Esrarlı bir teras: Yuşa Tepesi (11)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi.
Kâh inerim yeryüzüne seyreder alem beni.”
(Seyyid Nesimi)
“Söyle bana, ey dost, seni nereye götürmemi istiyorsun?
-Resul’ün şehrine gitmeliyim, nurlu makamı ve kibrit-i ahmer’i bulmaya.”
(ibn Arabi, Kitabu’l-İsra)
J. L. Borges oldukça enteresan çalışması ‘Düşsel Varlıklar Kitabı’nda Amerikan faunasından Wisconsin ve Minnesotalı kerestecilerin korkuları olan bir hayali varlıktan bahseder: Hidebehind.
Hep bir şeylerin ardına saklanan ‘Hidebehind’, kişi ne kadar dönerse dönsün, nereye bakarsa baksın hep insanın arkasında durmayı başaran bir varlıktır.
Hikmet tam da böyle bir şey sanırım, bilgi, çaba, derinleşme… Ne kadar olursa olsun bir noktadan sonra hakikatin hızına ulaşabilecek bir ruhsal ve zihinsel kıvraklık kazanamıyorsanız ne fayda!
Hazreti Bediüzzaman, ilk gençlik yıllarından itibaren fıtraten dışa dönük tüm bakışlarında hep bir tepe açıyı tercih etmiştir.
Bu yazı serisinin başlarında şöyle yazmıştık:
“Hangi şehirde bulunursa bulunsun, mutlaka o beldenin en yüksek yerine geçer, şehri ve insanları temaşa eder, ibretlik çıkarımlar yapar.” (BKNZ)
Kaldığı otellerde illa ki üst katlarda kalmayı ister. Çevredeki dağların zirvesine sıklıkla tırmanır, en azından bir ağacın üzerine çıkar…
Said Nursi, sadece normal bakış açısı olarak değil, ruhani perspektif olarak da hep pilot açıyı tercih eder. Meselelere tabiri caizse yerden epeyce yükselerek bakmayı bir metot olarak benimsemiştir. Çünkü böylece hem geçmişe dönebiliyor hem de geleceğe.
Satranç da öyle değil midir?
Kafanızı masaya ne kadar yaklaştırırsanız, satranç tahtasını o kadar sınırlı görürsünüz. Tüm hamleleri görebilmek için bir miktar uzaklaşmanız gerekir!
Dramada bunun bir ismi de var: “God Eyes”. Tanrı Bakışı olarak nitelendirmiş bu işin teorisyenleri. Ve tüm açıların üzerinde bir bakış olmakla beraber, sadece olayları değil, düşünceleri de bilebilen bir açıdır ve teknik ismi plonje açıdır.
Bediüzzaman’ın hayat hikayesine baktığımızda ilk yıllarından sonra hamle yapması gerektiğine inandığı dönem, yani İlk Said döneminde siyasetin, medyanın tam içinde bulunur. Aslında o dönemin -tabiri caizse- silahı bunlar olduğu için o düzlemdedir. Ve elbette bir amaca matuf olarak girmiştir: Eğitim.
Siyaset ve medyanın eğitime, eğitimin ise imana hizmet edeceğine inanmıştır çünkü.
Fakat öylesi bir karakışta gelmiştir ki, adeta nefes alacak fırsatı bulamaz.
Saray, İttihatçılar, savaş, Rusya, esaret derken klasik yöntemlerinin işe yaramadığını kavrar.
Ve elbette yaş 40’a geldiğinde önce kendi içine döner. Sonra bu bakışı inanca ve hayata çevirir.
O anda gündelik tüm sıkıntılar bir anda küçülür ve sonra kaybolur.
Klasik insan ihtiyaçları onun için artık bir “kalem” olmaktan çıkar. Yemek, içmek, giyinmek… Bunlara harcayacak vakti yoktur!
Kur’an’ın ibretten hikmete uzanma metodolojisi.
Kesin bir şekilde saymadım ama -yanılıyor da olabilirim- Kur’an-ı Kerim’de belki 10 ayetten biri “Efela” sorusuyla başlar ve birbiri peşine bir algoritma sıralar mübarek kitap.
Hemen bir çırpıda akla gelenleri yazayım:
Efelâ yetefekkerun – Tefekkür etmez misiniz?
Efelâ tezekkerun – Düşünmez misiniz?
Efelâ ya’lemun – Bilmez misiniz?
Efela tubsirun – Görmez misiniz??
Efela ya’kilun – Akletmez misiniz?
Efelâ yeşkürun – Şükretmez misiniz ?
