Esrarlı bir teras: Yuşa Tepesi (7)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“İkinizin de duası kabul olunmuştur.
O halde Siz, doğruluğa devam edin
ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin!» dedi.”
(Yûnus, 88-89)
Firavun ve adamları dünyevî güç ve üstünlüklerini kullanarak Allah’a iman edenlere zulmediyorlardı. Öyle ki, karşılarındaki müminler ne yaparsa yapsın Firavun’a yaranamıyor, gördükleri birçok mucizelere ve başlarına çöken ilâhî azap tecellilerine rağmen bir türlü uslanmıyor, iman etmek istemiyorlardı. Bu iş nasip işi.
Kur’an’da beddua ve küfür yasaklanıyor. Bir tek müstesnası var bunun: Zulüm görenler hariç! Musa peygamberin geldiği nokta da buydu.
Dedi ki:
“Ey Rabbimiz! Gerçekten sen, Firavun ve kavmine dünya hayatında bol zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu nimetleri), inananları Sen’in yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et; kalplerine sıkıntı ver” (Yunus, 88)
(Allah da Musa ve Harun’a)
“İkinizin de duası kabul olunmuştur. O halde siz, doğruluğa devam edin ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin!” dedi.” (Yunus, 89)
İşte o çağın felaketleri tam da bu bedduanın kabulünden sonra başladı.
Bu konuda ziyadesiyle yaptığımız bir araştırma var. Melahim Çağı. Arzu edenler hassaten onun 11. Bölüm’ündeki Hz. Musa bahsine bakabilirler.
Ve birbiri peşi sıra gelen felaketler. Önce Kıptî halkında cilt hastalığı başladı. Üç gün kuraklık oldu. Her Kıptî ailesine ayrı ayrı musibetler geliyordu. Firavun da mecbur kalarak Benî İsrail’in Mısır’dan çıkmasına izin vermek zorunda kaldı. Ancak herkes çok iyi biliyordu ki, felaketler durduğu an Firavun sözünden cayacaktı, çünkü onların en bariz özelliği buydu!
Şöyle düşünün Musa ve kavmi beraberce Süveyş’e doğru hareket ediyor, geri bıraktıkları ülke tamamen bir kaos ve felaket içinde. Misal bir sabah kalktığında Firavun bir de görüyor ki, sütün çocukları vebadan ölmüş. Öfkesi ve nefreti katlanıyor ve “Bunları Musa yaptırdı!” diyor çocuklarını gömerken. Bu defin meselesi Musa ve kavmine zaman kazandırıyor nispeten. Ayrıca da Musa Peygamber özel olarak bilgilendirilmiştir:
“Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz!” diye vahyettik.” (Şuarâ, 52)
“And olsun ki biz Mûsâ’ya: “Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç!» diye vahy etmiştik.” (Tâhâ, 77)
Acısını bile yaşamayan, öfke ve nefretinden yas bile tutmayan Firavun peşlerine düşmüştü bile.
“Firavun, şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi; ‘Esasen bunlar, sayıları az, bölük-pörçük bir cemaattir. Fakat hakkımızda çok gayz (kin ve öfke) besliyorlar. Biz ise uyanık (ve yekvücut) bir cemaatiz!’ (diyor ve dedirtiyordu).” (Şuarâ, 53-56)
Ölümcül bir takip başlamıştı.
“Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın ashabı: “İşte yakalandık!” dediler. Musa: “Aslâ!” dedi. “Rabbim şüphesiz benimledir; bana yol gösterecektir!” (Şuarâ, 60-62)
Öyle bir noktaya geldiler ki tam kaderdenk anıydı. Peşlerinde müşrik (Firavun) ordusu, önlerinde azgın bir deniz…
Ve meşhur denizin yarılması olayı…
Bu meseleyi en heyecanlı noktasında bırakıp başka bir noktaya değinmek isterim. Malum Hz. Musa kıssası Kur’an’da en çok anlatılan resul kıssasıdır.
İş bu maceradan sonra şöyle bir diyalog yaşanır:
Musa Rabbine sorup: “Ya Rabb! Kullarının sana en sevgilisi hangisidir?”
