Bediüzzaman Ankara’da (6)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Bu maymunun ısırmasından dolayı,
bir kral ve çeyrek milyon kişi öldü.”
Churchill
Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlı Devleti’nin çöküş çatırtılarını duymuş ve koltuğunun altında ülkenin kurtuluş reçetesi olarak payitahta gitmişti. Ancak orada şahit oldukları onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Sarayın muazzam bir cadı kazanına dönüştüğünü görmüş, oradan umudu kesmiş, muhalif kesime yönelmiş ancak onların da tek yönlü talepleriyle ülkeye çok da bir şey vaad etmediğini anlamış ve tımarhane, hapishane ve mahkemelerden de geçtikten sonra geldiği topraklara geri dönme kararı almışken Cihan harbi patlak vermişti.
Bu durumda her şeyi donduran Bediüzzaman talebeleriyle beraber savaşa katılmış, yaralanmış ve esir düşmüştü. Esir tutulduktan sonra Sibirya’ya (Aslında tam olarak Sibirya değil ama o dönemde kimsenin elinde haritayla dolaşacak hali de yoktur ve dünyanın her ülkesinde aşırı soğuklar ‘Sibirya’ olarak nitelendirilir!) bir esir kampına götürülen Bediüzzaman burada iki esareti birden yaşayacaktı. Birincisi görünen esaret; Rus coğrafyasında, Rus askerlerinin kontrolü altında yaşadığı eziyet ve cefaydı. Bir diğeri ise yalnızlık. Beraber esir olduğu Osmanlı ordusu askerleriyle bile ortak bir nokta bulamamış ve giderek kendi içine kapanmıştı. Bu yalnızlaşma dönemi, kendi içinde derinleşmeye sebep oldu…
Belki de kader onu bir yere hazırlıyordu!
İnsanlardan kaçtı. Dağlara, yüksek yerlere çıkıp büyük bir tefekkür dönemine girdi. Sadece hayatı değil, düşünce dünyası, düşünce matematiği, öncelikleri de değişiyordu.
Savaşın son demlerinde neredeyse dünyadaki tüm ülkelerde iç karışıklıklar başlamıştı. Bundan Rusya’da nasibini aldı ve Bolşevik İhtilali ile birkaç asırlık taşlar yerinden oynadı.
İdeolojiler dünyayı etki altına almaya başlamıştı bile. Ve bu etki bir dünya savaşına daha sebep olana kadar devam etti.
İhtilal ile beraber Rus devleti karışınca, esir altında tuttuğu kamplarda da kontrolü yavaş yavaş kaybetti. Zaten o kadar çok esire yıllardır bakmaktan perişan olmuştu.
Hem esir değişimi ile hem de firarlar ile ellerindeki esirler kalabalıklar halinde azalırken, Rus askeri yönetimi de acımasızlaşmıştı. Nihayet Bediüzzaman ayrıntılarını hiçbir zaman anlatmayacağı bir şekilde esir tutulduğu yerden kaçtı. Binlerce kilometrelik yoldan geçerek tekrar İstanbul’a geldiğinde savaşın tüm travmasına rağmen dünyanın bir şekilde insanı tekrar esir ettiğini fark etti.
Oysa kendisi büyük bir değişimin, hatta dirilişin eşiğindeydi.
Bir düşman, bir deli olarak muamele gördüğü İstanbul bu kez onu bir kahraman olarak karşılamış, üstelik bir de resmi görev vermişti. Esaretin ruhuna verdiği hasarı tamir etme dönemi diyebiliriz buna.
Rapor alıp resmi görevinden aylarca feragat isteyecek kadar ağır bir bunalım dönemi. 1962 yılın Diyanet İşleri Başkanlığı yapacak olan Tevfik Gerçeker bu dönemiyle ilgili hatıralarını anlatırken şu ilginç ayrıntıyı nakleder:
“Ben de o sırada medreseye girişinin sebebini sordum. Üstad bana: Şehzadebaşı’na sinema için geldiğini, henüz saati gelmediğinden vakti gelinceye kadar gezinirken bu boş vakti değerlendirmek için medreseye girdiğini söyledi… Cevaben: “Bugünler de biraz rahatsızım, doktor-u hazıkıim, sinemanın seyri sırasında insanın kendini unutması ile bir nevi tedavi etkisi yaptığını söyledi. Onun tavsiyesi üzerine geliyorum.” diye cevab verdi.”(MTH, s506)
Anlıyoruz ki, Bediüzzaman sinemaya aynı zamanda bir tür terapi olarak gitmektedir.
