Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, geçtiğimiz günlerde katıldığı A Haber yayınında karma eğitimle ilgili gelen bir soruya, “Gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz” dedi ve kızılca kıyamet kopmadı.
E, sonuçta artık ‘yeni’ Türkiye’de yaşıyoruz. Yeni değerlerimiz var. Yeni bakış açılarımız. Gerçi tüm bu yeniler biraz naftalin kokuyor… Ama olsun. Sonuçta keskin ve kendine özgü bir kokusu var bu naftalinin. Ve yeni’nin de çokça alıcısı…
Tekin’in bu çıkışına sağ da, sol da, kanaat önderleri bağlamında söylüyorum, radikal bir çıkış sergilemedi. CHP ve ekürileri mır mır bir şeyler mırıldanırken, MHP ve türevleri destek vermekte çekince görmedi.
Sivil toplum kuruluşları çabalasa da vahameti görünür kılmaya, bazıları çıkıp “Ama Nişantaşı Kız Lisesi var”, “Ama Kabataş Erkek Lisesi var” gibi örneklerle dalgalanır gibi olan denizi yatıştırmaya çabaladılar. Hepsi bu… Şu buz dağının altında ne var acep, diyen pek çıkmadı.
En keskin ve en net yanıt milli voleybolculardan geldi. Epeydir eşiğinden döndükleri kupaya uzanarak ilk kez Dünya Şampiyonu oldular. Hem de güle eğlene…
Spor ile siyaseti iç içe yahut yan yana düşünmek pek doğru değil. Ama öyle bir dönemdeyiz ki, artık açık açık söylediklerinizin pek bir önemi yok. Dolayımlı mesajlar revaçta. Sanırsınız Enigma uzmanı herkes.
Kim bilir, belki de bundan ötürü İmâ Çağı’ndayız.
JANE BIRKIN VE GİDİŞİYLE ANIMSANANLAR
Yakın zamanda Jane Birkin, hayatta kalma hastalığına tutulmadan ayrıldı aramızdan. Herkes aşklarını konuştu. Sigaraya tiryakiliğini… Hatta Antalya’da Tuncel Kurtiz’in elini öpüşünü…
Neredeyse hatırlanan her şey ‘tensel’…
Fikri bağlamda Birkin’i anan kimseye tesadüf etmedim.
Neden zahmet edip oylumlu bir portre yazılmadı hakkında? Değmeyecek biri miydi?
Güncelin peşinden koşanlar için bir anlam ifade etmeyecektir söyleyeceklerim hiç kuşkusuz. Yine de kadın olmanın hallerini idrak teşebbüsü olarak okunabilsin isterim aşağıdaki satırlar…
Belki böylelikle İsmet Özel şiiriyle hoyratlıkta sınır tanımayanlara karşılık veren Ebrar Karakurt’u… Ebrar Karakurt’a destek veren ‘başörtülü (ne kadar ayıp insanları takkeli, eşarplı, fesli diye tanımlamak!) tekvandocu Kübra Dağlı’ya selam verip… Kübra Dağlı’ya ateş püsküren Buket Aydın’a ‘iyi misiniz’ deme fırsatı bulurum.
ENGELS – EN FEMİNİST SOSYOLOG
Hazin bir manzara: Yoksul kadınlar dünya nüfusunun üçte birini oluşturuyor.
Cinsiyetçilik, fallokrasi’nin (penis egemenliği) doğurduğu bir sonuç. Buna kimileri androkrasi (erkek egemenliği), kimileri de ataerkil (patriyarkal) sistem diyor…
19. yüzyılın en feminist sosyologu Frederich Engels’dir. Ancak o dahi, Germanya kadınlarının yaşlılar ve çocuklarla ilgili olarak neler yaptığını söyler yahut sıralarken, onların aynı zamanda tarlada çalıştıklarını unutmuştur.
İlkçağlardaki mağara resimleri incelendiğinde kadın ve erkeğin cinselliklerinin eşit oranda işlendiği, buna mukabil kadın figürünün/simgesinin daha ‘gerçekçi’ olduğu söylenebilir. Bunu Meryem Ana figürü ve öyküsü ile karıştırmamalı. Çünkü o erkek tanrıya bağımlı idi. Tanrının gölgesinde kalmıştı. Kadının daha gerçekçi olmasında yüksek oranda çocuk ve anne ölümünün yattığı öne sürülebilir.