Buyurulmuş ki: “Beni zikreden ve unutmayan.”
“Ey (Rabb!) en hakim kulun hangisi?”
Buyurulmuş ki: “Hak ile hükmeden ve arzularına uymayan kimsedir.”
“En bilgili kulun kimdir?”
Buyurulmuş ki; “Belki bir kelimeye rast gelirim de bir doğru yolu gösterir veya bir felaketten kurtarır diye insanların ilmini araştırmakla kendi ilmine ekleyen kimsedir.”
Bunun üzerine Musa (a.s) demiş ki: “Ya Rabbi! Kullarından benden daha bilgilisi varsa bana göster”. Buyurulmuş ki; “Var”
“O halde onu nerede arayayım”
Cevap ise bizim ana konumuzun tam da göbeğine geliyor:
“Her iki denizin birleştiği yerde, kayanın yanında balığı kaybedeceğin yerde…”
(Elmalılı Tefsiri, Kehf 60)
Bu arada özellikle Yahudiler, Hz. Musa ve Hz. Hızır ile ilgili çok farklı bir iddia ortaya atarlar. Bazı Yahudi ilahiyatçılar der ki, “çok bilinen kıssalarda ve Kur’an’da geçen Hızır’ın yanındaki kişi Musa b. İmran değil, Musa b. Mişa’dır.”
Durum ise şudur:
Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere Said b. Cübeyr şöyle demiştir: “İbni Abbas’a dedim ki: ‘Nevf-i Bükalî, Hızır’ın arkadaşı olan Musa’nın, İsrailoğulları’nın peygamberi olan Musa değildir, iddiasında bulunuyor.’ Bunun üzerine İbni Abbas: ‘Allah’ın düşmanı yalan söylemiş’ deyip uzun bir hadis ile bunun bilinen Hz. Musa olduğunu Resulullah’tan naklederek anlatmıştır. (Buhari, Tefsiru sureti 18/2-4; Müslim, fezail 170-171; Tirmizi, Tefsiru sureti 18/1) Ve gerçekten de Kur’ân’da zikredilen Musa’dan diğer bir Musa anlaşılmadığı gibi birazdan vereceğim başka bir yorumda bunun mümkün olmadığını daha net kavrayacağız!
Kehf suresi 60. Ayet İslam alimlerinin üzerinde çok kafa yorduğu esrarlı ayetlerden biridir ve şöyledir:
“Bir vakit Musa genç yardımcısına (Yuşa’ya) : “İki denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” demişti.”
“Yardımcı”nın Hz. Yuşa olduğu üzerinde tüm semavi kitapların mutabık kaldığını biliyoruz. Ancak bu ayette daha enteresan bir durum vardır ki o da “iki denizin birleştiği yer”dir.
Yuşa peygamberin kabrinin İstanbul Yuşa Tepesi’nde olduğunu iddia edenlerin en büyük delili sayılan bu ayette, kastedilen iki denizin Marmara ve Karadeniz olduğu ileri sürülür.
Acaba gerçekten öyle midir?
Meşhur hikayedir, yıllar önce yine Kur’an’ı Kerim’deki bir gizemi Kaptan Cousteau çözmüştü.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın o beliğ mealinin orijinalinden hatırlayalım:
“Salmış iki deryayı demâdem çatışırlar!”
Hadi biraz sadeleştirelim, yine merhum Elmalılı’dan:
“(Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar.”
Rahman 19’da geçen ifade bu.
Bir de Furkan 53 var:
(Yine Elmalılı üstaddan: “O odur ki iki deryayı birbirine salmış: şu tatlı, yürek tazeler, şu tuzlu çorak, aralarına da bir berzah ve bir «hıcri mahcûr» koymuştur.” (Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur.)
