YORUM | M. NEDİM HAZAR
Otel odaları (9)
“Herkes insanlarla meşgul, ben insanlardan usandım.
Misalilerle mûbahese daha hoşuma gidiyor:
Çünki munsiftirler!”
(Asar-ı Bediiye)
Birinci Cihan Harbi’nin hazin finali, sadece tüm dünya üzerindeki değişim rüzgarlarına sebep olmamıştı, aynı zamanda Bediüzaman’ın esaretinin bitişi ile beraber İstanbul’a gelişiyle, 20. yüzyıla hazırlanan bir müceddidin hayatının ikinci evresine geçtiği dönemi başlatmıştı.
Bediüzzaman bu yeni dönemi “Yeni Said” olarak ara sıra terennüm etse de bu kırılma noktasının ve hayatında yepyeni bir faza geçişin bazı, kültürel, entelektüel, ruhani ve ilahi kodları da vardır.
Önce yazı serimizin bağlamıyla ilgili meseleyi kısaca özetleyelim.
Hz. Bediüzzaman, Büyük Çamlıca Tepesindeki Yusuf İzzeddin Paşa Köşkünde yeğeni Abdurrahman ile 7-8 ay kadar kaldı. Bir sonraki Çamlıca Tepesine gelişi 1953 yılında olmuştu. O zaman da Küçük Çamlıca Tepesinde bulunan Bodrumî Camii yanında bulunan üç katlı bir binada, bir gün kalmıştı.
Önce ruhani ve entelektüel dönüşümün kodlarını anlamaya çalışalım ve şu satırları dikkatle okuyalım:
“Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca Tepesi’nde bir köşkte, merhum biraderzâdem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesûdâne bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum, Dâru’l-Hikmet’te meslek-i ilmiyeme münasip en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum.
Hem her şeyim mükemmeldi.
Merhum biraderzâdem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedâkâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ı mâneviyem (benimle) beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mesûd bilirken aynaya baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette, Kosturma ’daki câmideki intibâh-ı ruhîyine başladı. (Buraya dikkat) Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medâr-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tedkike başladım. Hangisini tedkik ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda en sadâkatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadâkatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki hakikat noktasında acınacak hâlimize, pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar dîvâne mi olmuşlar, yoksa şimdi ben dîvâne mi oluyorum ki bu dünya-perest insanları dîvâne görüyorum?”
Tam da 17. Söz’de yazdığı şu konteksin dip koçanını bulduk değil mi?
“Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.” (Sözler, s294)
Arama motorunda yapacağınız basit bir aramada, karşınıza çıkan alternatif sorular bile halkın bu konudaki cehalet seviyesini göstermekte…
Birazdan genişçe bahsedeceğimiz gibi, 40’lı yaşlarına yeni girmişti.
Şimdi şu “40 Yaş” meselesine kabataslak bakalım, sonra biraz farklı şeylerden bahsedeceğim.
Albert Einstein (1879-1955); 1905 yılında, 26 yaşında iken özel görelilik teorisini yayınladı. 40 yaşına geldiğinde ise genel görelilik teorisini geliştirdi.
Marie Curie (1867-1934); 40 yaşında, radyoaktiviteyi keşfetmesi ve radyoaktif elementleri izole etmesiyle bilimsel başarılara imza attı.
Galileo Galilei (1564-1642); 1604’de teleskopla gökyüzü gözlemleri yapmaya başlayarak modern gökbilimin temellerini attı.
Alexander Graham Bell (1847-1922); 40 yaşına geldiğinde dünya tarihini değiştirecek bir icadı keşfetti, telefon!
Wright Kardeşler (Wilbur Wright – 1867-1912, Orville Wright – 1871-1948); 1903’te ilk kontrollü motorlu uçuşu gerçekleştirdiler.
Ve Mahatma Gandhi (1869-1948); 40 yaşında, pasif direniş felsefesini benimseyerek Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesine önderlik etmeye başladı.
Yazarlık derslerimizde (bilenler bilir) Newton üzerinde daha ayrıntılı bir şekilde dururum.
1661’de Cambridge Üniversitesi’ne kabul edilen Isaac Newton, 1665’te okul hıyarcıklı veba salgını nedeniyle geçici olarak kapanınca, Lincolnshire’daki evine döndü ve tam iki yıl boyunca tefekküre ve ilmin derinliğine sığındı.
İşte tam bu zamanları kendi ifadesiyle, “icat yapmak için çağımın en iyisi” olarak niteleyecekti. Ve meşhur elmanın neden yere düştüğünü fark ediş.
Isaac Newton (1643-1727); 40 yaşına geldiğinde, ünlü eseri “Mathematical Principles of Natural Philosophy” (Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri) yayınlandı. Yerçekimi kanununu ve diferansiyel hesabı geliştirdi.
Ve tabii bizim için en önemli örnek; Fahr-i Kainat (SAV), Hz. Cebrail ile tanıştığında tam kırkındaydı!
Hemen konumuza dönelim…
Savaş, esaret ve vatana gelişten sonraki işgal altında ezilip duran İstanbul, Bediüzzaman’ın ufkunda ve ruhunda bambaşka vadilere yollar açmıştı.
Kendisi bu eşiği hayatının yeni bir faza geçmesi olarak görüyordu.
Öyle ki, eserleri yazma tekniği ve yöntemini de tamamen değiştirecekti.