Özel mülkiyet ve birikim; cinslerin üzerinde egemenliği belirleyen iki temel kavram. Bu iki kavram bir cinsin diğerini sömürmesine temel oluşturuyor – ne tuhaf!
Gordon Childe ve E. Boulding, tarımın kadınların icadı olduğun söyler. Erkek ise avcı, toparlayıcı ve çapacıdır.
Göçebelikten yerleşik düzene geçildiğinde, av giderek önemini yitirir ve toplayıcılık ile yabani tahıllar önem kazanır. Kadınlar bu anda tohumu ve tahılların yeniden üreme devresini keşfederler. Bu keşif, beraberinde öğütücü taşların keşfini, tohumların saklanabilmesi için yeni yöntemlerin bulunmasını, mesela çömlek, sağlar. Daha sonra kadınlar iplik eğirip dokumayı gündelik hayatın içine sokarlar.
Unutmamalı, bu dönemde akrabalık kadın soyundan devam ediyor.
SERVETİN BELLİ ELLERDE TOPLANMASI KADINLARI ZAYIFLATIR
İ.Ö. 6000 ve 3000 yılları arasında ikinci teknik devrim gerçekleşir. Toplumsal örgütlenmeler başlar ve nüfus patlaması yaşanır. Öküz, rüzgâr ve su gibi enerji kaynakları bulunur. Daha ileri teknoloji olarak da saban, su ve rüzgâr değirmenleri devreye sokulur. Güneş takviminin icadı, tuğlanın yapımı, mimari ve uygulamalı matematiğin gelişimi, tarımda erkeğin öne çıkması, kadıların toplumdaki yerini de değiştirir.
Derken nüfus patlaması, muazzam besin kaynağı yerleşik düzen alışkanlığını pekiştirir. Köyler kasabalara, kasabalar kentlere dönüşür. Kent, ilk sınıf çatışmasını doğurur. Çünkü kent, özel mülkiyetin gelişmesi ve birikim yapılması, dolayısıyla bir sınıfın kendini bir başka sınıfa besletmesi demektir bir anlamda. Servetin belli ellerde toplanması, köleliğe dayalı devletli toplumun ve sosyal sınıfların ortaya çıkmasını sağlar. Bu da kadınların durumunun bozulmasına yol açar.
Bu durumu betimlemek yine kadın tarihçi ve etnologlara kalır tabii. Tillion’un iddiasına göre; besin kaynaklarının çoğalması yerleşik ailelerin yeni yayılma ve dışarıya karşı yeni ilişkiler geliştirmesine neden olur. Av esnasında ittifak halinde olmaları gerekiyordur. Bu yüzden ‘dış’tan biriyle evlenmek zorundaydılar. Yerleşik düzene geçildiğinde ise ‘iç’erden evlenme tercih sebebi olur. Artık aile reisleri –ki erkektir- doğurganlıklarını evin büyümesi amacıyla değerlendirmek üzere kızlarını kuzenleri için saklamaya başlarlar. Kadınların kapatılmasının (?) başlangıcı buraya dayanır. Burada önemli nokta erkeğin üremedeki rolünü anlamasıdır.
HAREMİN ÇOK EŞLİLİKLE HİÇBİR BAĞI YOKTUR
Hayvanların ehlileştirilme dönemi, tarımın keşfi ile aynı yıllara denk düşer. Burada da kadının belirleyici olduğunu görüyoruz. Ancak temel hayvancılığın keşfinde erkekler ağırlık kazanır. Göçebe çobanlar vs. Bu bilgi, kadınların aşağılanmasına, kapatılmasına yol açar. Göçebe çobanlık devri binlerce yıl sürer. Bu devirde kadının rolü giderek geriler. Ancak aksini gösteren kaynaklar da var. Göçebe aşiretlerde kadınların güçlerini hâlâ korumakta olduklarını gösteren ilk örneği İ.Ö. 5. yy.’dan İsa’nın doğumuna kadar Asya steplerinde yaşayan ve oradan oraya göçen İskitler verir.
Bir de şu var, tabii. Göçebe yaşam, kadınların, erkeklere ait kamusal alan ile kadınlara ait özel alan ayrımı içine girmelerini geciktirir. Kentleşme, site kadınlığını doğuracak, bu da göçebe yaşamda kazandığı haklardan yoksun kalmasına yol açacaktır.