Devamını bilmeyen yoktur sanırım: Fransız deniz araştırmacısı Kaptan Jacques-Yves Cousteau’dan dinleyelim:
“1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb Boğazı’nda, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusu’nun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp karışmadığını araştırmaya başladık. Önce Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu ile içinde yaşadığı canlıları tespit ettik. Aynı araştırmayı Atlas Okyanusu’nda da tekrarladık. İki deniz suyu binlerce seneden beri Cebelitarık Boğazı’nda birleşiyordu. Bu durumda, iki suyun karışması ile tuzluluk ve yoğunluk gibi hususların birbirlerine eşit, hiç olmazsa yakın olması gerekirdi. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi özelliğini koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına engel oluyordu.”
Bir palavrayla başlayan ve yıllara yayılan hikayenin çıkış haberi!
Sıkıntılı kısım ise şu, bu konuşmaya aşağıdaki bölüm birtakım Müslümanlar tarafından nedense sonradan ekleniyor ve tüm İslam aleminde “Kaptan Kusto Müslüman olmuş” sevinç gözyaşlarıyla karşılanıyordu.
Bu demecin sonunda -sözde- Kaptan Cousteau şöyle demişti: “Bu hâli anlattığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’ân-ı Kerîm’de dosdoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’ân-ı Kerîm’in; Allahü Teâlânın kelâmı olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyeti seçtim. İslâm dini, mânevî gücü ile bana kaybettiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi…”
Elbette tamamen uydurma. Bir kere daha kısa süre önce Müslüman olduğunu iddia ettikleri Cousteau’nun böylesi bir literatür kullanması mümkün müydü? İşin içine bir de drama katılması da cabası; oğlunun acısına böyle katlanabiliyormuş? Yani acıya katlanmanın sırrı da veriliyor: Kur’an’dan bir keşif yap, rahat et!
Neyse bu kadar magazin yeter.
Şimdi size muhteşem ötesi bir ayet ve o buna yakışır bir tefsir aktaracağım.
Aslında ayetin tamamı bile değil son kısmı:
“Gaybin anahtarları onun yanındadır, onları ancak o bilir, hem kara ve denizde ne varsa bilir, bir yaprak düşmez ve Arzın zulümatı içine bir habbede gitmez ki o bilmesin, ne bir yaş ne de bir kuru yoktur ki her hal bir kitab-ı mübînde olmasın.” (Elmalılı tefsiri (orijinal) En’am, 59)
En meşhur ifadesiyle “Yaş ya da kuru ne varsa, hepsi Kur’an’ın içinde vardır!”
Ayet sayısı, hacmi belli bir kitapta böyle bir şey mümkün mü peki?
Hazreti Bediüzzaman’ın en önemli özelliği neydi biliyor musunuz? Başkaları anlam ararken ilk denk geldiklerinde takılıp kalırken Hz. Üstad zihin kepçesini anlam denizinin en derinlerine kadar daldırıp hakikatleri oradan çekebilecek Allah vergisi bir kabiliyete sahipti. Fethullah Gülen’in de aynı şekilde olduğunu hemen şimdi anlatacağım.
Bediüzzaman ayeti şöyle yorumluyor:
“Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.” (Sözler, s252)
Yani keyfiyetinin nasıl olacağını bilemiyoruz, ayrıca görebilmek için bakmayı da bilmek gerekiyor!
Müthiş… yani bir şeyin olması için illa gözümüze gözümüze sokulması gerekmiyor. Ya da tersinden okuyalım, biz bir şeyi göremiyorsak, o şey orada yoktur, diyemeyiz! Var ve biz göremiyor isek!
Tekrar Kehf 60’a dönecek olursak. Ortada iki temel soru kalıyor:
Bir; Kimdir bu Hz. Musa’dan daha bilgili kişi?
İki; bu bahsi geçilen yer neresidir?
Şunu kabul edelim ki, pek çok alim meselenin sadece sathında takılıp kalmıştır.
İşte bunlardan biri de gidilen yerin Boğaz olduğu konusudur ki kanaatimce bunu tartışmak bile zaiddir.
Şöyle ki, ayette bahsi geçen yer Marmara/Karadeniz’in birleştiği nokta Beykoz olsa bile, bu sadece iki peygamberin buraya geldiğine delil olabilir. Hz. Yuşa’nın orada defnedildiği anlamını nasıl çıkaracağız ki?
