Bediüzzaman Ankara’da (4)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“İzmir müttefiklerce işgal edilmeliydi.
Tecrübesiz bir Albay komutasındaki Yunan kuvvetleri,
bitmiş bir ülkeye tekrar hayat verdi!”
(Barış Konferansı Soruşturma Raporu’ndan)
Bir düzeltme ile başlamak istiyorum. Aslında düzeltme de değil, daha önce tahmin üzerine yazdığımız bir tarihin kesinliği hakkında bir belge buldum.
TBMM 1 ve 2. dönem “Karahisarişarki” mebusu Ali Sururi Efendi günlüğünün 9 Teşrinisani 1338 (9 Kasım 1922) tarihli sayfasına şöyle yazıyor:
“İki gün evvel [7 Teşrînisânî 1338 / 7 Kasım 1922] Ankara’ya gelmiş olan Bedîüzzamân Saîd-i Kürdî Efendi sâmiîn locasında idi. Vilâyât-i Şarkıyye meb’uslarından ba‘zısının takrîri üzerine Meclis alkışlarla müşârü’n-ileyhe beyân-ı hôş-âmedî etdi. Kendisi de locada ayağa kalkarak ta‘zîmâtla ve birkaç kerre selâm vermek sûretiyle teşekkürde bulundu.”
Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi bazı tarihçe kitaplarında Bediüzzaman’ın Meclis’e gelme tarihi 22 Kasım 1922 olarak yazılmış ve biz bunun yaşanan bir olayın gazete haberine bakarak değerlendirilmesinden kaynaklanabileceğini belirtmiştik. Olay ve bu olayın duyurulması iletişim imkanlarıyla alakalı bir durum. Tarih ilerledikçe olaylar zaman uzamı itibarıyla habere yaklaşıyor.
Şöyle bir örnekle izah edebiliriz. 19. Yüzyılın sonlarında bir haberin gazetelere yansıması günleri buluyordu. 20. Yüzyılın ortalarına kadar bu süre oldukça kısaldı. Ancak bu sefer bu yansımanın okura ulaşması problemi vardı. Basılan bir gazete ülkenin bazı yerlerine günler sonra gidebiliyordu. Bugün ise durum çok daha farklı. Özellikle sosyal medyada bir haberin eskimesi saniyeleri buluyor. Bu farkı fark etmeyen okur, tarihi olaylara da böyle baktığı için bu tür karışıklıklar ortaya çıkabiliyor.
Ali Sururi Efendi tarihten çok daha önemli bir bilgiyi daha veriyor günlüğünde:
“Bil’âhare Riyâset Odasında görüştük… 324’de [1908-1909’da] gördüğüm Saîd-i Kürdî hiç değişmemiş ve ihtiyarlamamış!.. Fakat rûhen hasta olduğu hem meşhûd, hem mervî.. Hattâ tedkīkāt ve te’lîfât-ı İslâmiyye a‘zâlığı teklif olunmuş ise de hastalığından bahisle i‘tizâr etmiş. Yine, kâ’l-evvel[evvelki gibi] millî elbisesiyle geziyor.”
Detaylara bakıldığında oldukça inandırıcı bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz. Buradan bir gerçeği daha belgelemiş oluyoruz. Demek ki, “Diyânet Riyâseti Dâiresinde, Dârü’l-Hikmet a‘zâlarıyle berâber, eski vazîfemle memnûn etmek” teklifi Ankara’ya geldiği ilk iki-üç gün içerisinde yapılmış.
Önemli bir ayrıntıyı netleştirdikten sonra kaldığımız yerden devam edebiliriz…
“Yapmamamız gereken bir şey var ki bu bizim politikamızın bir gereğidir, hilafet meselesine doğrudan dokunmamalıyız. Hilafet elbette bizi endişelendirecek. Fakat bu kararı etkilemek için görünürde hiçbir adım atmamalıyız.” Stephen Thomas Cox, (Durham Üniversitesi) hazırladığı doktora tezinin 270. sayfasında, bunları Lozan Konferansı İngiliz heyet başkanı George Nathaniel Marquess Curzon of Kedleston, bilinen adıyla Lord Curzon’un söylediğini yazar.