Bir maymun mersiyesi
Molla Süleyman, üstadın ilk talebelerindendir. O anlatıyor:
“Yunan Başbakanı Venizelos, İngiliz Başbakanı Lloyd George’dan 50 bin kişilik silâh alıyor. Bu silâhlarla Anadolu’ya taarruz edecekleri sırada, bir cuma gecesi Bediüzzaman, namazdan sonra duâya başladı. O gece sabaha kadar uyumadı. Devamlı duâ etti: ‘Ya Rabb! Senin askerin daha çoktur. Bu mel’unlara fırsat verme!’” “Sabahleyin, ben Divanyolu’ndan gazetesini ve çorbasını almaya çıktım. Gazeteler Yunan Kralı I. Aleksandros’u maymun ısırdığını, maymunun ise öldürüldüğünü yazıyordu. Gazeteyi görünce, Bediüzzaman çok sevindi ve gülerek, ‘Bir kalem getir de Süleyman, bu hayvanın arkasından bir mersiye yazalım.” (MTH, s516)
Daha önce de kaleme almış olduğum meşhur hikayenin detaylarına gelince.
Hazret-i Bediüzzaman’ın ilk dönem eserlerinin bazılarının artık baskısı bulunmasa da pek çoğu kitapçık olarak ya da başka büyük eserlere dercedilerek yayınlanmıştır.
Makalat, Nutuk, Reçetetül Ulema, Reçetetül Avam ve daha onlarca eserine bakıldığında hep aynı tekniği kullandığı görülecektir. Bediüzzaman çağın sorunlarına Kur’an perspektifiyle bakıp müthiş birikim ve analitik kabiliyetiyle bir tür ilahi reçete yazıyordu.
Güncel hadiselere dair yorum yaparken de gündelik sığlıktan ziyade ilmi ve tasavvufi bir derinliğe dayanıyor ve dolayısıyla pek çok muasırından ayrılıyordu bu yönüyle.
İngiliz yazar Louis de Bernieres’in en az kitapları kadar enteresan bir kişiliktir. 1954 doğumlu yazar sığır çobanlığından araba tamirciliğine, öğretmenlikten bahçıvanlığa kadar pek çok iş yapmıştır. Onu üne kavuşturan kitap ise daha sonra filme de çekilen Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini isimli kitabı oldu. Kitap bir dönem Avrupa’da fenomendi.
Yazarın son kitabı (2004) “Birds Without Wings – Kanatsız Kuşlar” isimli romanında geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki bir aşk öyküsünü anlatır. Roman Fethiye’nin Eskibahçe isimli bir köyünde yaşanan aşk öyküsünü anlatırken fonda enteresan bir tarihsel tanıklık vardır. Şüphesiz bir tarihçiden ziyade bir romancının kurgusu olarak ele alınması gereken roman hakkında kimi kesimler aşırı tepki gösterse de Dünya Savaşı esnasında bir Ege köyünde Müslüman-Hıristiyan toplum arasındaki ilişki/çatışma mümkün mertebe gerçekçi olarak irdelenir kitapta.
Köyün çobanı gariban İbrahim ile güzeller güzeli Philothei arasındaki aşk aslında klasiktir. Bu arada bir de sağlam bir feodalite ihanet öyküsünü romanına eklemleyen Bernieres, yaklaşan işgal ile ilgili köylülerin gelgitlerini de kaleme alır.
Köyün ağasının İtalyan işgalcilerin komutanıyla hemen kaynaşması, o güne kadar bir arada huzur içinde yaşayan köy halkı için sıkıntı günlerin başlangıcıdır. Ağa Rüstem ise “Yunan’ın çarığındansa İtalyan’ın potinini tercih ederim” kafasındadır.
Trajik neticelenen aşk macerası sonrasında akli melekelerini yitiren sadece çoban İbrahim değildir. Toplum kolektif bir çıldırmanın eşiğine gelmiştir. Dağılmalar, savrulmalar yaşanır ve İngiliz yazar hikayesini pek çok damara bölerek farklı öyküler üzerinden akıtır.
