Farkında mısınız; sürekli yakınıyoruz. Bir şeftali 100 liraya olur mu hiç, diyoruz. Etin, yumurtanın yanına yaklaşılmıyor, diyoruz. Kiralar uçtu, insanlar bir müddet sonra sokakta yaşayacaklar, diyoruz.
O kadar çok şey söylüyoruz ki… Kitaba sıra gelmiyor.
Hatta sinema, tiyatro bilet fiyatları dahi ara ara konuşuluyor, dedikodulara ‘malzeme’ ediliyor, hayatımıza bir kez daha giren LP’lerin cep yaktığından yakınılıyor… Ne ki kitap yok aklımızda!
Hal böyle olunca, hemen savunmaya geçiyor ve “Bu ülkede kitaplar suç aleti olarak görüldü yıllarca” diyor ve rahatlıyoruz. Bir şeyin bir kere, üç kere yahut yüz kere olması, o şeyin kalıcı olmasını gerektirir mi? İşte bunu sormuyoruz kendimize.
Çocuklarımız okuyunca, bunu iftihar vesilesi sayıyor, okuduğu için onu ödüllendiriyoruz. Neyle? Bir Playstation yahut Xbox’la… On günlük deniz tatiliyle… Şunla yahut bunla.
Yurt dışında yaşayanlar bilirler; tramvay, otobüs yahut U-Bahn olsun, hemen hemen herkesin elinde kitap vardır. Boş boş oturmak yahut şu ne giymiş bu ne diyor diye vakit geçirmektense okurlar. Bu gayet sıradan, olağan bir eylemdir.
Bizde ise iyiliği, yararı, zorunluluğu tartışma kabul etmeyen, ancak kimsenin gönüllülükle yapmadığı bir eylemdir okumak… Hele hele diploma almış ve hayata atılmışların ilişkilerini neredeyse büsbütün kestikleri bir eylem.
Bir insan su içebiliyor, ekmek çiğneyebiliyor diye ödüllendirilir mi?
Eğer bunları yapabilecek fiziki bir engeli yoksa ödüllendirilmez elbette.
Nefes alabiliyor olmanın neresi mucizevidir, tüm organlar yerinde ise…
İşte okumak da aslında böyle bir şey; yemek gibi, içmek gibi, nefes almak gibi yapmamız gereken bir şey.
Gel gör ki, ülkemizde ödüllendirilmesi, teşvik edilmesi gereken bir şey.
Eser dediğin, yeni alınan tv ünitesinin rengine uymalı…
Galiba iki tür okur var: a.) okuyan okur, b.) okumayan okur!
Okuyan okur, kitabı bir ‘araç’ olarak görmüyor; ihtiyaç duyduğunda, hatta duymadığında, gidip kitabevine, koklayıp bazılarını, bütçesi ne kadarına yetiyorsa o kadarını alıyor. Okuduğu kitapların işaret ettiği, seslendiği, bağ kurduğu, selam gönderdiği, el aldığı kitaplara öncelik tanıyor. Sevdiği eserin yazarını sahiplenip diğer eserlerine uzanıyor bir bir… Metin odaklı bir ilişki yani…
Okumayan okurda ise durum farklı: Onun için kitabın adı, boyu bosu, yazarın üslubundan, eserin kurgusundan, konusundan daha önemli. Öyle ya, eser dediğin, yeni alınan tv ünitesinin rengine uyum sağlamalı öncelikle… Boyu rafa uymalı… Şık ve ağır gözükmeli… Yerini yadırgamamalı… Arkadaş sohbetlerinde sahibini (!) utandırmamalı… Yalnız ismi, kapak resmi bile hakkında üç beş cümle kurmasına yetmeli… Ve asla okumadığı anlaşılmamalı…
İki okur tipi arasında küçük bir ayrıntı: Okuyan okur, okudukça eksikliğini fark eder ve bunu gidermeye yönelik şiddetli bir arzu duyar. Okumayan okur ise, “sahip olmak” ile meşguldür daha çok… “Olmak”la ilgilenmez pek… Anadan doğma entelektüeldir ve paçalarından kültür akabilir şapır şapır… Koskoca okyanus ne kaybedecektir ki bir iki damlası eksilse…
Hiç kuşkusuz bilimsel bir zemine oturmayan afaki bir yaklaşım benimkisi… Ancak bulunduğum yerden gördüğüm manzara bu.