Dagobert Von Mikusch “Asya ve Avrupa arasında Mustafa Kemal’in biyografisi” isimli enteresan kitabında (1931) İngiliz ve Fransızların yaptığı tarihi bir hatadan bahseder. Benzer bir iddiayı yine bir doktora çalışmasında (Eleftheria Daleziou’nun İngiltere ve Yunan-Türk Savaşı (1919-1923)) görüyoruz. Daleziou, İngiliz istihbarat subayı Yarbay Smith’in 13 Mayıs 1919 tarihli bir raporundan alıntı yapıyor: “Eğer Yunanlar tarafından bir işgal yapılacaksa bu, ancak, her şeyden önce, Fransız veya İngiliz kuvvetleri tarafından bölgenin kontrolü ve polisliğinin üstlenilmesi ile yönetimin kontrol altına alınması ve daha sonra geri çekilen birliklerin yerini aşamalı olarak Yunan birliklerine devretmesiyle gerçekleştirilebilir.” (s100-104) Çok akıllıca bir hamledir aslında teklif edilen. Böylelikle doğrudan bir Türk-Yunan çatışmasının önüne geçilecektir. Fakat bu yapılmadı ve böylece İzmir’deki Yunan varlığı işgal kuvvetleri açısından son derece elverişsiz şartlar altında başlayıp Anadolu’da bir Türk direnişi oluşmasına sebep oldu. Mikusch diyor ki, “Yunanların bu işgaliyle bütün Türkiye ayağa kalktı: “Başka milletlere katlanabilirdik ama Yunanlara asla.” Mustafa Kemal’in bir kurtarıcı olmasını sağlayan şeyin, İngilizlerin yaptığı bu yanlış hareket olduğunda şüphe yoktur. İzmir gerçekten İngiliz veya Fransız birlikleri tarafından işgal edilmiş olsaydı Mustafa Kemal asla böyle bir etkiye sahip olamayacaktı. Şimdi ise yalnızca kabaran öfke dalgalarını güçlü bir ırmağın kanalına yönlendirmesi yeterliydi…” (s195)
Bir başka araştırmacı Howard Morley Sachar’ın tespitleri çok çarpıcı: “Türkler, güçlü ve muzaffer bir İngiliz ordusunun yasadışı işgaline bile dayanabilirdi ama eski bir tebaa olan Yunanlar tarafından yapılan işgal, neredeyse kabul edilemez bir rezaletti. Yunan istilası, İstanbul’un her yerinde kitlesel gösteriler ve ayaklanmalar meydana getirdi. İzmir işgali, düşman süngü çemberi içinde yarı koma halindeki harap, morali bozuk bir milleti öfkeli bir uyanıklık durumuna sokmuştu.” (Ortadoğu’nun ortaya çıkışı, s318)
Ardından, Anadolu’yu Ruslarla paylaşmak istemeyen İngilizlerin; İtalya ve Fransa’yı tamamen bölgeden uzaklaştırarak Rus yayılmacılığına karşı önlem adına Ermenistan, Türkiye, İstanbul ve Boğazlar boyunca bölge üzerinde bir Amerikan mandası teklif etmesi ve ABD’nin bu ballı kaymaklı teklife, nazlanarak “biraz düşünelim” demesi neticesinde Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak sulh antlaşmasının imzalanması epey (6 ay kadar) gecikmişti… Bu süre Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da gerçek bir milli direniş oluşturabilmesi ve İstanbul Hükûmetini devirebilmesi için tam da ihtiyacı olan süreydi.
Lord Kinross Mustafa Kemal’i anlattığı biyografisinde şöyle yazar “Curzon’un öteden beri sezdiği gibi Mustafa Kemal’in tam da bu kadar bir süreye ihtiyacı vardı.” (Atatürk, s233)
Mustafa Kemal’in zihnindeki gelecek tasavvuru hakkındaki en kesin veri şüphesiz Lozan’a yolladığı heyetti. İlk Meclis’te oldukça popüler davranıp halkın sevdiği dini liderleri, savaş gazilerini davet eden Kemal Paşa, Lozan’a bambaşka bir heyet yollayacaktı.
Lozan süreci tabiri caizse at izinin it izine karıştığı, bir yandan gizli ajandaların ortaya döküldüğü, diğer yandan fırsatçıların vatan kahramanı olarak çalım sattığı bir acaibü’l garaib dönemdir. Bu sürecin doğrudan ülkemizi etkilemesi gayet tabii olduğu kadar Bediüzzaman Said Nursi’nin bireysel menkıbesini de etkiler. Hatta kırılma noktalarından birini teşkil eder.
