WAN – PKK Lideri Abdullah Öcalan ile 7 kez görüştüğü İmralı Cezaevi’ni “hukukun karadeliği” olarak nitelendiren Av. Cemal Demir, tecride karşı diplomasi ve yoğun hukuki başvuru mekanizmalarının hayata geçirilmesi gerektiğini vurguladı.
Küresel güçlerin imha ve tasfiye planlarının hedefi olan PKK Lideri Abdullah Öcalan, 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmasıyla başlayan uluslararası komployla 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirildi. Amerikan Birleşik Devletleri’nin (ABD) Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirmek için koordinatörlüğünü yaptığı uluslararası komployla imha edilemeyen Abdullah Öcalan, kendi tanımlamasıyla çarmıha gerildiği Avrupa’dan sonra Türkiye’ye getirildi. Avrupa’da 130 gün süren “sürek avı” sürecinde özel olarak dizayn edilen İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ne getirilen Abdullah Öcalan, 25 yıldır ağır tecrit koşullarında tutuluyor, son 30 aydır hiçbir şekilde haber alınamıyor.
Uluslararası komployla getirildiği İmralı’da kendisini Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nden (CPT) bir yetkilinin karşılandığını belirten Abdullah Öcalan, komploya tiyatro benzetmesinde bulunarak, “Senaryoyu başkası yazdı, İmralı’da oynandı” diyerek, uluslararası güçlerin komplo ve İmralı tecrit sistemindeki rolüne işaret etti. PKK Lideri, İmralı’nın CPT projesi olduğunu belirterek, tecrit sisteminin kaldırılması ve ilkelerin uygulanması gerektiğinin altını çizdi.
Abdullah Öcalan’ı karşılayan CPT, 25 yılda sadece 11 kez İmralı’ya ziyaret gerçekleştirdi. İmralı’dan haber alınamama hali 30’uncu ayına girerken, 20-29 Eylül 2022 tarihlerinde İmralı’yı ziyaret eden CPT, yaptığı çelişkili açıklamalarla kamuoyunda kaygıları derinleştirdi.
2008 ile 2011 yılları arasında 7 kez İmralı Adası’na giderek PKK Lideri ile görüşen avukat Cemal Demir, Abdullah Öcalan’ın 21’inci Yüzyılın Komplosu olarak tanımladığı 9 Ekim 1998 tarihine giden süreci değerlendirdi, 130 gün “sürek avı” ardından getirildiği Türkiye’de tutulduğu İmralı Cezaevi’ni anlattı, komploda yer alan güçlerin tecrit sistemindeki rolüne işaret etti.
Cemal Demir
9 EKİM’E GİDEN SÜREÇ
Türkiye’nin 16 Eylül 1998’de Suriye’yi açık bir şekilde işgal ile tehdit etmesi, ardından Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında Suriye’ye dönük askeri saldırı seçeneğinin masaya yatırılması, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Meclis açılışı sırasında yaptığı tehdit içerikli konuşmalar, aynı dönemde NATO ülkelerinin İskenderun’da askeri tatbikat yapmasıyla tırmandırılan kriz sonrası, Mısır Dışişleri Bakanlığı’nın her iki ülke arasındaki rolü ve aynı tarihlerde imzalanan Adana Protokolü’nün 9 Ekim 1998’de giden sürecin belirleyici faktörleri olduğunun altını çizen Demir, uluslararası hukukun hiçe sayılarak PKK Lideri Abdullah Öcalan şahsında Kürt halkına uluslararası hukuksuzluk dayatıldığını söyledi.
TARİHSEL HUKUK SKANDALI
Abdullah Öcalan’ın korsan hukukuna maruz bırakıldığını dile getiren Demir, PKK Liderinin Suriye’den çıkarak gittiği Avrupa’da uluslararası hiçbir hukuki koruma hakkından yararlanamadığını, siyasi iltica başvurularının tüm Avrupa hukukunun yerle bir edilerek görmezlikten gelindiğini kaydetti. Abdullah Öcalan’a dönük çarmıhın ikinci çivisinin çakıldığı Roma’da İstinaf Mahkemesi’nin siyasi iltica kabul kararına dahi değer biçilmediğini ifade eden Demir, “İnterpol kırmızı bülteniyle yakalama emri çıkartılarak ve bu kurum suiistimal edilerek, Avrupa sistemi ve hukuku tarihsel bir skandala imza atmıştır” dedi.