Tarihçilere göre devletleşmiş şehir toplumlarında erkek saraylarına simetrik olarak kadın sarayları da yapılır; buna Arapça ‘harem’ denir. Ancak haremin eski Mısır’da, ne çokeşlilik ne de kapatılma ile bir ilgisi vardı. Çünkü harem, Mısır’da kadınların, ulusal ve uluslararası sorunlara ilişkin yönetsel kararları aldıkları bir saraydı. Yani kadının gücünü ortaya koyan bir gösterge idi.
Ne ki Suriyeli Yahudi tacirler arasında Atina jinese’si (kadın dairesi) lafı edilir. Bu, haremin zıddı birşeydi. Kadın, kendi dairesinde efendi, ama bu dairenin dışına çıkma olanağı bulunmayan biri idi. Jinese’nin sonradan Pers ve Doğu imparatorluklarının yukarı tabaka kadıları için bir uygarlık modeli olduğu anlaşılıyor. Bu jinese’ler Bizans İmparatorluğu’nda da çok yaygındı. Müslüman yazarlara göre, eskiden çok özgür olan göçebe Arap kadınları arasına purdah’ın (tül perde) girmesinden Bizans sorumludur. Bu kirimi Hindistan’a ve Çin’e taşıyanlar da büyük olasılıkla, Yunanlı ve Pers tacirlerdi.
Sabanın, toprağı ekime hazır hale getiren bir araç olarak algılanması, bugün dinde kaynaklarını gördüğümüz kadın-tarla arasındaki ilişkiye gönderme yapar.
Çoğalmak için erkek ve dişinin gerekli olduğunun anlaşılması, önce Ana Tanrıça’ya erkek bir eş bulmaya yol açtı. Oğul, âşık, erkek kardeş ya da koca olsun bu eş, önceleri Ana Tanrıça’ya göre ikincil bir konumdaydı. Zamanla onun eşiti oldu, sonunda da Atina ve Mısır’da madde ve insanın mutlak yaratıcısı Tanrı-Baba’ya dönüştü.
Hıristiyanlık ve İslam’ın ortaya çıkışlarında kadınların durumunu iyileştirdikleri iddia edilir. Ne ki Yahudilik dâhil, her üç dinde de kadınları cinsiyetleri nedeniyle ruhani görevleri yerine getirmeleri mümkün olmayan ikinci sınıf insanlar olarak gören baskıcı bir tavrın tohumları baştan beri vardır.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, geleneksel olarak kadınların özgürleşmesine karşı olan kurumları sarstı. Bunların başlıcaları, merkezi devlet, kent ve onu tamamlayan temel öğe olan orta sınıflarda. Orta sınıflar için kadınların evlere kapatılması, rahatlık ve sosyal hiyerarşide tırmanma anlamına geliyordu.
İmparatorluğun çöküşü German ve Franklar’ın örgütlenmelerini ön plana çıkardı. Tacitus, Germenlerin kadınlara ilişkin örfleri çok katı olmasına rağmen, kadınların rahibe, peygamber ve savaşçı olabildiklerini gördüğünde çok şaşırmıştı.
LAİKLER ARASINDA YALNIZCA KRALİÇE ‘ONLAR’ KADAR YETKİLİYDİ
6. ve 7. yüzyıllarda, her ne kadar kilise ileri gelenleri, kadınları kilise hiyerarşisine girme hakkından yosun bırakmışlarsa da kadınların, tarıma açılmamış bölgelerde manastır kurmalarına engel olmamıştır. Dahası, kadınlar keşişler ve rahibeler, eski bilgileri saklamakta ve Hıristiyanlaştırdıkları yeni şeflere danışmanlık yapmakta idiler. Denetledikleri topraklar ve yönettikleri insanlar yönünden, manastır kurucusu olan bu kadınların gücü, erkeklerinkine eşitti. Hatta bazen daha üst bir mertebede bulunan piskoposların gücünden aşağı kalmıyordu. Laikler arasında yalnızca kraliçeler, onlar kadar yetkiliydi.
7. yüzyılda hem Fransa, hem de İngiltere7de yaygın olan manastır biçimi karma manastırdı. Bu manastırlarda yaşayan kadın ve erkekler aynı kurallara uyarlardı. Üst yöneticiler genellikle kadındı. 7. yüzyılda yaşamış Whitby’li Hilda örneğin, yedi manastır ve dini okul kurmuş, bu kurumlardan yedi piskopos yetiştirmişti.