Öte yandan; Bediüzzaman’ın epeyce direndikten sonra Ankara’ya gidişinin sebeplerini gerek kendi anlatımı gerekse bugün; epey uzak mesafeden bakacağımız külli bir bakışla daha iyi anlamak mümkün.
Ancak bir nokta var ki, hep gözden kaçar.
Evet, Bediüzzaman’ın Ankara’ya çağrılma sebebi halk üzerinde büyüt itibarı ve tesiri olan bir din aliminden yeni hükümetin kendisinden istifade edeceğini düşünmesi olabilir. Ancak Bediüzzaman’ın da mülahazası vardır: Dönüştürebilme ihtimali.
Okuyunca daha iyi anlaşılacak:
“Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler.
Gittim.
Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.
“Bizimle çalış” dediler.
Dedim: “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.”
Evet ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim.
Çünki an’anat-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu.
Evet ben, Ankara reislerinde, hususan reisicumhurda bir deha hissettim ve dedim: “Bu dehayı kuşkulandırmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.”
Onun için, ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. Onüç seneden beri siyasetten çekildim; hattâ bu yirmi bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin.” (Tarihçe-i Hayat, s219/220)
İnanılmaz dikkatli bir dil kullanan (İslam yerine an’anat diyor mesela) Bediüzzaman’ın ne kadar haklı çıktığını tarih ortaya koyarken, kendisinin de orada verdiği söze hep sadık kaldığını bilmek lazım.
Alıntıladığımız kısmı, biraz sadeleştirip özüne bakacak olursak -ki hiç de birbirimizi kandırmaya gerek yok- Mustafa Kemal (doğal olarak) hayalini kurduğu ülkeyi inşa etmek için manevi yönden de kullanabileceği, inançlı ve halkın kıymet verdiği figürlere ihtiyacı vardır. Bunu başka nereden anlıyoruz; ilk meclisin profilinden… Bununla beraber, Anadolu’da hükümetin tanıtımını, övgüsünü ve savunmasını yapacak isim olarak Şeyh Sinüsi ismi üzerinde yoğunlaşılmışken, onun Türkçe bilmemesi önemli bir handikap sayıldığı için Said Nursi’nin cihan harbi gazisi ve Hutuvat-ı Sitte gibi herkesin cesaret edemeyeceği bir eser kaleme alması onu ön plana çıkarıyor. Eh bir de Abdülhamid ile anlaşamayıp tımarhaneye tıkılmaya çalışılmış olması da cabası. Afyon hapsi mektuplarından birinde Atatürk’ün kendisi için “Bu kahraman hoca bize lazımdır” dediğini de aktarıyor hatta. (Şualar, s565)
Bununla beraber Bediüzzaman Hazretleri’nin de bir planı var.
O da ülkenin ve Allah’ın dininin gidişatını görüyor. Bunun eğitimle düzeltilebileceğine olan inancını yitirmeye bile başlamış. Saray’dan umut tamamen kesilmiş. Ankara merkezi hükümeti cumhuriyet ve demokrasi üzerine yoğunlaşmış ama kafalar karışık. Misal Lozan’da talep edilen pek çok madde ülkenin manevi dinamiklerini dinamitleyecek nitelikte. Belki bu anlayışı bir nebze de olsa değiştirebileceğine ve belki de artık umudunu kesmeye başladığı eğitim projelerini tekrar hayata geçirebileceğine dair bir umut taşıyor. Ve en önemlisi ise: Kemal Paşa’nın askeri dehasını görüyor, kabulleniyor ve en büyük endişesi bu dehanın dine karşı bir pozisyon alması. İşte ülkenin manevi yönden karşılaşabileceği en büyük tehlikenin bu olduğuna inanıyor.
Eh; Allah selamet versin ülkedeki sair din adamları, tarikatlar vesaire Kemal Paşa’nın o pozisyona itilmesi için ellerinden geleni de yapıyorlar açıkçası!
Ankara Dönemini daha iyi anlayabilmek için Lozan sürecine genel hatlarıyla bakmak lazım elbette.
Lozan’a giriş yaptığımızı unutmadım… Bıraktığımız yerden devam edebilme ümidiyle…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***