O uslu, disiplinli insanlar…
Gelin size bir başka ‘manzara’dan söz edeyim, dilim döndüğünce…
Kocaeli’ndeyiz. Kitap fuarında. Bir ada, yaklaşık 40 metre kare… Etrafı on üç, bilemediniz on beş yaşındaki kızlarla çevrili. Kalabalık an be an artmakta üstelik. Belki de bu sebeple güvenlik görevlileri devreye girdi. İki ada arasına şerit çekti. Muhtemelen civardaki yayınevleri kalabalıktan rahatsız olmasınlar diye…
Heyecan verici bir durumdu. Bir film gibi izlemeye başladım olup bitenleri. Onca insanın nadir görülen bir disiplinle gürültü patırtı çıkarmadan beklemeleri, geleceğe dair umutlarımı yeşertti. Neyse ki çok sürmedi ve o umutlar çarçabuk soldu. Önce hafif kıpırdanmalar, homurdanmalar, sonra yüksek sesle konuşmalar, itişip kakışmalar… Öğrendim ki geliyormuş zat-ı âlileri… Büyük şair ve büyük yazar yani…
Gayri ihtiyarı, içleri ve dışları kıpır kıpır kitlenin baktığı yöne baktım… Dönüp bir daha baktım… Ve bir daha… Gelenin gidenin olmadığını dinen heyecandan anladım. Ben diyeyim 50, siz deyin 100 metre uzayan kuyruk donakalmıştı yine… Sessizlik bir tül gibi gerilmişti üstlerine… Enerjilerini boşa harcamamak için nefeslerini tutuyorlardı adeta.
Derken biri geldi. Sandalyenin üzerine çıktı. Kalabalığa bir şeyler söyledi. Kuyruğun fotoğraflarını çekti. O uslu, disiplinli insanlar da, düğmelerine basılmış gibi başladılar “yuppiii”lere, “hiyyooo”lara…
Kitapsız yazar…
Çok geçmedi, koca salonu farklı tizlikte, farklı renkte çığlıklar kapladı. Nasırına basılmış insan ile fena halde acıkmış kedinin atacağı türden çığlıklar… Büyük ve kıymeti belli çevrelerce bilinmeyen bir şairin imzasına tanık olacaktım galiba, az sonra…
Hipnotik bir etki olsa gerek, geç fark ettim: sıradaki gençlerin elinde kitap mitap yok. Elliye yetmiş bir afiş sallanıyor sağa sola… Sordum birilerine merakıma yenilip ve ilginç bir bilgiye ulaştım: Onca insan, Meriç İzgi adında on yedilik bir manken için gelmiş meğer… Canhıraş bağırtıların, kızgın sac üzerinde dans eder gibi tepinmelerinin sebebi buymuş…
Daha ilginci: Saçının bir bölümü gümüşi olan bu filinta bir şey yazmamış. Evet; yanlış okumadınız, kendine ait bir kitabı, hatta bir broşürü bile yok… Gel gör ki, vahşi kapitalizm ve yeni değerler eğitimi, babasının yazdığı kitaba imza atmasını ve bunun için ayıplanmamasını sağlıyor çok şükür. “Ben ne yapayım babasının kitabını. Bana sen gerek!” diyenler için de yedekte afiş tutulmuş… Oh! Alan memnun satan memnun…
Öpmek serbest…
Şu lanet yeryüzünde bir benzeri var mı bu durumun, bilmiyorum. Hele hele söz konusu vahameti eleştirmeye nereden başlamalı, düzeltmek mümkün mü, işte bunu hiç bilmiyorum. O kadar naçar hissediyorum ki kendimi…
Evet, babası Orhan Kemal’in kitaplarını imzalayan Işık Öğütçü örneği var… Zaman zaman Rıfat Ilgaz kitaplarını imzalayan Aydın Ilgaz örneği de… Ancak on yedi yaşında, Instagram fenomeni, çıtır (!) bir mankenin kitap fuarında poster imzalaması, galiba bu iki örneğin de ötesinde bir şey sanki…
Tabii üzerinde durulması gereken sosyolojik bir malzeme de şu: Genç kızlar özgürce sarılıp öpüyorlar Meriç İzgi denilen sevgi böceğini… Bazılarının yanında ağabeyleri, babaları yahut bir büyüğü var. Başı örtülü o kızımız mahalleden, okuldan birine sarılsa bu denli iştahla, kıyamet kopar. Ama bir şöhrete sarılmakta sakınca yok. İyi de neden?