Görüldüğü üzere ilahi müfredat çok disiplinli ve sağlam bir bakma, görme, anlama, çözme, ders alma gibi muntazam bir otoban çiziyor.
Filozoflara göre akledilen; nefiste, hakikatin resminin meydana gelmesidir. O halde idrak, bir tecrit etme (soyutlama) işlemidir. Eşya, görülür, duyulur, maddeden soyutlanarak akla doğru yükselir. Akılla tam kavranınca idrak hâsıl olur. Bununla birlikte, mânâlar ve zevkler de idrak edilirler.
Meselenin en derin dehlizlerinde gezinmeden önce iki önemli kavramdan bahsetmek durumundayım: Murâkabe ve Sülûk…
İnsan Ansiklopedisi şöyle diyor: “Sözlükte ‘denetlemek, gözlemek, gözaltında tutmak, kontrol etmek’ gibi mânalara gelen murâkabe tasavvufta mânevî bir hali ifade etmek üzere kullanılmış ve çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Aynı kökten rakīb kelimesi Allah’ın isimlerindendir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın kullarını (en-Nisâ 4/1) ve her şeyi (el-Ahzâb 33/52) gözetim ve denetimi altında tuttuğu belirtilmektedir.” (Enteresandır bu satırların müellifi ile Hızır maddesinin müellifi aynı kişi)
Mutasavvıflar murakabeyi açıklarken yukarıda zikredilen ayetlere ve Hz. Peygamber’in ihsanı, “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir” şeklinde tarif etmesine (Buhârî, “Îmân”, s37; Müslim, “Îmân”, s7) atıfta bulunurlar (Serrâc, s83; Kuşeyrî, s405). Kul zâhir ve bâtınının, dış ve iç âleminin sürekli biçimde Allah’ın gözetimi altında olduğunu ve kendisinin O’nun huzurunda bulunduğunu kesin şekilde bildiği zaman murakabe halini gerçekleştirmiş sayılır.
Murakabe hakkında en esaslı bakış açılarından birine İmam Gazali sahiptir. Ona göre murakabe halini mârifet ve yakīn meydana getirir. Yakīn ve mârifet sahipleri kurbiyet makamına ulaşmıştır. Bunlar da sıddîklar ve takvâ ehli olmak üzere iki kısım olup her birinin murakabedeki derecesi farklıdır. (İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn, IV, s386)
Arabi, bu noktayı bir adım ileri taşır ve rakīb kelimesinin Allah’ın bir ismi olduğunu (Nisâ /1; el-Ahzâb/52), ancak insanların bu ismin hassalarından istidatları nispetinde pay aldıklarını söyler. (Fütuhat, s275)
Demek ki, murakabe marifet nispetinde paya (hisse) sebebiyet veriyor!
İş bu sebeple ola ki, hikmetten sonra gelir nimet!
Ubeydullah Ahrâr’a göre murakabe bekleyişten ibarettir ve sülûkün nihayeti bu beklemenin sonucudur.
Gelelim Sülûk’e…
Sözlükte “yola girmek, yolda yürümek; (bir şey) başka bir şeyin içine nüfuz etmek, katılmak, intikal etmek” anlamlarına gelen sülûk kelimesi tasavvufta “insanı Hakk’a ulaştıran tavır, amel, ibadet, fiil, hareket ve davranış tarzları” mânasında kullanılmıştır. Sülûk, “yol” anlamına gelen ve terminolojide benzer çağrışımlara sahip olan tarîk ve tarîkat kavramlarından daha kapsamlıdır.
Kuşeyri Tertibü’ssülük isimli eserinde bu kavramı ilk kez “seyr” kelimesiyle birleştirir ve kavram son halini alır: Seyr/i Sülûk!
Bediüzzaman Hazretleri’nin yaşamına bu anahtar kavramlar çerçevesinde baktığımızda tablonun çok daha netleştiğini göreceğiz.
Birinci Cihan Harbi’nde esir düşene kadar ne yalnızlaşma, uzlete çekilme, insanlardan kaçma gibi adeti vardır ne de yüksek bir yerlere tırmanıp temaşa etme. Bediüzzaman, Rusya esaretinde fark ettiği yalnızlaşma ve kuşbakışı izlemeyi hayatının bir parçası haline getirmeye başlar.
Esaret dönüşü İstanbul’da (daha sonra kaleme aldığı tüm eserlerde bu gözlemlerin izlerini bulmak mümkündür) artık tamamen bir gözlem ve üretim üzerine verimli bir faza geçmiştir.