Ancak 8. yüzyılın sonunda Charlemagne, rahibelerin ve manastırda yaşayan öteki kadınların, erkek çocukların eğitimiyle uğraşmalarını yasakladı. İzleyen yıllarda kadınlar genellikle kocalarından, bunların kral olması durumunda bile, daha iyi eğitim almışlardı. 5. yüzyıldan 10. yüzyıla değin Avrupa’da tek bir tiyatro yazarından söz edilir. Bu da bir kadın, on kadar piyes yazmış olan Alman rahibesi Gandersheimli Hroswitha’dır.
Barbar imparatorların karıları aynı zamanda diplomattılar, barışın yapılmasına, okulların kurulmasına katkıda bulun, Hıristiyan dinince kutsal sayılan işler yaparlardı. Hatta Hıristiyanlığın barbarlar arasında kralların karıları kanalından yayıldığı bile söylenebilir. Örneğin Clotilde, kocasını Hıristiyan olmaya ikna etmiş ve pek çok kilise ve manastır kurmuştu.
701 – 1200 yılları arasında İspanya, Fransa ve Almanya’da toprakların 1/5’i kadınlara aitti. Kadınlar reşit olmayan çocuklarının mallarını işletmekten de yararlanıyorlardı.
Kadınlar 10. ve 11. yüzyılların barış dönemine birçok avantajla girdiler. Siyasi ve iktisadi iktidarlarından önemli bir pay aldılar. Şatoların ve toprakların mutlak efendisiydiler.
Kral ve prenslerin karıları, kardeşleri ve kızları da çok geniş yetkilerle donatılmışlardı. Örneğin, Quedlingburg manastırının yöneticisi Mathilde, kardeşi Otto İtalya krallığı ile meşgulken Almanya’yı yönetti. Pek çok dini konsile başkanlık yaptı. Biyografisinde, iktidarının geniş bir yörenin piskoposundan daha az olmadığı yazılıdır. Toskanyalı Mathilde, ordusunun başında norman istilasını püskürttükten sonra topraklarını Papa Gregoire’a bırakmıştır. IV. Henri, Papa’nın dinsel toplumluk üzerindeki önderliğini, Mathilde’nin Canossa şatosunda kabul etmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun öbür ucunda, Bjzans, kraliçeleri ve bilimle uğraşan kadınların sayısı ve niteliğiyle ün yapmıştı. Bu konuda pek çok örnek verilebilir. Örneğin I. Theodosius’un kızı ve II. Theodoius’un kız kardeşi İmparotoriçe Pulcheria, 15 yaşında tahta çıkmış ve devleti kardeşinin yerine o yönetmişti.
8. ve 9. yüz yıllarda Müslüman pek çok kadın şan ve şöhret kazanmıştı. Batıdaki kız kardeşleri gibi imaretlerde yoksullar ve hastalar için didinen (Hz./ Aziz Rabia), okumuş, dinbilimle, şiirle, hukukla uğraşan (Hz. Muhammed’in kızı Fatma’nın torunu Şukayna), başarıyla hükümet eden (Mısır halifesinin kız kardeşi Sitt Al mülk, 1021’de kardeşinin ölümünde iktidarı ele almış ve krallığı ehliyet ve dirayetle yönetmişti), ya da üniversite ve sosyal kurumlar kuran pek çok kadından söz edilebilir.
12. yüzyıl öncesinde Doğu ve Batı’da kadınların durumlarının benzerliği dikkat çekicidir. Kültür, din ve siyasi sitem yönünden aralarında varolan büyük farklara karşın, İ.S.’ki bu ilk 1.000 yıl içinde kadınların toplumsal yaşamdan dışlanmışlığına ilişkin yerleşik inanç henüz ne Batıda ne de Bizans’ta ne de Müslüman toplumlarda doğmuştur. Bu toplumların hepsinde kadınların geniş özgürlükleri vardı; dolayısıyla cinslerine sonradan yasaklanacak olan hemen her rolü serbestçe üstlenebiliyorlardı.
12. ve 14. yüzyıllar, arasında ellerinden alınan hakları geri almak için direnen kadınların mücadelesine sahne oldu. Aquitaine’li Alienor, bu direnen kadınların en ünlülerinden biridir. İngiltere’de ve kendi prensliğinde son derece önemli bir siyasi rol oynamış, din ve eğitim kurumları açmış, aşk divanlarının başlatıcısı olmuş haklı olarak “yüzyılın annesi” lakabını kazanmıştı.
