YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bilimin sınıflandırdığı insan yaşı dilimleri ile Hz. Bediüzzaman’ın yaptığı klasifikasyon aynı değildir.
Sözgelimi Levinson, orta yetişkinlik çağının, orta yaş ile ileri yaş geçiş dönemleri arasında kalan yaklaşık 40-65 yaş diliminde yer aldığını söylerken, Nursi, İhtiyarlar Risalesi’ni kırklı yaşlarda çoktan yazmıştır bile!
Bediüzzaman’ın hayatına belli başlı başlıklar altında bakacak olursak şöyle bir tablo çıkarmak mümkündür:
Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanan Said Nursi’yi aynı isimli kitaptan Ahmed Ramiz (Divan-ı Harb-i Örfi adlı eserin yayıncısı ve önsöz yazarı, İçtihad Kütüphanesi sahibi Kürdizade Ahmed Ramiz) imzalı şu bölüme bir göz atalım:
“ÜÇ YÜZ YİRMİ ÜÇ ( 1905) senesi zarfında idi ki, Şarkın yalçın, sarp, âhenîn mâverâ-i şevâhik-i cibalinde tulû etmiş Said Nursî isminde nevâdir-i hilkatten mâdud bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfâkında rüyet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o harika-i fıtratı peyapey gördükçe, mâder-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnâsındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenler, Şarkî Anadolu kıyafetinde, o şal ve şalvar altında öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak, bir kısım adamlar ona, “mecnun” demişlerdi.
Said Nursî, filvâki ifrat-ı zekâ itibarıyla hudud-u cünunda idi. Fakat, öyle bir cünun ki, “Onun ulvî ruh ve kemâl-i aklına işarettir” diye bir zât şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:
Cünun, başımda yanar ateş-i maâlîdir,
Cünun, başımda benim bir zekâ-i âlîdir.
Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet,
Benim cünunumu bekler azîm bir niyet.
Evet, Said Nursî İstanbul’a, şûrezâr vilâyât-ı şarkiyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti.
Daha İstanbul’a gelmeden, Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatla nefyolmasından, İstanbul’a gelmesiyle beraber, merhum Sultan Abdülhamid tarafından suret-i ciddiyede tarassut altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi.
Nihayet bir gün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a, Toptaşı’na yolladılar. Çünkü hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir ediliyor; Hazret-i Said, “Ben memleketimde mektep-medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem” diyordu. Tâbir-i âharle, Bediüzzaman iki şey istiyordu: Vilâyat-ı şarkıyenin her tarafında mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka bir şey almamak istiyordu.” (Divan-ı Harb-i Örfi, S14-15)
Bediüzzaman, tutuklandıktan sonra Bekir Ağa Bölüğü’nde 24 gün hapishanede tutulur.
Tutuklanma ve tahliye haberlerini veren gazetelerin tarihlerine baktığımızda; 31 Mart Hâdisesi dolayısıyla Üstad’ın nezaret/hapishane ve mahkeme süresinin tamamı 24 gündür.
Mahkeme safahatı şöyle cereyan eder.
Bediüzzaman tutuklandıktan bir süre sonra idam talebiyle Divan-ı Harbi Örfi’ye (Askerî Sıkıyönetim Mahkemesi’ne) sevk edilir. Silahlı muhafızlar tarafından mahkemeye getirilir. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin rektörlük binası, mahkeme binası olarak kullanılır.
23 Mayıs 1909’da İkinci Divan-ı Harb Mahkemesi’nden tahliye edildikten sonra 24 Mayıs 1909’da Birinci Divan-ı Harb Mahkemesi’ne sevk edilir. Bu mahkemenin başkanı Hurşit Paşa, yardımcısı da Rauf Orbay’dır. Mahkemede sorgulaması yapılırken, mahkemenin penceresinden, darağacına asılmış onlarca din adamının cesedi görülmektedir. Büyük bir din adamı kıyımı başlamıştır. Pencerenin hemen karşısında bu infazların yapılmasının sebebi ise şüphesiz psikolojik baskı ve gözdağı vermek içindir.
Ancak böyle bir psikolojik baskı ve tahakküme Bediüzzaman zerrece itibar etmez. Hatta mahkemede hitabet ve belagatıyla psikolojik üstünlüğü eline alır.
Mahkeme Reisi Hurşit Paşa, “Sen de şeriat istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar!” diyerek darağaçlarında idam edilenleri işaret eder. Bediüzzaman, cevabıyla mahkeme heyetinin bir an duraksamasına sebep olur: “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.”
Nursi’nin yaptığı savunmada kurduğu defans mantığı, retoriği ve hitabet yeteneği tarihe geçecek niteliktedir.
Savunmasını, tutuklanmasına sebep olan “On bir buçuk cinayet” başlığıyla yapar.
Kendi bireysel davasından ziyade, öylesine bir Osmanlı, memleket ve dünya tablosu çizer ki mahkeme heyetinin ufkunu aşar.
Yazdığı her cümlenin, savunduğu fikrin arkasında olduğunu ısrarla belirtir.