Benzer bir şey diziler, filmler için de geçerli… Muhafazakâr bir ailenin kapalı kızı için hayat çoğu dizideki kadar “güzel”, “rahat” değil muhtemelen. Bikini giymesi hayal mesela… Kapanana kadar barlarda kalması, dans etmesi, içki içmesi de keza öyle… İki üç ay arayla sevgili değiştirmesi düşünülemez bile… Evlenmeden sevgilisiyle birlikte olacağına ölsün daha iyi… Lakin dizideki kız, patadak çıkıp gelse karşılarına, karışsa gerçek hayata, saygıda kusur edilmiyor… Kendi kızlarına, kardeşlerine göstermedikleri hoşgörü ona gösteriliyor. Acaba niye?
Okumayan okur tipinin yeni ailesi bu tür kızlardan oluşuyor ne yazık ki… Ve bu kızlar, sıkıştırılmışlıklarını, onaylanmış ve görece zararsız bir ikona, canlı kanlı bir mite sarılarak pansuman ediyorlar sanki… Normalin dışına taşma arzularını bu şekilde doyuruyorlar sanki… Bir yasa koyucu gibi davranıp haklı-haksız kısıtlamalarla kendini bulmasını, hayatı tatmasını geciktiren yahut büsbütün anlamsız kılan ebeveynler ise nedendir bilinmez, yahut bilinir, gözlerinden sakındıkları kızlarının saatlerce kuyrukta beklemesine, yedi kat yabancı bir adama sarılıp onu öpmesine göz yumuyorlar. Başka bir deyişle iliklerimize işleyen riya ile takiyyenin ocağına odun atıyorlar. Ne güzel, değil mi?
Okumadan âlim, yazmadan kâtip…
Şimdi kitapla bir bağ kurulmuş mu olundu? Kitap bir daha çıkmamak üzere hayatımıza girdi mi sahiden?
Şu yaşa geldim ve iki şeyi anlamakta zorlandım hep: a. Biz Türkler neden yabancı dil öğrenmekte bunca zorlanıyoruz? b. Okumayı bunca yüceltirken, okumuş, kendini geliştirmiş olanı neye “entel dantel” diyerek küçümsüyor, onu topluluk dışına iterek yalnızlaştırıyoruz?
Bugün, bir rektör yardımcısı çıkıp, “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben her zaman cahil halka güvendim” diyebiliyor gönül rahatlığıyla. Der elbette. Sonuçta burası özgür bir ülke.
Sıkıntı şu: Üniversite bir ‘öğretim’ kurumu. Ve bu öğretimde de en çok ihtiyaç duyulan şeylerden biri, belki de başlıcası ‘kitap’…
Bu durumda rektör yardımcısının arzusu nasıl mümkün olacak?
Dahası: Bir rektör yardımcısı bunu nasıl düşünür?
Oysa halimiz artık şöyle: Tutkuyla sevilen bu güzel ve yalnız ülkede günümüz gençleri artık okumadan âlim, yazmadan kâtip oluyor. Tam da arzulandığı gibi…
Deutsche Bank Orhan Pamuk basar mı?