KADINLARIN ÇENE ÇALMAK İÇİN BİR ARAYA GELİP KONUŞMALARI YASAKLANIR
Aquitaine’li Alienoor’un kraliçe, prenses ve saz şairi birçok başka kadınla birlikte ün yaptığı aşk divanları kurumu eski ayrıcalıklarını yitiren soylu kadınların rollerine gittikçe kısıtlayan bir dünyada kendilerine kültürel alanda da olsa, bir uzmanlık konusu oluşturma çabalarını yansıtır.
Kadınların, hiç değilse burjuva kadınlarının siyasi yönden ölmeleri de fazla uzun sürmez. 1789 ve 1848’de devrimciler, Fransız kadınları için bunu tescil etmezden önce, 1547’de İngiltere’de alınan bir kararla kadınların çene çalmak için bir araya gelip konuşmaları yasaklanacak ve kocalar karılarını evde tutmakla yükümlü kılınacaktı.
Reform hareketi, Martin Luther’in karısı Katherina von Bora’nın şahsında, 20. yüzyıl ortalarına değin Protestan ülkelerin orta sınıflarında benimsenecek olan bir zevce-kadın modeli geliştirildi.
Kadıların “eve kapatılma”ya karşı direnişleri genellikle soylu kadınlardan geldi. Örneğin İskoçya’yı krallığına bağlayan İngiltere Kraliçesi Anne ve 1762’den 1796’ya değin ülkesinin yöneten Çariçe II. Katerina gibi. Büyük Katerina, feodallerle mücadele eden, ülkesini modernleştirmek için kendine sadık bir bürokrasi kurdu, Rusya’yı Avrupa güçleri arasına kattı ve muhalefette bulundukları sırada Diderot’nun Ansiklopediciler’in tasarılarını destekledi. Voltaire ve Avrupalı filozoflarla kalın ciltler oluşturan yazışmalar sürdürdü.
18. yüzyıl Fransa’sı ‘salonu olan kadınların’ saygınlıklarının doruğuna ulaştıkları ülkeydi. Her kadın belli bir dalda uzmanlaşmış ve Aydınlanma Çağı’nın bir ya da birkaç yazarını himayesine almıştı. Lambert Markizi feminist görüşler dile getiriyor, Mme d’Epinay Rahip Galiani’yi, Mme du Chatele Voltaire’i, Mlle d’Espinasse d’Alambert’i destekliyordu. Bankacıların karıları ve kızları da önemli roller oynadılar. Mme Necker ve kızı, Germaine de Stael, salonlarını liberallere açtılar. Mme de Stael, bir kadın düşmanı olan Napolyon’a şiddetle karşı çıktı ve birçok gazete çıkardı.
Bu yüzyılda (18) İtalya’da ortaçağın başından beri bilimle uğraşan kadınlar geleneğini sürdürdü. Bologna Üniversitesi’nde hocalık yapan üç kadın tüm Avrupa’da çalışmalarıyla ün kazandılar. Laura Bassi, fizik hocasıydı, Anna Manzoli anatomideki buluşları ve mumdan yaptığı anatomi modeliyle ünlendiyse de Avrupa üniversitelerinden gelen bütün teklifleri geri çevirdi. Maria Agnesi, matematik çözümleme üzerine yazdığı kitapla Fransız Bilimler akademisi’nin övgüsünü kazanmıştı, ama Akademi, cinsiyeti nedeniyle onu üyeliğe alamadı. Agnesi, 30 yaşında görevinden çekilerek kendini yoksullara adadı.
Bir gölge kadın da Emilie du Chatelet’dir. Chatele, Newton’un Prensipler’ini Fransızca’ya çevirmişti.
TOPLUMSAL BAĞLAMDA BAZI KADINLARIN RESMİGEÇİDİ
Çok kabaca, hayli ansiklopedik ve didaktik bir genellemeden sonra, gelin birlikte tuttuğum şu küçük notlara bakalım. Kadın – erkek ilişkisine sosyolojik bağlamdan bakma da diyebiliriz sanırım buna:
Mustafa Kemal – Latife Hanım
Eğitim görmüş bir kadın olan Latife Hanım’la evlendiğinde, düğününe (1924) kadınları da davet eder Atatürk. Bu, katı bir cinsiyet ayrımı bulunan Türkiye’de küçük bir devrim anlamına gelir. Gel gör ki, o devrimcinin evliliği süre süre 18 ay sürer.