HUKUKUN KARADELİĞİ: İMRALI
15 Şubat süreciyle birlikte aynı yaklaşımın bu kez Türkiye’de sürdürüldüğünü belirten Demir, “Olağanüstü koşullarda ve tabii yargıç ilkesi başta olmak üzere Türk hukukunun da tüm temel ilkeleri çiğnenerek, birkaç ayda göstermelik bir yargılamayla dava bitirilmiştir. Davanın Yargıtay süreci de fazla sürmemiştir. Yargılamanın taşındığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarihsel rolü ve yargılama birikimine uygun davranmamış, sadece askeri üye bağlamında indirgemeci bir ihlal kararı vermiştir. Böylece dünya hukuk zemininde Kürt halkının adalet arayışı bir kez daha karşılık bulmamıştır. Bu nedenle çok yerinde bir belirlemeyle uluslararası komplo ve İmralı sistemi ‘hukukun karadeliği’ olarak tanımlanmıştır” diye konuştu.
DEVLETLERARASI ÇIKARLAR
NATO-Gladio komplosunda devletler arası çıkarların da önemli bir etken olduğuna işaret eden Demir, “Türk devletinin Rusya ile olan ‘Mavi Akım Projesi’, Yunanistan ile olan ‘Ege Adaları ve Kıbrıs Meselesi’ sorunu gibi bölgesel çatışma ve çıkarların da bu komploda belirleyici olduğunu ve rol aldığını görmek gerekiyor. Sayın Abdullah Öcalan’ın da ifade ettiği gibi, halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi taleplerine karşı NATO’cu kesimin tırmandırdığı bu savaşta, 9 Ekim komplosunun da bunun bir halkası olduğu tartışmasızdır. Keza Almanya, İngiltere ve ABD gibi hegemonik güçler bu sürecin önemli destekleyicileri olmuştur. Amaç yaşanan savaşı derinleştirmek ve sorunun demokratik çözümünü boğmaktı. Dönemin hegemonik güçlerinin çıkarları ve projeleri bu yöndeydi. Fakat İmralı direnişiyle komplo boşa çıkarılarak, bu plan ve projelerin hayat bulması engellenmiştir” diye belirtti.
‘KÜRTLERİN HAPSEDİLDİĞİ ADA’
PKK Lideri Öcalan’ın ağır tecrit koşullarında tutulduğu İmralı’yı ve tecrit sistemini anlatan Demir, “İmralı tecrit sistemini birçok boyutta ve bir bütün olarak ele almak gerekir. Bir ada hapishanesi olmanın çok ötesinde anlamları bulunmaktadır. Aslında bir sistemle karşı karşıyayız. Bu sistem, salt bir mimari ve fiziksel tecrit projesi değildir. Aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve felsefi öğeler de içeren bir psiko-sosyal mühendislik projesidir. Bu nedenle de orada bir halk, bir lider şahsında tutsak edilmiştir. İlk ziyarette insanda bu his, ‘Kürt halkının hapsedildiği bir yer’ duygusu çok güçlü bir şekilde hissettirilmektedir. İlk ziyaretimin dönüşünde diğer birçok duygu ve düşünce yanında, bir de ‘keşke her bir Kürt bireyinin, ada ziyareti gerçekleştirerek, bu sisteme tanıklığı mümkün olsaydı’ şeklindeki düşünce beni sarmıştı. Çünkü bu ziyarette Kürtlük bilinci başka bir boyutta yaşanmaktadır” şeklinde konuştu.
İNFAZ HUKUKUNUN TANIMI: TECRİT
Tecrit ve izolasyonun Abdullah Öcalan şahsında somutluk kazandığını ifade eden Demir, “Tecrit, izolasyon kavramları başta Sayın Abdullah Öcalan şahsında somutluk kazanarak, artık Türk infaz hukukunun bir başka tanımı olmuştur. Rehin alarak tuttuğu siyasi şahsiyetlerin aileleriyle, avukatlarıyla, toplumla ve siyasi hareketiyle bağının bu yöntemle koparılması hedeflenmektedir. İmralı tecridi hakkında çok sayıda tartışmalar yürütülmüştür. Fakat bu tecridi kırmaya dönük herhangi ciddi bir eylem ve etkinliğin yapılmaması, maalesef tecridi sürekli ve sistemli bir hale getirmiştir. Her tutsağın en temel asgari vazgeçilmez insani hakları bulunmaktadır. Avukat hukuki desteği, aile ziyaretleri, iletişim bağlamında telefon ve mektup hakları, cezaevi içerisindeki diğer bir takım sosyal ve iletişim hakları gibi. Öcalan’ın ada hapishanesine konulduğu günden beri hiçbir hakkı gereği gibi ve düzenli olarak kullandırılmamıştır. Her defasında hava muhalefeti, koster arızası, disiplin cezası gerekçesiyle bahaneler üretilmiştir. Çoğu zaman bahaneye de ihtiyaç duyulmamıştır. Bilindiği üzere 2011 yılı Temmuz ayından sonra düzenli avukat görüşmeleri de kaldırılarak avukatlarına operasyon yapılmıştır” hatırlatmasında bulundu.