İttihad ve Terakki’nin gayr-ı resmi yayın organı olan 24 Mayıs tarihli Tanin gazetesi şöyle bir haberle çıkar:
“Bediüzzaman Said-i Kürdi mukaddemen (başlangıçta) vaki olan ihbaratın zania’dan (uydurmadan) ibaret olduğu ve bilâkis mümaileyhin (kendisinin) tesis-i meşrûtiyette hidemat-ı bergüzidesi sebk eylediği (üstün ve seçkin hizmetleri geçtiği) tahakkuk eylemekle, tahliye edilmiştir.”
Şimdi zamanı biraz daha geriye saralım.
(Tamamen doğrulayamadığım) Bazı kaynaklar Bediüzzaman Mayıs 1908’de eğitim reformları hakkındaki fikirlerini içeren dilekçesini Saray’a sunduğunu, hatta bu olayın haberinin 19 Kasım 1908’de Şark ve Kürdistan gazetelerinde yazdığını ifade ediyorlar.
Gazetelerde bu haber, “Bu istek Bediüzzaman’ın başına iş açtı” şerhiyle yayınlanmış.
“Mış”lı anlatımımızın sebebi inanmamamız değil, bir belgeye ulaşamamamız olduğunu belirtelim.
Mary F. Weld, ‘Bediüzzaman Said Nursi, Entelektüel Biyografisi’ isimli kitabında olayı şöyle aktarıyor:
“Bir süre sonra, “Her soruya cevap veren ve Saray’a karşı böyle pervasız olup, eleştiriler getiren bir adam, olsa olsa deli olabilir.” denilerek, akıl hastanesine sevk edildi.” (s.70)
Gerisini risalelerden takip edelim:
“Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu, zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi.
Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep eyledi.”
Görüldüğü üzere Bediüzzaman deliliği özgürlüğün metaforu olarak işaret etmektedir.
Gelelim her ne kadar konforsuz otel odaları kadar olmasa da, Nursi’nin 1. İstanbul dönemindeki Akıl Hastanesi ikametgahına!
O zamanki ismiyle başlayalım: Toptaşı Bimarhanesi…
Bimarhane Farsça bir sözcük ve “bimar” hasta anlamına geliyor, “hane” ise bildiğiniz üzere “ev” demek; yani aslında “hastahane” demek. Maristan, bimaristan, bimarhane hatta darüşşifa dönemin aynı şeyi, genel bir hastaneyi ifade etmek üzere kullanılan farklı karşılıklar.
18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarından itibaren eski darüşşifa binaları, yalnızca akıl hastalarını muhafaza etmek üzere kullanılmaya başlanınca bu isim yani “bimarhane” yalnızca delilerin konulduğu mekânı ifade eder şekilde kullanılmaya başlanmıştı.
Başlarda İstanbul’un en bilinen ve büyük hastanesi Süleymaniye Cami’nin de içinde bulunduğu külliyede yer alıyordu.
Süleymaniye Bimarhanesi, özellikle 1842 yılından itibaren kademeli olarak bir değişim sürecine girdi. Bu tarihten itibaren Süleymaniye Bimarhanesi’ne, yalnızca akıl hastalarına (kadın ve erkek olmak üzere iki kısma ayrılan) tahsis edildiğini görüyoruz.
Library of Congress Prints and Photographs Division Washington, D.C
1873 yılında bir salgın hastalık (muhtemelen Kolera) gerekçe gösterilerek bu hastane bir gecede tahliye ediliyor.
Hastalar gece yarısı kayıklarla Toptaşı Bimarhanesi’ne götürülüyorlar.
Bahsini ettiğimiz bina Karaköy’de günümüz Güzel Sanatlar Fakültesi’dir.
İkinci Meşrutiyet sonrasında muktedirler için bu Bimarhane (Tımarhane) bir tür cezaevi olarak kullanılmaktadır aslında.
Dahası Osmanlı sınırları içindeki her vilayet kontrol edemediği zanlı ve suçluları buraya sevk etmektedir.
İç karışıklıklar ve savaşlarla birlikte daha fazla sayıda sahipsizlerin, mücrim (suç işlemiş) mecnunların, cephe ve askeri hastanelerden gönderilenlerin ve iyileşmesi mümkün olmayan kişilerin mekanını dönmüştü Toptaşı.
Kimi kaynaklara göre 2 hafta, kimi kaynaklara göreyse daha uzun bir süre kalmıştır Bediüzzaman burada.
Daha sonra yine bir salgın (cüzzam) sebebiyle buraya bu tip hastalar getirilmeye başlandı. Deli olarak görülen hastalar ise Bakırköy’deki Reşadiye Kışlası’na (Bugünkü Bakırköy Hastanesi) taşındı.
Toptaşı’ndaki bu enteresan bina önce bakanlık tarafından tekel deposu olarak kullanıldı ve kullanıldığı süre boyunca büyük tahribat gördü.
Daha sonra Toptaşı Cezaevi olarak Adalet Bakanlığı emrinde yıllarca kalan bu binada, yıllar sonra kaderin garip bir cilvesi olarak Necip Fazıl da kalacak ve meşhur ‘Zindandan Mehmed’e’ Mektup şiirini yazacaktı!
Savaş başlıyor, Bediüzzaman başka nerelerde kaldı acaba?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***