Bu tarihten sonraki eserlerinin tamamı herhangi bir araştırma, kesbi bir çaba ile değil, tamamen vehbi bir kaynağın başında oturarak oradan damıttıklarını yazıya dökmekten ibaret olacaktı.
Ruhundaki bu değişimi en iyi anlatan eserlerinden biri de İhtiyarlar Risalesi’dir. Çünkü tam da bu dönemde kaleme almıştır.
Kendisi henüz 40 yaşına girmişti ama ihtiyarlığı tüm hücrelerinde hissediyordu. 26. Lem’a’nın On Üçüncü Rica’sı muhteşemdir. Hazret-i Bediüzzaman hem yeni dönemin kodlarını verir hem de hayatın ilk döneminde ya da fazında biriktirdiklerini artık eserlerine bir sanat imbiğinden geçirerek aktarır.
Girişindeki ikaz da okurunu bu yeni terminoloji ve retoriğine hazırlamak içindir:
“Bu Ricada, sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak; usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum.”
Ve sonra değişimin kodlarını verir Pir-i mugan:
“Harb-i Umumîde Rusun esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da, iki üç sene Dârü’l-Hikmette, hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra, Kur’ân-ı Hakîmin irşadıyla ve Gavs-ı Âzamın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla, İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şâşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.
Her şeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum.”
Ve -enteresandır- eserlerinde bu değişimin kodlarına dair epey ayrıntı da vermiştir Nursi:
Mesela 17. Söz’ün İkinci Makamı…
“Kalbe Farisi olarak tahattur eden bir Münacat.
(Bundan yirmibeş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız, istihare edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmiüçüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.)
Birinci Levha
[Ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder levhadır.]
Beni dünyaya çağırma Ona geldim fena gördüm.
Dema gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudat Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen onu giydim Ah ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım Azab ender azab gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu Bekayı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal, nefs-i zeval oldu Devayı ayn-ı dâ’ gördüm.
Bu envâr, zulümat oldu Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar, na’y-ı mevt oldu Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet, ayn-ı elem oldu Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum Ah! Firakta çok elem gördüm.” (Sözler, s219)
Çok enteresan değil mi hakikaten? Daha ilginci ise bu iç muhasebeyi artık yeni dönem diskuruyla dualite kullanarak yapmasıdır. Zira bir de simetrisi vardır meselenin. (Kendime not, Bediüzzaman ve simetri kullanımı konusuna da kafa yormak lazım)
“İkinci Levha
[Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder levhadır.]
Dema gaflet zeval buldu Ve nur-u Hak ayân gördüm.
Vücud, bürhan-ı Zât oldu Hayat, mir’at-ı Hak’tır gör.
Akıl, miftah-ı kenz oldu Fena, bab-ı bekadır gör.
Kemalin lem’ası söndü Fakat, şems-i Cemal var gör.
Zeval, ayn-ı visal oldu Elem, ayn-ı lezzettir gör.
Ömür nefs-i amel oldu Ebed ayn-ı ömürdür gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu Bu mevtte hak hayat var gör.
Bütün eşya enis oldu Bütün asvat zikirdir gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gına buldum Aczde tam kuvvet var gör.
Eğer Allah’ı buldunsa Bütün eşya senindir gör.
Eğer Mâlik-i Mülk’e memluk isen Onun mülkü senindir gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen: Bilâ-addin beladır gör,
Bilâ-haddin azabdır tad, Bilâ-gayet ağırdır gör.
Eğer hakikî abd-i hudabin isen Hududsuz bir safadır gör,
Hesabsız bir sevab var tad Nihayetsiz saadet gör…”
Bir de enteresan ayrıntı daha iliştireyim şuraya.
Bediüzzaman, henüz yeni yeni alıştırmasını yaptığı hayatının bu yeni dönemiyle ilgili iç sesini kalemine de yansıtmıştır. Sözgelimi, bu Farsça çağrışımın nedenselliğini de şöyle izah eder:
“Yirmibeş sene evvel Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (K.S.) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat!. Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı…”
Şu üç satırlık cümle için inanın kitap yazılsa hakkıdır!
“Şeyhi Geylani, üstadım, nazma istidadım yok” vs…
Esarette keşfettiği bir tefekkür modeliydi insanlardan kaçıp, uzlet haline geçmek. Bediüzzaman’ın bu yeni alışkanlığını 3. kez (aslında 2) geldiği İstanbul’da kısa sürede uygulamaya geçirdiğini görecektik.
Burayı alıntılarla doldurup hem yazıyı karmaşıklaştırmak hem de uzatmak istemediğim için bu anlattıklarımın çok şahane bir pratiği olarak 26. Lem’a, Onuncu Rica’yı hemen okumanızı tavsiye ederim.
Bediüzzaman’ın birazdan bahsedeceğim, hayatının birinci evresindeki birikimleri nasıl pratize ettiğinin harika bir misalidir!
Biraz önce, esarette keşfettiği dedik ama, yukarıda örneklerini alıntıladığımız mühim şahsiyetlerin hayatına bakacak olursak, bunu ilk keşfeden ya da şuursuzca da olsa pratiğe aktaran eden Bediüzzaman da değildir.
Modern sosyoloji ve leksikoloji bunun algoritmasını çıkarabilecek kadar disipline de etmiş. Ve hatta isim bile vermiştir.
Bugünkü yazı da çok uzadı, müsaade ederseniz, bu bilimsel olayın açıklamasını ve örneklerini bir sonraki yazıda ele alarak, Yeni Said döneminin kodlarını çözmeye devam edelim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***