Yalnız anne babaları ve eğitim kurumlarını suçlamayalım. Diğer kurumlara da uzanalım biraz…
Malum, artık Milli Eğitim yahut Kültür Bakanlığı, eskiden olduğu gibi klasik yahut güncel eser basmıyor. Vaktiyle basılan Hasan Ali Yücel öncülüğündeki çeviriler ise bir bankanın yayın listesinde, en çok okunanlar arasında…
Sizce de bir tuhaflık yok mu bunda?
Hiç Deutsche Bank yahut Commerzbank, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Yaşar Kemal ya da Hekimoğlu İsmail basar mı? Basıp bunları bir yayıncı gibi dağıtım kanallarını kullanarak kitabevlerine girer mi? Bastığı kitapların reklamını her köşe başına yerleştirdiği ATM’lerde yapar mı? Kitaplara ilişkin hazırlattığı video kliplerini mudilerinin cep telefonlarına gönderir mi?
Rekabet Kurulu niye var?
Hadi bu tartışmaya girmeden, ilk soldan dönelim.
İBB Kitapları
İstanbul Büyükşehir Belediyesi piyasaya çok sayıda yayın çıkarıyor. Hemen hemen her yaşa uygun, çoğu ilginç ve bilgilendirici kitaplar bunlar…
Almak istiyorsanız eğer, bir şeylerden feragat etmeniz gerek ama.
Niye mi?
Söyleyeyim: Bir kitap alacaksınız, mesela Lozan; ne kadar biliyor musunuz? Tam tamına 832 lira.
Hadi birkaç örnek daha vereyim: Muhsin Ertuğrul, 396 TL; İstanbul Eğleniyor, 342 TL; İstanbul’un Kuşları, 396 TL; Türk Tiyatrosunda İstanbul, 450 TL; Şiirlerde İstanbul, 540 TL; Cihannüma, 900 TL…
İBB bu kitapları niçin basıyor? Muhtemelen okunsun diye…
Peki, İBB askeri ücretin ne kadar olduğundan bihaber mi? Muhtemelen hayır…
Bu durumda kime hitap ediyor İBB kitapları? Eğer bir öğrenci, bir memur, bir işçi bu kitapları alırken zorlanıyorsa, bu kitapları basmanın anlamı ne?
Sorsanız kendilerine diyecekler ki: En iyi kalite kâğıt, kapak ve baskı malzemesi kullanıyoruz. Enflasyon da bizim suçumuz değil. Zam geldikçe fiyatlar yükseliyor.
Mantıklı mı?
Bence değil.
Hepi topu bin, bilemedin 3 bin basılan bu kitapların her tarafı masraf olsa ne olur. İBB ticari bir kuruluş değil. Temel görevlerinden biri de kitap basmak değil.
Madem kitap basmayı bir görev olarak gördün kendine, niye maliyetini üstlenip cüzi bir ücretle satmazsın?
Bir billboard ilanı kaça veriliyor?
Görmüşsünüzdür; İstanbul’un dört bir yanı Ekrem İmamoğlu ilanlarıyla süslü şu sıralar.
Belki benim gözümden kaçmıştır, ama hiçbirinde CHP logosu yok.
Oysa Ekrem İmamoğlu, logosunu dahi kullanmadığı partinin genel başkanlığını arzulamıyor mu? O parti sayesinde İBB başkanı olmadı mı?
Şimdi kendisi partiler ötesi bir siyasi kimlik mi oldu?
Vardır muhakkak bir bildiği…
Benim bildiğim, bu pahalılıkta, bu kitaplara, bu bedeli ödeyecek vatandaşın sınırlı olduğu.
Eğer sözü edilen rektör yardımcısıyla aynı arzuyu paylaşmıyorsa…
Ve o kitapları basmanın ardında, başka bir amaç yoksa…
BERKE KAYA
06 Ağustos 2023 KÜLTÜR
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***