YORUM | Dr. SALİH HOŞOĞLU
Kısa süre önce Almanya’da doktorların organize ettiği bir kongreye katıldım. Kongreyi uzun zamandır Almanya’da faaliyet gösteren bir tıp derneği düzenlemişti ve konusu da bu süreçte Avrupa’ya göç eden hekimlerin mesleki entegrasyonuydu. Bundan dört yıl önce aynı dernek bu kongrenin benzerini ama daha küçük boyutta gene Almanya’da düzenlemişti ama benim oraya katılma imkanım olmamıştı. Söylendiğine göre bu toplantı öncekinden çok daha profesyonel ve başarılı olarak icra edildi. Kongreye katılanların sonraki geri bildirimleri oldukça olumlu ve moral yükselticiydi. Türkiye’deki baskıdan dolayı Avrupa’ya zorunlu olarak göç eden hekimlerin yeni hayatlarındaki durumlarını ve kongrede sunum yapan bir meslektaşımın kendi tecrübelerinden bazı kesitleri paylaşmaya çalışacağım.
Kongreye katılan yaklaşık yüzelli hekimin kahir ekseriyeti Almanya’dan gelmişti. Katılımcıların çok azını daha önceden tanıyordum, bazılarıyla sadece sanal ortamlarda konuşmuş, fikir alışverişinde bulunmuştuk, zaten tanıdıklarımı da çok uzun zamandır görmemiştim. Katılımcılar arasında Avrupa’da doğup büyümüş olanların sayısı herhalde dördü-beşi geçmiyordu ve onlar da kongre organizasyonunda yer alanlar veya entegrasyona yaptıkları katkıdan dolayı ödül verilenlerdi. Geri kalanlar 2015 yılından itibaren Türkiye’yi terk edip gelmişlerdi. Herkes çok farklı tecrübelere sahipti ve farklı yollardan geçerek buralara ulaşmıştı. Her branştan ve her yaştan kadın ve erkek meslektaşlarımızı bir arada görmek benim için de çok büyük bir moral ve sevinç kaynağı oldu.
Aralarında tıp fakültesini yeni bitirmiş olan, asistanken, uzmanken KHK ile işinden atılan, doçent ya da profesör iken hayatı karartılan ve hatta emekli olduktan sonra ülkesini terketmek zorunda kalanlar da vardı. Birçoğu adli soruşturmalar ve kovuşturmalar yaşamıştı. Türkiye’de yıllarca hapis yatıp cezasını tamamlayan da vardı, hakkında soruşturma açılmadan ülkeyi terk eden de. Hepsini Avrupa’ya iten şey ortaktı: Türkiye’deki atmosferin boğuculuğu, yaşanmaz hale gelmesi, dışlanmaları, baskı ve daha fazla zulme maruz kalma ihtimali. Şurası kesindi; bu meslektaşlarım daha fazla para kazanmak için ülkelerini terk etmediler. Zaten hemen hiçbir Avrupa ülkesinde hekimler göreceli olarak Türkiye’dekinden fazla para kazanmıyorlar. Bu doktorlar Türkiye’de zorlu sınavlarla Tıp Fakültesi kazanmış, binbir zorlukla bu fakülteleri bitirmiş ve sonrasında da yeni bir ülkede her şeye yeniden başlamaya çalışıyorlardı. Bir insanın belli yaştan sonra yeni bir dil öğrenip o dilde en üst düzey profesyonellik gerektiren bir mesleği yapması hiç kolay değildir. Hele de ilgilenmeniz gereken bir aileniz, geride kalsa bile hasarı üzerinizde duran bir travmanız varsa bu daha da zor olmaktadır.
Sevindirici olan bir husus bu insanların büyük bir azimle bulundukları ülkenin dilini en az B2 düzeyinde yani okuyup yazacak ve günlük hayatta rahat kullanacak kadar öğrendikten sonra mesleki dil sınavını da vermeyi göze almalarıdır. Katılımcıların belki yarıdan fazlası ilgili sınavları başaracak kadar tıp dilini de öğrenmeyi başarmış ve insanlara hizmet vermeye başlamışlardı. Avrupa ülkelerinin her biri farklı prosedürlerle yabancı hekimleri istihdam etmektedir. Daha önceden dil bilenler ve bir şekilde Avrupa Birliği vatandaşlığı olanlar daha çabuk sisteme girebilmişlerdi. Sonradan gelmelerine rağmen katılımcıların içinde tıp denkliğini ve uzmanlık denkliğini/denkliklerini alıp artık şef pozisyonuna yükselenlerin olması hepimizi daha da ümitlendirdi. Aramızda daha yeni gelmiş ve mülteci kamplarında barınanlar da vardı. İşte bütün bu topluluk bu yeni coğrafyada tıp mesleğini icra etmenin yollarını tartıştılar.
