz cinayet yoktur!”
İlk görenin cinayete kurban gittiği, alakasız bir dengesizin eline geçip baskıya verildiği, üzerinde akıl almaz fırtınaların koparıldığı bu kitabın üzerindeki sis perdesi her geçen gün incelmesi gerekirken daha da kalınlaşıyor nedense!
Sorunun cevabı ise Hoffler ve Shayegan’ın kitaplarında…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***