Kadınlar kendilerini insan yerine koymayan yöneticilerinize, kadınları katletmekle övünen katillerinize, kadınlara “had bildirmeyi” görev sayan akıl hocalarınıza bütün güçleriyle saldırsalar dahi bu saldırı, sizinkiyle bir olmayacak.
Tanrı, 14 yaşında bir kız çocuğuyla konuşur mu? Seks kölesi olarak alınıp satılan bir kadın, bir devrim lideri olabilir mi? Ev içi şiddet bir anda %60 azalır mı? Ya da erkeklerin, kadınlardan korktukları bir dünya mümkün mü? Amazon Prime yapımı ‘The Power’, bize bu soruların cevabının evet olduğu bir dünyayı anlatıyor.
Dizi, Naomi Alderman’ın, Türkçeye ‘Güç’ olarak çevrilen, 2017 Baileys Kadınlar Kurgu Ödüllü bilimkurgu romanı The Power’dan uyarlanmış. Henüz 9 bölümlük ilk sezonu yayınlanan dizi, genç kızların vücutlarından elektrik çıkarmaya başladığı ve bu elektriği kullanabildikleri bir feminist ütopya. Öncelikle şunu belirteyim, kitabı henüz okumadım, yorumlarımı diziye dayanarak yapacağım. Dizinin ikinci sezonu muhtemelen 2024’ün ilk yarısında geleceği için bu yazıyı yazmayı ertelemek istemedim; dizi final yapınca belki tekrar konuşuruz.
Dizide, seneler boyunca erkekler tarafından çeşitli şekillerde şiddete uğrayan kadın bedeni evrimleşerek yeni bir organ üretiyor. Bu organ, vücudun elektrik akımı verebilmesini sağlıyor. 12-19 yaş arası genç kızlarda ortaya çıkan bu yetenek, dünya düzenini tamamen değiştirecek gibi duruyor. Dizi de bu değişimin boyutlarını ve ataerkil dünyanın bu değişime tepkilerini ele alıyor.
Dizinin içeriğine geçmeden önce Twitter’da (pardon X’te) gördüğüm bir diyalogdan bahsetmek istiyorum. Margaret Atwood’un popüler klasiği Damızlık Kızın Öyküsü hakkında yazılan şu ifadeleri paylaşayım önce: “Damızlık Kızın Öyküsü, katı dinsel ideolojik otoriter erkekler topluma hükmettiğinde Amerika’nın nasıl bir yer olacağını anlatıyor. Aynı derecede ideolojik olarak katı otoriter radfeminizm tarafından hükmedilen toplumumuzu anlatan, karşılaştırılabilir, aynı derecede iyi yazılmış bir romana ihtiyacımız var.”
Radikal feminizmi “katı dinsel ideolojik otoriter erkek ideolojisiyle” bir tutan bu yoruma, Atwood’un cevabı “Naomi Alderman’ın Güç’ünü deneyin” oluyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Her ne kadar Atwood, dünyanın bir yerlerinde yaşanmış ya da yaşanan kadın sömürülerinden hareketle yazdığını belirttiği Damızlık Kızın Öyküsü’nde kadınların durumunu muhteşem şekilde kurguya aktarmış olsa da kadınların bunca sömürüden kurtulmak için “güçlerini” kullandıkları bu kurguyu “otoriter” olarak niteleyerek asla eşitlenemeyecek iki şeyi; sömürenle sömürülenin şiddetini bir tutuyor ve büyük bir liberal yanlışa düşüyor.
‘BİZİM GİBİ KIZLAR İÇİN BİR TANRI HİÇ OLMADI’
Dizi başından itibaren çok güçlü bir kurguyla, çok sağlam karakterlerle ilerliyor. Tabii bunda uyarlandığı kitabın da etkisi olduğunu sanıyorum.