Tarihçe-i Hayat’ta yukarıda anlatmak istediklerimi o kadar açık şekilde ifade eder ki:
“”Medet istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti; gördü ki, yollar muhtelif. Tereddütte kaldı, Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylanî’nin (r.a.) Futuhü’l-Gayb namındaki kitabıyla tefeül etti. Tefeülde şu çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ (Sen dârü’l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara.)”
“Acibdir ki, o vakit ben, Darü’l-Hikmeti’i-İslamiye azası idim. güya ehl-i İslam’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekîm idim. Halbuki, en ziyade hasta, ben idim. Hasta, evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.”
“İşte, Hazreti Şeyh bana der ki:
“Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!”
“Ben dedim:
“Sen tabibim ol!”
“Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum…” (TH, s172)
Şurası çok acayiptir:
“O Gavs’ın müridi olan Said el-Kürdî, Rusya’da esaretle Asya’nın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid’anın eliyle Asya’nın garbına nefyolunarak kaldığı miktarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeye mecbur olduğu zaman, Allah’ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona imdat etmişim ve istimdadına yetişmişim.” Evet, Hazret-i Gavs’ın müridi ünvanıyla irade ettiği Said (r.a.), üç sene esaretle Asya’nın şark-ı şimâlîsinde mehâlik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat ederek çok şehirleri gezip Gavs’ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.” (Lem’alar, s221)
Hadi artık tam açıklığıyla söyleyeyim: Sikke-i Tasdik-i Gaybi, neredeyse tamamında Bediüzzaman’ın manevi yol göstericisiyle kimi zaman hayalen, idraken, kimi zaman fiilen nasıl yürüdüğünü anlatır.
Merak etmeyin tüm esrarı çözmek gibi bir iddiada olmadığım gibi, mantık sütunlarına böylesine doksan derecelik bir açıyla yüklendiğimiz tomruk misali bir niyette de değilim.
Devam edelim…
Size daha önce Kur’an-ı Kerim’in olayları anlatırken aynı olayı farklı açılardan aktardığını, hatta bazen açının aynı kalıp kadrajın değiştiğini yazmıştım. (Bknz: Asistanlıktan peygamberliğe giden yol)
Hz. Musa ile Hızır’ın kıssasında bu açı çokluğunu değil de, kadraj farklılıklarını görürüz. Yani, olayın iki yönü vardır; Hz. Musa tarafı ve Hz. Hızır tarafı…
Mübarek kitap bizden tek açıyla olayı izlememizi istercesine sadece Musa Peygamber ve yanındakilerin zaviyesi ile hikayeyi izleriz.
Hz. Hızır perspektifi hiç yoktur.
Aslında sarahaten yoktur.. Yoksa, dikkatli bir okuma yapıldığında ayetlerin arasına serpiştirilmiş malumat hiç de az değildir.
Hadi biraz da Hz. Hızır’ın Kur’an’da anlatılan vasıflarına bakaraken azından- bir karakter silueti çıkaralım.
İlk bariz özellik ilmin elde edilme şeklidir. Yine dizimizin başlarında (şurada) Hz. Bediüzzaman’ın Eski-Yeni Said dönemindeki en bariz farklılığın ilmin kaynağının kesbiden vehbiye dönüşmesi olduğunu yazmıştık.
İşte Hz. Hızır’ın da en bariz özelliği sahip olduğu ilim “Allah katından” ona bahşedilen bir ilim olmasıdır. “…min ledunnâ ilmâ.” (Kehf, 65)
Allah şöyle beyan etmektedir: “…ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ” “…ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” Musa da bunun farkındadır ve bu durumu bildiğini şu şekilde ifade eder: “…mimmâ ullimte…” “…sana öğretilenden…”
Aslında mevzu daha derindir. Çünkü Hızır’ın sahip olduğu ilim ‘gayb’la ilgili bilgiye dayanmaktadır. Nitekim seyahat esnasında gerçekleşen olayların tümü gaybde olacakların önceden bilinmesi sayesinde gerçekleştirilen fiillerdir. Bu bilgi sonucu gerçekleşen olaylara resul olan Hz. Musa bile tahammül edemediğine göre sıradan insanların bu bilgiyi kâmil anlamda kavraması mümkün değildir. Buna en iyi örnek, Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın birlikte yaptığı yolculuğa Hz. Musa’nın uşağı Nun oğlu Yeşu’nun dâhil edilmemesidir. Bu da muhataplara, bir resulün bile dayanamadığı bu tür olayları sıradan insanların (Ki Yuşa o zaman henüz peygamber değildir) anlayabilmesi mümkün değildir.