Roman bir yandan minimal bir aşk öyküsünü olanca yakıcılığıyla aktarırken diğer yandan büyük bir projeksiyon ile devletler arası ilişkilere kadar değinir. Örneğin Fransa ve Rusya desteğini alan Osmanlı ordusu, karşısında Yunanistan-İngiliz işbirliğiyle çatışırlar. Çok derinlemesine olmasa da kendine has bir perspektif ile Ermeni meselesine de değinir yazar.
İşte tam bu esnada Bediüzzaman ile İngiliz yazar Louis Berniere’nin yolu kesişir.
Kanatsız Kuşlar’da bir maymundan bahsedilir. İsmi Moritz’dir. Yunan Kralı Kostantinos her ne kadar savaşmaya istekli değilse de Yunanistan Başbakanı Venizelos’un entrikalarına kurban gider ve Almanya’ya sürgüne gönderilir. Venizelos kendine yeni bir kukla imparator bulmuştur. İngiliz Başbakanı Llyod George ile arasından artık su sızmamaktadır.
Gerisi Mondros’tan Sevr’e uzanan bilindik tarihi öykü… Ancak savaş bitmesine rağmen kin ve düşmanlık bitmemiş ve Venizelos’un Anadolu’yu işgal etme hayali bitmediği gibi uygulama fırsatı bulmuştu.
O zaman 27 yaşında olan Aleksandros’u elinde oyuncak ettiği için hiçbir sıkıntı ile karşılaşmadan 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etti. Ardından Ege sahilindeki başka merkezleri zapt etmeye kalkıştı. Sevr Antlaşması’ndan sonra ise, Batı Anadolu’nun tamamını içine alan çok geniş bir cephe harekâtına girişti ve İngiltere Başbakanı David Lloyd George’un da yardımıyla Anadolu’nun birçok yerleşim merkezini işgal etti.
Savaş yorgunu Osmanlı, fakir Anadolu insanının bu büyük işgal girişimine karşı duracak mecali pek yok gibiydi.
Tahtta oturan Aleksandros hayvan tutkunu bir kraldı. Moritz isimli bir maymunu ve Fritz isimli bir maymunu vardı. Fritz birkaç gün önce evin içindeki aynayı kırmış ve Aleksandros’un eşi Aspasia bunun uğursuzluk getireceğine inanıyordu.
Bütün planlar yapılmış, geriye bir tek kralın onayı kalmıştı ama “yarım saat beklesinler” demişti genç kral. En büyük tutkusu olan motosikletle bahçede bir tur atıp gelecekti. Ancak sadık köpeği Fritz nedense ortalıkta görünmüyordu.
Motosiklet gezisini bitiren kral odasına geçti ve köpeği Fritz’i orada görünce sevip okşamaya başladı. Ne acı ki bir maymunu kıskandırmanın pekiyi bir şey olduğunu bilmiyordu Yunan Kralı!
Maymun Moritz köpek Firtz’i fena halde kıskanmıştı!
Aniden uçarak üzerine atladı Alman köpeğinin. Sarayın Kral odasında maymunla köpek ölümüne dalaşıyor kral ise aralarına girip bu anlamsız kavgayı bitirmek istiyordu. Ancak Moritz’i durdurmak mümkün değildi. Kıskanmıştı bir kere Fritz’e unutamayacağı bir ders vermeden bırakmayacaktı.
Ortalık kan revan olmuştu. Aleksandr üstü başı kan içinde maymunca mı köpekçe mi konuşacağını şaşırmış iki hayvanın arasında kalmıştı. Üzerindeki kanın ne kadarı kendisine ne kadarı hayvanlara ait bilmiyordu.
Kral Konstantinos ve ailesi. Kral Aleksandros ayakta soldan ikinci
Roman bu kavgayı dışarda olmuş gibi aktarıyor ama tarihçilerin pek çoğu yukarıdakinde mutabıktır.
Maymun köpeği öldürmüştü sonunda Kral sinirlendi ve maymuna saldırınca Moritz dişlerini kralın baldırına geçirdi. Gürültü dolayısıyla odaya giren saray muhafızları Moritz’i vurarak öldürdüler. Odada ölü bir maymun, bir ölü köpek ve baldırından derin şekilde ısırılmış bir kral vardı. Yunan orduları ise son emri bekliyordu.