Che Guevera – Chichina Ferreyna
60’lı yıllarda başkaldıran gençliğin politik simgesi, Arjantinli özgürlük savaşçısı. Latin Amerika ülkelerinde bağımsız bir marksizmin gelişmesine önemli katkıları bulunan biri. Küba Devrimi’nde Fidel Castro’nun yanında savaştı. Buna karşın Che, dokuz yıl boyunda ülkesinin en varlıklı ailelerinden birinin kızı olan Chichina Ferreyna’ya büyük bir aşkla sevdi. Bir anlamda gönül ferman dinlemedi.
Eva Peron – Domingo Peron
Evita Peron, 1945’te kocası Juan Domingo Peron’a başkanlık yolunu açan genel grevi örgütleyen kadındı. Resmi bir görevi olmaksızın sosyal politik görevler üstlendi. Fiilen sağlık ve çalışma bakanı gibi davrandı. Kocasıyla sendikalar arasında arabuluculuk görevini üstlendi. Çok sayıda vakıf, hastane ve sosyal tesisler kurdu. 1947’de kadınların seçme ve seçilme hakkına kavuşmalarını sağladı. Yaşarken bir azize saygınlığına ulaştı.
Engin Turgut – Tütü
Şair ve ressam Engin Turgut, türlü işlerde, üstelik akla hayale gelmeyecek çeşitlilikte iş yaptıktan sonra evine kapanır. Kendini tamamen şiire ve resme adar. Ailenin geçimini eşi Tütü üstlenir. Tütü bankada çalışan bir memure. Ben sana bakarım, sen nasıl mutlu oluyorsan öyle yaşa, deme cesaretini gösteren bir kadın. Artık hayatta değil.
Doğan Hızlan ve annesi
Hürriyet’in yayın danışmanı, yazın eleştirmeni, kütür adamı… Bugüne değin hiç evlenmemiş olması onun yaşamında kadınların belirleyici olmadığını söylemeyi gerektirmez. Doğan Hızlan’ın yaşamında annesi ve teyzeleri önceliklerini daima korumuş. 70 yılını beraber geçirdiği annesini 2012’de kaybeder. Herkesten ve her şeyden şüphelenen bir için kendini çekincesiz teslim edebileceği kimse kalmaz.
Selim İleri ve …
Benzer şekilde Selim İleri’nin de yaşamında anne figürü önemlidir. Onun istisnai durumu ise Kerime Nadir, Peride Celal gibi kadın yazarların, hatta uzaktan uzağa Sevda Ferdağ ve Türkan Şoray’ın yazınsal kişiliğini oluşturmada yardımcı öğe olarak gözükmesidir.
Seni Kalbime Gömdüm adlı romanı aynı adla filme uyarlanır. Filmi Feyzi Tuna yönetir, Türkan Şoray başrol oynar. Kadın kahraman Eylül, erkek kahraman Ali ile ilişkisinde türlü acılar yaşar. Feyzi Tuna’ya göre Eylül, yemeyen, içmeyen, sevmeyen, maddi hiçbir şey hissetmeyen, yaşamayan bir tiptir.
Selim İleri, Hatırlıyorum adlı kitabında Türkan Şoray’a âşık olduğunu bir anlamda itiraf eder. Bu, platonik duygularla donanmış bir aşktır.
Vladamir Mayakovski – Lili Brik
Bir orman bekçisinin oğlu Mayakovski. Gürcistan’da Bagdali’de doğmuştur. Kafkasların eşsiz güzelliği içinde büyümüştür. Zorunlu olmayan Gürcüce’yi okulda okuyan tek Rus idi. Henüz on beş yaşındayken Rus Sosyalist (Bolşevik) Partisi’ne üye olmuş, iki defa tevkif edilmiştir. 1912 yılında fütürizmin öncülüğünü yapar, akımın doğumunda belirleyici rol üstlenir. Almanya, İspanya, Fransa, Küba, Meksika, Amerika gibi ülkeleri dolaşır. Ruhi buhran sonucu Moskova’da intihar eder. Onun da yaşamına Lili’nin, Lili Brik’in çok önemli bir yeri vardır. Büyük ablası Ludmilla ve kız kardeşi Olga’nın olduğu gibi… Ki, Mayakovski, Olga’yla birlikte yetişmiştir.