Dizide birkaç farklı ülkeden karakterlerle, dünyada yaşanan bu yeni dönemin etkilerini hem bireysel hem toplumsal ölçekte izliyoruz. Amerika’da 14 yaşında siyahi, yetim ve öksüz bir kız çocuğu, koruyucu ailesindeki baba tarafından cinsel saldırıya maruz kalıyor ve yeni edindiği bu “elektrik” gücünü kullanarak adamı öldürüp kaçıyor. Tüm bunlar, kafasında bir kadın sesi duymasıyla başlıyor: Tanrının sesi. “Tanrı bir anneymiş, hepimizin annesi.” Tanrı bu zamana kadar yalnızca orta yaşlı erkeklerle konuştu, en azından tek tanrılı dinlerde böyle: “Bizim gibi kızlar için bir tanrı hiç olmadı.” 14 yaşında bir genç kızın içinde tanrının sesini duyması kadar sistemi değiştirici güçte ne var?
Diğer yanda kadın bir belediye başkanının, erkek sistem içinde ayakta kalma savaşını izliyoruz. Üstelik ergen oğlu, internetteki kadın düşmanı fenomenlerden birini takip ederek kendisine düşman olmuşken.
Bir diğer karakter, henüz reşit olmayan bir genç kızken olimpiyatlarda yarışmak üzere hazırlanan, başarılı bir jimnastikçi: Tatiana. Doğu Avrupa ülkelerinden birinde, üstelik fakir ve kendine bakamayan bir ailenin elinde “altın doğuran tavuk” muamelesi gören bu kız, dönemin Maliye Bakanının ilgisini çekince olimpiyat kariyerine veda edip kendisinden en az 20 yaş büyük bu adamla evleniyor. Geri kalan hayatında bu tiksindiği adamın tecavüzüne maruz kalacak; ama adam devlet başkanı olunca bu tecavüzler “sarayda” yaşanacak.
Tatiana’nın kız kardeşi, kendisi kadar “şanslı” değil. Fakir ve şiddet dolu ailenin elinden kaçarken seks kölesi ticaretinin kurbanı oluyor ve yıllar boyunca o ülkeden bu ülkeye alınıp satılıyor. Zoia, bir genç kızın kendisine aktardığı “elektrik” gücü sayesinde kendi gibi seks kölesi arkadaşlarıyla birlikte kaçarak bir örgüt kuruyor. Seks kölesi, üstelik hamile bir kadının liderlik ettiği feminist bir örgüt! Bu öfkenin dönüşebileceği şeyi hayal edebiliyor musunuz?
‘GÜÇ’Ü PAYLAŞMAK, GÜCÜ ÇOĞALTMAK
Bu elektrik yayan organın 12-19 yaş arası kızlarda ortaya çıktığını söylemiştim. Ancak bu güç, kadınlara aktarılabiliyor ve bence kurgudaki en önemli noktada bu. Genç kızlar, birbirlerini, annelerini, başka kadınları güçlendirmek için el ele tutuşuyorlar. Kadınların birbirlerine güç verdikleri bir dünya ne kadar ütopik, değil mi?
Belli ki birilerine göre değil. Atwood’un “Güç”ü “otoriter radikal feminist distopya” örneği olarak gösterdiğini söylemiştim. Dizide de erkeklerin, kadınların bir anda böyle güçlenmesinden nasıl rahatsız olduklarını; gücün “yozlaştırıcı” bir şey olduğu alt metninin ara ara karşımıza çıktığını görüyoruz. Kadın düşmanı erkekler, “aile düzeni yok oluyor, kadınlar yerlerini bilmiyor, toplum düzeni bozuluyor” diyerek mevcut güçlerini korumaya çalışırken kadınların örgütlenmesi, parmak uçlarındaki gücü kullanmaya başlaması, kendilerine tehdit olan erkekleri “elektriklemesi” neredeyse bir trajedi gibi ele alınmaya başlanıyor.
“Şu sürtüklere hadlerini bildirin” diyen erkekler ne kadar tanıdık, değil mi? Kadınlar bir arada, örgütlü davranmaya başlayıp itaat etmeyi reddettiklerinde bu lafları duymaya alışkınız; illa parmaklarımızdan elektrik çıkmasına gerek yok. Ancak dizide, Zoia’nın kadınlardan oluşan örgütü, devletin ordusunun saldırısına karşı koyup askerleri öldürünce, dizinin bir diğer ana karakteri Nijeryalı erkek gazetecinin hayalkırıklığını görüyoruz. Oysa o, kadınların dünyaya barışı getireceğini sanmıştı. Riyad’daki isyanları haberleştirirken kadınların yeni bir dünya kurmasının aslında ne kadar gerekli olduğunu görmüş, buradaki umudu fark etmişti. Şimdi nasıl bu mücadele yine öldürmeyle sonuçlanabilirdi?