Aspasia’nın korktuğu başına gelmişti. Hemen kocasını pansuman etsin diye hekimbaşını çağırdı. Kral önemsemiyordu, Venizelos haber bekliyordu ama işler daha da kötüleşti. Aleksandr’ın yaraları ağırlaştı, sonunda bacağının tamamı çürüdü, 8 kişilik hekimler heyeti “kesmek zorundayız” dediler ama kimse onaylamadı bu operasyonu. Bacaksız kral mı olunurmuş!
Ve 13. günün sonunda ateşler içinde kıvranarak ruhunu teslim etti. Kitap ortalıkta Venizelos’un maymuna zehir enjekte ederek kralı ısırttığı yazılı ama tarihçilerden tam aksini söyleyenler de mevcuttur. Sürgündeki kralın bu işleri çevirdiği dilden dile dolaştı, nitekim sürgün kral kısa sürede sarayına geri döndü.
Venizelos Türkiye’de…
Kitabı burada bırakıp Bediüzzaman’a geçmeden büyük usta merhum Yahya Kemal Eğil Dağlar’da meseleye genel hatlarıyla bakarken yazdıklarına bir göz atalım.
“Kral Konstantin’in şu altı senelik macerası, epey bir romandır. Bu romanın maymun faslından evvelki fasıllarında Konstantin, vukuatı misli görülmemiş bir inat ve bir iradeyle idare ediyordu. Yunanistan kaza ve kaderin pençesindedir. Bir maymunun bile alel acayip bir rol oynadığı bir kaza ve kader dramında eşhas (şahıslar) zebundur.
Venizelos, Kral, hepsi alınlarının karayazısı ne ise, öyle hareket ediyorlar.
Yunanlıların Selanik’e soktukları bir krallarını günün birinde palikaryanın (Rum delikanlısı) biri vurdu.
Edirne’ye götürdükleri krallarını bir maymun ısırdı…” (Eğil Dağlar, s192)
İşte okuyacağınız mersiye bu maymun için yazıldı!
Mersiye Rumûz isimli eserinde 1921 yılında neşrediliyor.
Müdessir suresi 31. Ayeti olan ““Rabbinin ordularını Ondan başkası bilemez.” Epigraf yapan Nursi şöyle yazıyor:
“İşte o cünuddan bir gazi-i şehid,
Nev-i hayvandaki meymun-u saîd.
Ey maymun-u meymun! Mü’minleri memnun,
Kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin.
Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun.
Lloyd George’u kudurttun. Venizelos’u geberttin.
Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun ki, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın.
Başlarındaki maskelerini düşürüp maskara ederek, bütün dünyayı güldürdün.
Cennetle mübeşşer olan hayvanların isrine gittin.
Cennette saîdsin; çünkü gazi hem şehidsin!”
Ana hikayemize dönecek olursak, batıda bunlar yaşanırken, adeta savaş yetmemiş gibi bir de ülke işgal edilmeye başlamıştı. Bununla beraber muhalifler saray rejimini yıktı yıkacaktı.
Önce kendilerini fark ettirdiler, ardından kabul ettirdiler. Evvelen denge kurup, sonradan ağırlık kazanınca İstanbul hükümetini tamamen boşa düşürdüler. Ankara’da yeni bir rejim filizleniyordu. Bediüzzaman bu yeni rejimin bir fırsat olabileceğine ikna olmuş gibiydi. Bu sebeple ısrarlı davetlere fazla dayanamadı ve yeğeniyle beraber Ankara’ya geldi…
Ankara’nın bir dönemin İstanbul’undan daha karışık ve türlü çeşit dümenlerin döndüğü bir yere dönüştüğünü fark etmesi uzun sürmeyecekti.
Türk toplumu bir yandan dönüşürken, diğer yandan bu değişim ve dönüşüme sebep olanların örtülü muazzam bir mücadelesi vardı.
Yeni başkent henüz kurulma aşamasında bir cadı kazanı gibi fokur fokur kaynıyordu.
Balkan Harbi sırasında Yunanistan’da dillendirilen en güçlü slogan: “Yaşasın Venizelos!”
Şimdiye kadar anlattıklarımızın özeti aşağı yukarı böyle.