Dahası Yahya Efendi rüyasında ısrarla “Beni ziyaret et” vurgusu yapılmaktadır. Bunun illa mezar yeri olduğundan nasıl emin olabiliyoruz?
Yazı uzuyor biliyorum ama bu bahsi -en azından şimdilik- kapatıp yolumuza devam etmek istiyorum.
Hemen kısa bir toparlama yapalım.
Kur’an, Hz. Yuşa’dan isim olarak bahsetmiyor. Dahası her bahsini ettiğinde onu “Hz. Musa’nın yanındaki kişi” olarak biliyoruz. Bunun böyle olduğunu diğer semavi kitaplar teyit ediyor.
Ancak…
Ahdi Atik, Yuşa Peygamberin hikayesinde muazzam bir metafor sağanağı var.
Peki Kur’an-ı kerim bu mevzuda ya metafor kullandıysa?
Ve bilin bakalım bu araştırmayı yaparken karşıma ne çıktı?
Bingo! Fethullah Gülen.
Tarih 2005. Gülen anlatıyor:
“Hz. Musa, bir münacatında kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Cenâb-ı Hakk’a sorar. Gayesi tefahur değil, sadece o kişiden istifade etmektir. (Meseleyi bu şekilde değerlendirmek, nebiye karşı saygılı davranma hususunda bana daha muvafık geliyor.) Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de ‘Mecmau’l-Bahreyn’e kadar gitmesini vahyeder. Hz. Musa da emre icabet ederek yanına fetâsını alır ve yola koyulur. Bu genç, tefsircilerin ittifakıyla Yuşa b. Nun’dur. Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar. Orada bir müddet istirahat edilir. Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur.
Demek ki, bulundukları o yerde ayrı manevi bir atmosferin mevcudiyeti söz konusuydu. Orada Cenâb-ı Hak, apaçık Hay ismiyle mütecelli idi. Aslında Makam-ı Hızıriyet, bütünüyle canlılıktır. Aynı durum Hz. Cibril’de de vardır. Onun için kendisinin ve atının bastığı her yerin yeşerdiği ve geçtiği yolların yemyeşil olduğu kanaati çok yaygındır. Tabii ki bunlar, harikulâde ve tabiatüstü hâdiselerdir. İhtimal işte o atmosfer içine girince, Hay isminin fevkalâde tecellisiyle balık birden canlanır ve suya dalıverir. Âyette bahsi geçen ‘sahr-kaya’ nerededir? Bu kaya hangi kayadır? Hakkında kesin bilgi yoktur. Zaten böyle de olmalıdır. Zira meçhuliyet bütün bu vak’aların umumi karakteridir. Bazılarının bu kayayı Hz. Davud’un altına girip ibadet ettiği Mescid-i Aksa’da bulunan bir kaya olarak nakletmeleri ise kesin değildir. Bizce, bilinmeyen bir kaya olması umumi mânâya daha uygun düşmektedir.
Hz. Musa ile Yuşa b. Nun (aleyhimesselam) bir müddet yürürler. Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hz. Musa’nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler. O esnada Hz. Yuşa unuttuğu bir meseleyi hatırlayıverir; balığın canlanıp denize atlayıp gittiğini. Daha sonra oranın bir buluşma yeri olduğunu anlayıp geriye dönerler. Hızır (aleyhisselam)’ı orada duruyor görürler. Kur’ân, onu, kendisine ‘ledün ilmi’ verilen bir kul olarak anlatır. (Bkz: Kehf, 18/65)”
Muazzam bir yaklaşım. İki denizin birleşmesi bir metafor aslında, iki umman; Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın birleşmesini ve beraber akmalarını kastediyor olamaz mı ayet?
Vallahi de billahi de yazarken en mutlu olduğum kısma geldik, heyecan da zirvede ama yerimiz kalmadı. Aslında meselenin Hz. Musa ya da Yuşa olmadığını, kritik noktanın Hz. Hızır olduğunu anladık gibi. Biraz da Hızır Aleyhisselamı tanımaya çalışıp, çok enteresan bir kavram olan Hızıriyet Makamı’na eğilmemiz şart oldu.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***