Öte yandan Hz. Hızır’ın sahip olduğu ilmin vasıfları belli iken, ismi belirsizdir ve kişiliği üzerinde de müfessirler ihtilaf etmişlerdir ki, bu durum meseleyi daha da gizemli ve girift hale getiriyor. Şunu demek istiyorum; Hz. Hızır’ın yaşadığı tabaka-i hayat iki farklı hayatın arasında durmakta ve Hızır ve İlyas (AS) her iki boyuta da geçebilmektedir. Dolayısıyla bizim hayatımızda yaptığı herhangi bir dokunuş sadece dokunulan şahsın uhdesinde kalacaktır. Başka kim söylerse söylesin (Elbette kutsal kitap bildirmezse) onların arasında kalacaktır.
Başka bir deyişle “Hz. Hızır” bir “meçhul”dür. Kıssada ondan sadece ilminin niteliği hakkında bilgi edinmek mümkündür ki, bu da Hz. Hızır’ın kimlik ve kişiliğinin yansıtılamamasının sebebini vurgulamaktadır. Kıssa, Hz. Hızır’ın kimliğine değil “ilmine” odaklıdır.
Kur’an’ın muhataplarının, Hz. Hızır’ın ilmi ve etrafında kıssayı fehmetmeleri gerekirken ne yazık ki Hz. Hızır ve kişiliği üzerinden olaylar akledilmeye çalışılmış/çalışılmaktadır.
Bakınız çok enteresan bir noktaya daha değinip meseleyi bugünlük kapatacağız.
Hz. Musa’nın konuşma güçlüğü çektiği için kardeşi Harun ve yeğeni Yuşa ile sürekli beraber olduğu bilinmekte. Hz. Mevlana Mesnevi’de pek çok yerde Hz. Hızır’dan (tam 32 yerde) bahseder. “Şeyhin yanında çok konuşan sufiyi yerme” bahsinde çok ama çok ilginç bir diyalog aktarır Rumi. Elbette tüm Mevlana kıssaları gibi gerçek olmayabilir bu diyalog ama hakikattir de.
“Musa’nın konuşması ölçülüydü ama yine de iyi dostuyla konuşurken ölçüyü aşmıştı. Bu aşırılık, Hızır’la arasının açılmasına yol açtı. [Hızır] dedi, çok konuşuyorsun, ayrılalım. Çok konuşuyorsun Musa, benden uzaklaş. Ya da benim yanımda dilsiz ve kör ol. Gitmeyip de inat edip oturursan, anlamca gitmiş ve kopmuş olursun. (Mesnevi 3497-3500)
Bu mübarek insanın ismi Michel Chodkiewicz…
Ben kendisini İbn-i Arabi hakkında kaleme aldığı “Sahilsiz bir umman” kitabıyla tanıdım. 6 çocuklu bir Fransız ailenin çocuğu olan Michel Chodkiewicz, kendi çabasıyla arapça öğreniyor.
Yayıncılık yapan bu pir-i fani, Arabi’yi tanıdıkça derinleşiyor. Allah ve peygamber aşkı derinleştikçe özellikle Batı dünyasındaki İslam ve İbnü’l Arabi hakkındaki olumsuz fikirleri değiştirmek adına muazzam bir efor sarf ediyor ve muhteşem kitabı kaleme alıyor.
İbnü’l Arabi’ye dair gerçekleştirdiği çalışmalarla alana yaptığı katkılardan dolayı Kasım 2019’da İstanbul’da Kerim Vakfı’nca verilen 16. Dost İslam’a Hizmet Ödülü’ne layık görülmüştü. 91 yaşındaki Chodkiewicz’in ödülünü kızı Claude Addas almıştı. Claude Addas konuşmasında şu sözlere yer vermişti: “Babam Batı dünyasına onun öğretilerini tanıtmakta önemli bir rol oynadı; o bir tercüman, yüzyıllar boyunca onun mesajını yaymakta muvaffak olan tercümanlardan biri. Babam biz çocuklarını evimizin bahçesinde kestane ağaçlarının gölgesinde sabahları toplar ders verirdi. Bu derslerde doğru yolda ilerlemek için Hz. Peygamber’in (as) örnek model (üsve-i hasene) olduğunu anlatırdı. İslam irfan tarihinde iz bırakan birçok evliyadan, kendisini etkileyen metinleri zikreder, açıklamalarını yapar, onların örnek hayatlarını anlatırdı.”
Claude Addas deyip geçmeyin. En az babası kadar derin ve entelektüel bir Müslüman.
Onun da güzeller güzeli “Kibrit-i Ahmer’in Peşinde”kitabı en az babasının ki kadar kıymetlidir.