Gelelim Ankara dönemine…
Merhum Yahya Kemal’e bir Ankara seyahati esnasında sorulur: “Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz?” Cevap çok enteresandır: “İstanbul’a dönüşünü”
Yönetim merkezinin Ankara’ya dönüşmesiyle doğal olarak basın merkezi de buraya kaymıştı. Ve her gücün kendi medyasını oluşturması kadar tabii bir şey yoktu. Merhum Karabekir bir keresinde bu durumu şöyle ifade edecekti:
“Basının yakın vakte kadar çok kez baştakileri memnun etmek gayreti güttüğünü söyleyebiliriz!” (Paşaların Kavgası, s28)
Türk şairlerinde (kahir ekseriyeti olumlu olmak üzere) muazzam bir Mustafa Kemal abartısı vardır. Turgut Uyar, 1958 yılında Pazar Postası’nda 10 Kasım’da yazdığı yazıda bununla ilgili ilginç bir tespitte bulunur:
“Atatürk’ü sevmeyen Türk şairine rastlamadım”
Ardından çoğu şairin Mustafa Kemal konusundaki ölçüsüzlüğünden yakınır ve yazılan şiirlerin çoğunu “beylik” bulduğunu ifade eder. Enteresan olan ise bu şiirlerde Atatürk “memleket kurtarmış” bir büyük insan olarak değil, “yitirilmiş bir sevgili gibi ardından çoğu zaman ciddiye alınmayacak ağıtlar yakarak” sevilen, anılan bir kişi olarak görülmüştür. Yazılan her şiirde “sarı saç” ve “mavi göz” klişesinden de şikâyet eder Uyar…
Özellikle 1. Dünya Savaşı sonrası neredeyse tüm toplumlar büyük travmalar yaşarken kurtarıcıları övmek, abartmak normal karşılanabilir. Ancak kalem bazı zamanlar sahibini utandıracak kadar güce ve güçlüye övgüler dizebiliyor.
İmam-ı Azam şu müthiş tespiti yapar: “Sultanın sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmez.”
Homeros’un “İlyada” ve “Odysseia” adlı eserlerinde, Akha krallarının yiğitlikleri, liderlik yetenekleri ve karizmaları abartılı bir şekilde tasvir eder mesela. Romalı şair Virgilius, “Aeneis” adlı destanında, Roma’nın kurucusu Aeneas’ı ve onun soyundan gelen Augustus’u yücelterek, Augustus’un hükümetini meşrulaştırmaya çalışır. Ve Shakespeare… Evet evet Şekspir! “Richard III” adlı oyununda Richard’ı kötü bir karakter olarak tasvir ederken, Tudor Hanedanı’nın kurucusu Henry VII’yi olumlu bir ışık altında gösterirken bunun Tudor Hanedanı’nın meşruiyetini pekiştirmek için yapılmış bir hamle olduğunu fark etmemiş miydi acaba?
Stalin döneminde birçok Sovyet yazarı ve şairi, Stalin’i öven eserler kaleme almıştır. Bu eserlerde Stalin, ülkenin kurtarıcısı, büyük lider ve halkın babası olarak gösterilir ki bu özellikle devrim sonralarında sık görülen bir durumdur. Kuzey Kore edebiyatında, Kim Hanedanı’nın üyeleri, adeta tanrısal varlıklar olarak tasvir edilir. Kim Il-sung, Kim Jong-il ve Kim Jong-un gibi liderler, ülkenin kurtarıcıları ve eşsiz liderleri olarak göklere çıkarılır.
Ya bizde?
Osmanlı divan şairleri, padişahları övmek için sıkça şiirler yazılmıştır. Bu şiirlerde padişahlar, adaletin, cömertliğin ve yiğitliğin timsali olarak tasvir edilir! Misal Bâkî, Kanuni Sultan Süleyman’ı övmek için yazdığı bir kasidesinde onu “zamanın hükümdarı”, “İslam’ın koruyucusu” ve “dünyanın efendisi” olarak tasvir eder.
İşte Ankara böylesi bir arenaydı ve Bediüzzaman yaşadığı travmayı yeni yeni atlatmanın etkisiyle, yeni payitahtta son bir umut ile son hamlesini yapmaya hazırlanıyordu.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***