Baudelaire ve annesi
Baudelaire, özel yaşamını, sanat yaşamını açıklıkla bir tek annesine anlatmıştır. Küçük yaşta eline düştüğü üvey babası General Aupick’in üzerindeki baskı, annesinin sevgisini üvey babası ile paylaşmasına razı olamaması önemlidir. Öz babasından kalan mirası idare edememesi yüzünden annesinin oğluna vasi tayin ettirmesini şair bir türlü hazmedemez. Yıllarca beraber yaşadığı Jeanne, şaire çok çektirmiştir. İngilizce’yi Baudelaire’e annesi öğretir. Şair, annesini, hayatı boyunca bir sanat eleştirmeni, bir dost, bir arkadaş saymıştır. Felçli olarak ölümle pençeleşmiştir.
Enis Behiç Koryürek
Düşünebiliyor musunuz, “Güzel Macar kızı, güzel Macar kızı!/ Öptürmez misin o küçük kırmızı/ Dudaklarınızı?..” gibi bir dönem ‘seksüel’ bulunan şiirlere imza atan bir şair, en büyük eseri “Vâridât-ı Süleyman”ı, kendisine “Fânûs” diyen Çedikçi Süleyman Efendi’nin kılavuzluğunda yazdığını, dahası onun dikte ettiğini söylüyor.
Burası önemli: Çedikçi Süleyman Efendi, şairin ifadesine göre, XVII. yy.da yaşamış, Hicri 1112 yılında Trabzon’da ölmüş, bugün mezarı dahi bilinmeyen hikmet ve muhabbet dağıtan bir aziz Mevlevî. Tekrar ölüp çürüyor, tekrar yaşayıp duruyor… İşte Koryürek’in gönlünü bu şahıs dolduruyor. Ve bundan sonra da Bezm-i Âlî (Yüce Meclis) adını verdikleri, haftanın 4 günü yineledikleri ruh çağırma seansları düzenliyorlar. Kimler yok ki Bezm-i Âlî’de: Ankara Radyosu’ndan Fâhire ve Refik Fersan, Neyzen Şevkî Bey vd. Önce fasıl geçiliyor, ardından da Süleyman Efendi masa üzerindeki harfleri teker teker işaretleyerek şiiri yazdırıyor.
Sıradan bir Bezm-i Âlî gecesinde alışılmadık bir şey olur ve Koryürek, ruhun ses tonu ve telaffuzuyla konuşmaya başlar:
Fincana yok ihtiyâcın
Rûhunda yükselmede serâcın.
Söylemek istedin mi söyle
Çırpınma tereddüdünle böyle!
Bu arada şair 1946’da Zonguldak’tan D.P. milletvekili adayı olur ve kaybeder. Üç yıl resmi görevden uzak kalır. Geçim sıkıntısı içindedir. Yakın arkadaşlarına borçlanmıştır. Buna karşılık Süleyman Çelebi kitabın bastırılması için diretmektedir. Bir gece rüyasında kulağına Sûre-tül-Nasr okunur. Rüya tabirlerine bakarlar ki “ya çok büyük bir mevkie gelecek ve devlet idâresinde önemli bir vazife alacak; veyâ dünyâsını terk edecek”tir. Şair “yeni bir sorumluluk alamayacağını, yeni bir dünyâya doğacağını” söyler. Ve aile dostu Emniyet Müdürü Salâhaddin Korkut, Selim Arık ve Abdurrahim Güzelyazıcı’nın gayretleri, eşi Müfide Hanım’ın tashihi ile basılır.
İlgi de görür. Yakın dostu Dr. Fethi Tevetoğlu’na göre “Beyoğlu’nda kadınlar, çocuk arabaları, el arabaları içerisinde” kitabı satarlar.
Kemalettin Kamu
Kim derdi ki, hem edebi hem de medeni kışkırtıcılığı aynı hamurda mayalayan Ağır Roman’ın, hop oturup ‘pop’ kalktığımız ratingi düşük şu günlerde, tıbbın mide teşhisine rağmen kalp’ten giden bir ‘gurbet şairi’ni anımsatmaya vesile olacağını… Aslında vesileye sebep, Metin Kaçan imzalı Mustafa Altıoklar cilalı bu uzun metrajın kendisi değil; o uzun metraj sayesinde yeniden düzenlenip bir kez daha piyasaya arz edilen bir şarkı: Birgün belki hayattan/ Geçmişteki günlerden/ Bir teselli ararsan/ Bak o zaman resmime.