İMRALI’DA KEYFİ YÖNETİM BİÇİMİ
İmralı’nın özel olarak dizayn edildiğini ve mevzuatın değil keyfiyetin yönetim biçimi haline geldiğini dile getiren Demir, sözlerini şöyle sürdürdü: “Türk devletinin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’ne bağlı CPT bu noktada üzerine düşen misyonunu yerine getirmemektedir. Bu komite özgürlüklerinden yoksun bırakılmış insanların nasıl bir muameleye tabi tutulduklarını değerlendirmek üzere, diğer bazı mekanlar yanında hapishaneleri herhangi bir denetim ve kısıtlamaya tabi olmaksızın ziyaret ederek, tutsaklar ile özel görüşmeler yapabilmektedir. Bugüne kadar birçok cezaevini ziyaret etmiştir. İmralı Ada Hapishanesi’ne de birkaç defa gitmiştir. Fakat ne var ki özellikle İmralı Ada Hapishanesinde kalan Kürt Önderliği hakkında bugüne kadar tatmin edici bir açıklaması olmamıştır. Böylece CPT, bağlı olduğu hukuku ve değerleri değil, üye devletin hukuk pratiğini sergilemiştir. Bu pratik kurumun meşruiyetini sorgular hale getirmektedir.”
TOPLUMSAL DUYARLILIĞIN ÖNEMİ
Kürt halkının da tecridi kırma noktasında eksik kaldığını söyleyen Demir, “Sayın Öcalan’ın içinde tutulduğu ağırlaştırılmış tecrit koşullarının deşifrasyonu noktasında Kürt halkının eksik kaldığını düşünüyorum. Toplumsal duyarlılığı en üst seviyeye taşımak gerekir. Sadece açıklama ve lokal protesto biçimleri yeterli değildir. Ülke ve dünya gündeminin sıcak bir meselesi haline getirmek gerekiyor. Bunun için de eylem, etkinlik ve protestoların yanında uluslararası diplomasi ve yoğun hukuki ve idari başvuru mekanizmalarını harekete geçirmek gerekiyor. Sol, sosyalist ve demokrat çevre ve dostlar vasıtasıyla ülkelerin parlamentolarına taşımak da gerekiyor. Çünkü Öcalan’ın tecrit edilmesi, Kürt halkının tecrit edilmesi demektir. Kürt meselesinin, çözümünün ve çözüm perspektifinin nefessiz bırakılması demektir. Zaten insanlık dışı bir işkence olan tecridin yoğunlaştırılarak sistemli hale getirilmesindeki amaç, Kürt meselesinin barışçıl demokratik yollardan çözümünün önünü almaktır” diye konuştu.
KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIM BİÇİMİ
Tecridin Kürt halkına yaklaşım biçimi olduğunu ifade eden Demir, şunları söyledi: “Kürt meselesinin barışçıl demokratik yollardan çözümünün sesini tecrit etmektedir. Soluksuz ve nefessiz bırakmaktadır. Türk devletinin güvenlikçi ve demokrasiye kapalı olması, Kürt meselesine yaklaşım biçiminin başka bir sonucudur. Zira Kürt meselesini bir beka sorunu haline getirmiştir. Üç parçadaki Kürtlerle savaş halindedir. Kendi askeri gücü dışında Kürtlere karşı sayısı yüzbinleri aşan paramiliter çeteler ordusunu da askeri ve ekonomik olarak beslemektedir. Ülkenin tüm ekonomik kaynakları savaşa aktarılmaktadır. Yaşanan idari, siyasi, ekonomik tüm çoklu krizlerin altında yatan gerçekliğin bu olduğu tartışmasızdır.”
MA / Adnan Bilen
Kaynak: Mezopotamya Ajansı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***