Yazımıza başlığımızı verin Kibrit-i Ahmer’e gelince…
Orijinal yazımı “kibrît-i ahmer” tamlamasının Türkçe karşılığı, “kırmızı kükürt”tür. Kükürtün sarı ve beyaz türleri de vardır. Lügat-i Remzî’de “iksir” (s184) anlamı verilen söz konusu terim, eski kimyaya göre madenleri altına dönüştürmeye yarayan madde/cevher anlamına gelir. “Kibrît”in bir anlamının da altın (s183) olduğunu hatırlatalım. Kâmus-ı Türkî yazarının “altın” anlamı verdiği kibrît-i ahmeri (Şemseddin Samî, s1142), Muallim Nacî, “Eski kimyagerlere göre pek az bulunur bir iksir” (s614) şeklinde anlamlandırır.
Addas’a göre Arabi de tıpkı kendinden önceki -ve de sonrakiler- gibi bir arayış insanıydı. Hakikatin peşinde bir yolcuydu. Ve Allah her yolcuya ve arayana kendi kalibrasyonu nispetinde uğrak yerleri ve insanlar çıkarıyordu.
Addas’ın kitabını buraya almamızın sebebi Şeyh-i Ekber’in müheykel imanı ve büyüklüğü değil şüphesiz. Kahramanımız Hızır ile olan ilişkisi.
50’den fazla yerde geçer Hz. Hızır, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde isimli kitapta. Ancak hemen şu Kibrit-i Ahmer’in mahiyetiyle ilgili faslı bitirmeme izin verin.
E. Wiedemann, önceki bölümlerde bahsettiğim oryantalist İslam Ansiklopedisi’nin Kibrit maddesinde “Efsanevi bir mahiyet taşıyan kibrît-i ahmer, rivayete göre güneyde, denize yakın bölgelerde nadiren bulunur. Bu sebepten eşi emsali bulunmayan bir insana “kibrît-i ahmer” derler” diye yazar. Simyacı, kozmolog, ve dinler tarihçisi Mircea Eliade ise çıtayı biraz daha yükseğe taşır: “Kimyada kibrît-i ahmer, dönüşümü bizzat sağlayacak olan cevher anlamında kullanılır. Bu terim zamanla mistik bir boyut kazanarak olgunlaşmayı ve mükemmelleşmeyi ifade eden geniş bir anlam kazanmıştır. Bilgelerin düşüncesine göre altın, olabilecek en temiz kükürtten doğmuştur.”
Addas, çok enteresan bir anekdot ile bizi gerçeküstü bir atmosfere taşır:
“Burada tarih ve tarih-ötesi birbirine karışmaktadır: İbn Arabi, “ilk şeyh”i Hz. İsa’nın elinde tevbe eder (ala yedihi tubtü). Futuhatta, herhangi bir tarih belirtmeksizin şöyle anlatıyor: ‘Onun eliyle tevbe ettim. Bu dünyada ve diğerinde din üzere kalmam için dua etti ve beni “Dostum,” diye andı. Bana zühd ve tecridi emretti’ Başka bir yerdeyse, yine Hz. İsa’dan bahisle şöyle söylemektedir: «O benim ilk şeyhimdi, onun eliyle Allah’a rücu ettim (şeyhuna’l-evvel ellezi recena ala yedeyhi). Onun benim üzerimde büyük bir lütfu vardır ve bir an bile beni ihmal etmez.’ Şeyh-i Ekber’le (İslam geleneğine göre ahir zamanda İslam şeriatı üzere barış ve adaleti sağlamak için dünyaya dönecek olan) Hz. İsa arasında daha ilk baştan itibaren mevcut olmuş karşılıklı sevgi ve müstesna ilişki rastlantı eseri değildir. İkisi arasında daha ileride üzerinde duracağımız bir ortak nokta bulunmaktadır. Hz. İsa’ya ve onun “ilk şeyh” olarak işlevine yapılan bu çok açık atıfların bolluğuna ve sıklığına bakıldığında, Hz. Hızır’ı İbn Arabi’nin mürşidi saymakta ısrar eden Henry Corbin’in bu ilişkinin önemini fark etmemiş olması son derece şaşırtıcı bir nitelik kazanmaktadır. Hz. Hızır’ın da İbn Arabi’nin sülukunda bir işlevi olduğu tamamen doğrudur, ama bu işlev çok daha sonra ortaya çıkacak ve çok daha az belirleyici olacaktır.”
Size demiştim, mesele öyle basit ve lineer değil.
Hadi biraz bunun üzerine kafa yormak için ara verelim. Sonraki yazıda daha derinlere ineceğiz inşallah…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***