YORUM | AHMET KURUCAN
Telefonu kapatalı tam 5 gün oldu ve ben 5 günden beri görüntülü olarak gerçekleştirdiğimiz konuşmamızda geçen bir manzaranın tesirinden kurtulamadım. Aklımdan hiç çıkmıyor. Şu satırları kaleme aldığım anda olduğu gibi hafızam beni yer yer o konuşmaya, o görüntülere götürüyor ve gözlerimden yaşlar süzülüyor. “İman ve imanın tezahürü bu olsa gerek” diyorum içten içe.
Süreçte bedel ödemiş birisi. Yıllarca emsali binlerce insan gibi insanlığa hizmet, Müslümanlığa hizmet, kendi insanımıza ve ülkemize hizmet diye inandığı esaslar ve nice fedakarlıkta bulunduğu değerler uğruna hapis yatmış. 70’li yaşlarda şu an. 1980’li yıllarda lise mezunu iken tanışmıştım kendisi ile. 80’li yılların sonunda onun memleketine 20 km yakınlıkta bir ilçeye vaiz oldum ve küllenen münasebetimiz yeniden alevlendi. Nice birlikteliklerimiz oldu kendisi ile. Seyahatler yaptık onun da bulunduğu arkadaşlarımızla, ağabeylerimizle. Evlendim, ailelerimiz tanıştılar ve kaynaştılar. Çocuklarımız arkadaş oldular. Süreç öncesi Türkiye’ye gidişlerimizde ziyaret yaptığımız aileler arasında onlar da vardı.
Yıl 2023. Evet 23 yıldan beri aramızda kocaman bir Atlas okyanusu olmasına ve 10 bin km’lik bir mesafe bizi ayırmasına rağmen bu ayrılıkta hiç gayrılık olmadı. Teknoloji sağ olsun. Telefon görüşmelerimiz haftalık hayatımızın bir parçası.
Yeter sanırım. İsmini vermediğim o dostum şimdi hastalığa prim vermeyen ya da vermek istemeyen bir hasta. Bedeni 70 yaşında ama ruhu genç. Cıvıl cıvıl hareketli. “Bıraksan dünyayı fethedecek” derler ya, inanın bu inanç, bu azim ve bu gayret içinde. Ben ise ona “hastalığa prim ver” diyorum. “Doktorunun dediğini yap” diyorum. Artık yapıyor sağ olsun. Derdi verenin dermanını da verdiğinin inancı içinde, bulunan dermanları uygulamaya duruyor.
Ama doktoru “namazında secde etme” diyormuş. İşte burası filmin koptuğu yer. Yeme içme konusundaki tavsiyelere tamam. Ev içinde bedeni eksersizler; o da tamam. İlaçları zamanında kullanma; zaten yengem yeter ona. Namazı ise sandalyede kılma; işte bu olmadı. Neden? Çünkü secdeye gidememe var sandalyede kılınan namazda. Alnını secdeye koyamama var. Secdede kendisini sıfırlayıp, başı ile ayaklarını birleştirerek içinden gele gele Rabbe yalvaramama var. Tabiri caizse ona sarılamama, kokusunu duya duya, o halin verdiği hazla doya doya zaman geçirememe var. “İşte bu olmadı Doktor Bey, olmadı.” İyi de hastalığın durumu bunu gerektiriyorsa… Ya da doktor bu hazzı hayatında bir kez bile tatmadıysa.
Bana o görüntülü konuşmamızda bunu sordu. Secde edememenin ıstırabını öylesine gönülden yaşıyordu ki ses tonundan bunu anlayabilirdiniz. Zaten fazla dayanamadı, ıstırabını anlatan kelimelere gözyaşları eşlik etmeye başladı ve kendince bulduğu çözüm alternatifini sundu. “Yüksek bir sehpa koysam önüme ve secdeye sıra gelince o sehpaya secde etsem” dedi. Ben de olur dedim hemen. Nasıl sevindi bir bilseniz. Şu yazıyı okuyan herkesin o manzarayı görmesini isterdim.
Ne var ki bunda? Fıkhın şekilciliği var. “İyi ama fıkıh zaten şekil demek değil mi?” diyebilirsiniz. Evet, fıkıh şekli esas alır ama o şekil içinde ruh da vardır, mana da vardır, maneviyat da vardır. Ama zaman içerisinde bizim uygulamalarımız bağlamında o ruh, o mana, o maneviyat kaybolmuş ve geride sadece şekil kalmış. “Kültür Müslümanlığı” der ya Hocaefendi, işte bu o. Zira fıkıh kitaplarında oturarak namaz kılanlar için rükûda başını yere doğru salacak, secdede biraz daha aşağıya doğru eğecek ama önüne bir şey koymayacaksın deniyor, kabul görmüş içtihatta. İşte bundan dolayı tereddüt yaşamış, sehpaya secde edersem namazım kabul olmazsa endişesi içine girmiş.
Evet cevabını aldıktan sonra ağlaya ağlaya devam etti konuşmaya. O koca adam adeta bir çocuk olmuştu karşımda. Sevincinden ağlıyordu. Titrek seslerle “Beni ne kadar rahatlattın bilemezsin” dedi. “Bir eksiklik hissediyordum hayatımda, şimdi o tamamlandı” dedi. Duanın bini bir para, ne dualar ne dualar etti. Ve ben dayanamadım o manzaraya, dayanamazdım da. 2 dakika daha konuşmaya devam etse kendimi tutamazdım. Kalbim parçalanmıştı çünkü. “Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır” hadisi beynimin labirentleri arasında dönüp duruyordu. Kalbime bir mızrak gibi saplanıyordu bu hadis ve o manzara. Sözü değiştirmek en güzeliydi o an itibariyle. “Tamam Ağabey” dedim ve size garip gelebilir Türk Halk Müziğinden “Pınar başı burma burma yar yar” türküsünü söylemeye durdum. Aklıma ilk o geldi. Birlikte söyledik. Türküyü yarıda kesip “Seher vakti bülbüller, ne de güzel öterler” ilahisine geçtim. Onu da birlikte söyledik. Ardından “Ağabey bak, hem fetva verdim, hem türkü hem de ilahi söyledim, artık yeter biz Cuma namazı kılacağız” dedim ve kapattım.
Yaşadığım hadise bu ve beni 5 günden beri hatta yazı konusu yapacak kadar etkilemesinin sebebi, secde. Şöyle düşünüyorum, demek ki kulun Allah’a en yakın olduğu anın mekanı olan secdede o anı yakalamış ki yine aynı arayış içinde o Ağabey.
Şimdi soruyu kendimize sormak zamanı geldi; acaba bizim ibadet hayatımızda da böyle secdeler var mı? Secde edememe bizi de bu ölçü de dilgir ve dağidâr yapar mı? Muhasebe ve murakabemize yardımcı olur umarım bu sorular.
Şu yaşıma kadar namaz hassasiyeti olan az sayıda insan tanıdım. Tanıdıklarımın bazısı mektepli bazıları da alaylı. Bu Ağabeyi zihnimdeki alaylılar listesine koydum ve başımın üzerine ref eyledim. Duam o ki Allah da Şafii ismiyle tecelli etsin ve onun secdede yaptığı dualarını kabul buyursun, bizlere de öylesi secdeler yapmayı nasip ve müyesser eylesin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***