Gerçi bu post-modern çağda -sahi, biz hiç ‘modern’ olduk mu?- teselliyi bir resimde -doğrusu ‘fotoğraf’ değil mi?- aramak gibi ‘eski’ bir alışkanlığı yeniden ısıtmayı deneyenlerin sayısı sıfıra yakın ise de istisnaları unutmamak gerek (Selim İleri ve kimi yönleri ile Cezmi Ersöz’ün kıyıdakileri anlama çabaları, yalnızca bu açıdan saygıya değer, diye düşünüyorum).
Tüm bunları düşünmeme ise hem milletvekili (Rize ve Erzurum) hem de bir şair olarak tarihin bize ait kısmına kendince bir işaret koyan Kemalettin Kamu’nun fotoğrafına, Kadıköy’deki bir kenar mahallede, eski dergi ve kitap satan bir ‘gezgin sahaf’ın tezgâhında rastlamam. Adaşı Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki atmosferi yüzüne gönüllü taşımışçasına biraz hüzün, biraz da şüphe içinde boşluğa bakan Kamu, kimbilir hangi akılalmaz serüvenden sonra, bu kalabalığın içine karıştı. Kimbilir kimin arşivinden kaçarak düştü hem cinslerinin arasına.
Hafızamdaki bilgileri Gültekin Sâmanoğlu ve yakın arkadaşı Rifat Necdet Evrimer’in kitapları ile tazeleyerek baktım ki en az fotoğrafının başından geçen serüven kadar iç burkan, yürek törpüleyen bir yaşamı (15 Eylül 1901-06 Mart 1948), eni konu düzenlemeye çalışarak sürmüş, Kamu. Sevdiği kalemler arasında Namık Kemal daima ayrıcalıklı bir yer tutarken, onu Cenap Şahabettin, Mehmet Emin (Yurdakul), Hüseyin Cahit (Yalçın), Yahya Kemal (Beyatlı), Fuzuli, Nedim, Ahmet Muhip Dranas ve Mehmet Akif (Ersoy) izlemiş.
Kaynaklar, onda çocuk saffeti ve samimiliği olduğunu, Anadolu Ajansı’nda başmuharrirlik ettiğini, kendi şiirleri içinde en çok “Bingöl Çobanları”nı sevdiğini, cins kedileri evinin daimi misafiri yaptığını ve ölünceye değin bekar yaşadığını söylüyor. Bekarlığının gerekçesi müşkülpesentliği değil, sevdiği ve nişan için gün saydığı kızın baloya bir bekarla gitmesi… Bu durum üzerine Kamu, 25 Şubat 1926 tarihli mektubunda kıza hitaben şunu yazmış: “Dans etmemek şartiyle baloya gitmek için annenizden müsaade istihsal etmişsiniz. Bunu kazanılmış bir muvaffakiyet gibi anlattılar. Bu kararınızın izaha lüzum görmediğim mahzurlarına ehemmiyetle dikkatini celbederim. Yeni bir hayatın, fena bir hâtıra ile zehirlenmesini istemediğim içindir ki size ilk defe hitap etmeye kendimde cür’et buldum. Bunun son bir rica olmasını ve kat’i kararınızı verirken biraz daha düşünmenizi temenni ediyorum. Maamafih sizi kalbinizle başbaşa bıraktıktan sonra isterseniz ‘güle güle gidiniz!’ diyebilirim. Hürmetlerimin kabulü ve affımın ricasile.”
O akşam yüzüne kapanan kapıdan sonra Kamu da bir daha kimseye kalbinin kapılarını açmamış; bu aşktan geriye ise “Havada Esen” kalmış:
Vuruldum nesine bilmem ki nasıl?
Üç yıl tapındım da ona muttasıl,
Bilmem ahengini hâlâ sesinin!..
Nurullah Ataç, ölümünü gazeteden öğrendiği Kamu için bakın ne yazmış: “Yakıştıramadık sana ölümü… Neydi ki daha yaşın? (…) Yapayalnızmışsın ölürken, bir türlü kurtulamadın o ürktüğün yalnızlıktan.” Kurtuldun, demek gelirdi ya içimden, ne mümkün! Sen hâlâ Yıldırım Gürses’in bestelediği “Ben gurbette değilim/ Gurbet benim içimde”nin şairisin ve korkarım kimse de Hüseyin Alemdar’ın Orhon Murat Arıburnu’ya yaptığını yapmayacak sana…
Gelin biz sözü kendisine vermekle yetinelim; sorumluluğu başkalarına atarak:
Ses yok, mesafe silik,
Odamda varlığımın
Bütün tüyleri dimdik.
(Zaman İçinde)
BERKE KAYA
23 Temmuz 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***