İşte kurgunun da, Atwood’un da yanılgıya düştüğü yer burası bence. Bize zarar veren erkeklere zarar vermemizin, bizi onlarla eşit derecede zorba/otoriter/şiddet yanlısı/sömürücü vs. yapacağı fikri, ataerkinin kadınları sindiren ideolojisinin bir ürünü. Zoia, senelerce seks kölesi olarak ülkeden ülkeye satılırken buna karşı çıkması, elindeki gücü kullanarak direnmesi, kendisini insan yerine koymayanlara karşı şiddet uygulaması olsa olsa devrimci bir eylem olur. Nitekim gazetecimiz Zoia’yla röportaj yaparken ona, “sesinizi dünyaya duyurmak istiyorum” deyince Zoia, “Senin gibi erkekler, ellerimden elektrik çıkmıyorken neredeydiler?” diye sorar. Feminizm güçlenmeye başlayınca kendine hareket içinde yer açmaya çalışan kariyerist erkeklere verilecek güzel bir cevap bence.
‘KADINLAR İKİYE AYRILIR’
Dizinin konuşulacak çok yanı var; ikinci sezon gelirse bir devam yazısında belki bunları da konuşuruz. Ancak gelin bu “güç” hikâyesini güncel Türkiye’yle beraber okuyalım. Bu yazıyı yazdığım sırada, seneler önce yaşanan ülkenin en korkunç kadın cinayetlerinden Münevver karabulut cinayeti yeniden sosyal medyada konuşulmaya başlandı.
Cem Garipoğlu ve ailesinin onlarca şaibeyle kapanan davası, Münevver’in parçalara ayrılmış cesedine rağmen kadınların lehine dönmedi. Hâlâ bir şekilde adamı, aileyi aklamaya çalışanlar var. Hatta konuyla ilgili “şakalar” artık anaakımlaştı, kadınlara sosyal medyada varil ya da valiz fotoğrafı atarak tehdit etmek neredeyse gündelik bir olay halini aldı. Tüm bunlar olurken Yunus Yıldırım adında bir adam, sosyal medya fenomeni eşi Merve Veziroğlu Yıldırım’ı 32 yerinden bıçaklayarak hastanelik etti, kadın şu anda yoğun bakımda.
Sözüm erkeklere: Kadınlar kendilerini insan yerine koymayan yöneticilerinize, her gün türlü aşağılamalarla kadın nefreti kusan “fenomenlerinize”, kadınları katlettikleri yetmiyormuş gibi bununla övünen katillerinize, kadınlara “had bildirmeyi” görev sayan akıl hocalarınıza bütün güçleriyle saldırsalar dahi bu saldırı, sizinkiyle bir olmayacak. İyi niyetlilerinizin bile yaşadığımız dünyanın bize nasıl bir yük olduğunu anlayabilmesi mümkün değil.
Bir diğer sözüm de Margaret Atwood özelinde tüm kadınlara: Hayır kız kardeşlerim, bu dünya tamamen ters yüz olsa dahi aradan yüz yıllar geçmeden, elimizdeki gücün ataerkil iktidarla eşit olması mümkün değil. Bize yüklenen barışçıl, iyi niyetli, şefkat veren rollerini bir kenara bırakıp önce kendimizi, önce birbirimizi düşünmeye başlamamız gerekiyor. Parmak uçlarımızdaki gücü birbirimize verirken “aman kimsenin canını yakmayayım” diye düşünmek bizi bir yere götürmeyecek. Çünkü hiçbir iktidar sahibi, tatlı dille iktidarından vazgeçmeyecek. Dünyayı yakacak güç parmak uçlarımızda, hepsi bir kıvılcıma bakar.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***