Kongrenin en önemli katkılarından biri tecrübe paylaşımı idi. Daha önce Türkiye’den tanıdığım meslektaşlarımdan bir hanımefendi Almanya’daki dört yıllık mesleki tecrübelerini anlattı. Kendisi Türkiye’de parlak ve naif (naiv değil) bir akademisyenken süreçle beraber önce çalıştığı üniversiteden ayrılmak zorunda kalmıştı. Daha sonra da hakkındaki davayı bir dostundan erkenden öğrenmesi sayesinde normal yoldan ülkeyi terk edebilmişti. Almanya’da iltica kampı, dil kursu gibi prosedürlerle uğraştıktan sonra iki yıl burslu olarak bir üniversite hastanesinde araştırmacı olarak çalışmıştı. Burs sona erdiğinde yeniden kendi uzmanlık alanına yakın olan bir laboratuvar branşında çalışmayı düşünmüştü ama orada hastalarla temas olmamasından dolayı ortamdan mutlu olmamıştı. Bir müddet İl Sağlık Müdürlüğünde çalışmıştı ve kendisine oldukça rahat bir çalışma ortamı da sağlamışlardı. Ama orada da benzer nedenlerle sıkılmıştı, çünkü insana dokunamıyordu, resmi evraklarla vs. gün geçiriyordu. Bu arayışla kendisine en uygun olduğunu düşündüğü Aile Hekimliği’nde karar kılmıştı. “Aile Hekimliği için yaptığım iş başvurusuna üç saat içinde kabul geldi” diye ifade etti ve bundan sonra da hemen bir aile hekimliğinde çalışmaya başlamıştı. İlginç olan başörtülü bu Türk doktorun çalıştığı bu aile sağlığı merkezi Almanya’da ultra zenginlerin oturduğu bir bölgedeydi ve hizmet verdiği kitlenin yüzde doksan beşini böylesine elit insanlar oluşturuyordu. Kendisi bize orada yaşadığı bazı olayları ve insanlarla olan iletişim maceralarını anlattı. Anlattıkları benim için hem ibretlik hem de çok öğreticiydi.
Aile Hekimliği merkezinde birden fazla doktor çalışmaktaydı. Günde en fazla on hasta baktıktan sonra hastalarını evlerinde veya huzurevlerinde ziyaret ediyorlardı. Hepimizin kafasında Almanya’daki evlerin küçük olduğu yönünde bir algı vardır. Oysa meslektaşımınızın ziyaret ettiği evler tam bir saray yavrusu ve konak şeklindeydi. Tamamı çok yaşlı olan bu insanlar özel hizmetçileriyle, çok lüks döşenmiş bu evlerde bir ya da iki kişi olarak yaşamaktaydılar. Bir defasında bu Doktor Hanım yaşlı bir Alman çifti ziyarete gittiğinde evin hanımı ilk defa muhatap olduğu başörtülü bu Türkü eve almak istememişti, sonra da zoraki kabul etmişti. Ama bir müddet sonra her şey değişmiş ve yakın ahbap olmuşlardı, artık ziyarete gittiklerinde doktoru kapıda karşılayıp kapıdan uğurluyordu. Nitekim eşi vefat ettiğinde de gazeteye verdiği teşekkür ilanında adı geçen üç kişiden biri başlangıçta eve almak istemediği Türk doktordu.
Huzurevlerine gittiklerinde de benzer şekilde büyük bir coşkuyla karşılandıklarını, aralarında inanılmaz bir bağ oluştuğunu anlattı. Yaşları oldukça ileri olan bu bizim tabirimizle “Beyaz Almanlar” hayatlarında belki de ilk defa başörtülü bir Türkle muhatap olmaktaydılar. Hem de temizlikçi, tezgahtar, marangoz yada hizmetçi olarak değil bir doktor olarak. Kendileriyle iletişim kuran, dertlerini dinleyen, onlara şifa dağıtan bir Müslüman kadın vardı karşılarında. Bu onlar için belki de hayal bile edilemeyecek bir durumdu. Evet Türkler on yıllardır Almanya’daydılar ama bu seviyede ve Müslümanlığını koruyarak, sembollerini üzerinde taşıyarak bu düzeydeki Almanlarla pek temas kurmamışlardır. Böyle bir temas adeta bütün önyargıları bir anda hortlatmakta ama muhatabın samimiyeti, nezaketi ve sıcaklığı sayesinde bu önyargılar tuzla buz olmaktadır.
Bu anlatılanlar insana insan olarak değer vermenin ne kadar temel bir zorunluluk olduğunu tekrar hatırlamamıza sebep oldu. Bizim bilgilerimize göre din öncelikli olarak kişileri muhatap alır. Elbette içtimai emirleri de vardır ve topluma da önermeler yapar, sınırlar koyar, ama esas muhatap şahıslardır. Dinle ideolojiyi esas ayıran şey de bu olsa gerek. İdeoloji toplumu değiştirmeyi hedeflerken din öncelikle insanları değiştirmeyi hedefler. Ancak bunu zorla değil, kalplerini fethederek yapmayı emreder. Aksi takdirde inanmadığı halde, başka saiklerle, inandığını söyleyenler zaten münafık olacağı için bunun Allah katında bir değeri olmayacaktır. Siyasi veya ekonomik başarıları değil de gönüllere girmeyi hedef alan samimi insanlara ne kadar çok ihtiyaç olduğunu bu sunumu dinlerken bir defa daha derinlemesine hissettim. Resmi prosedürlerin zorlamasıyla yahut da bir menfaat için değil, sadece insan olduğu için insanlara temas eden, yardım eden, derdini dinleyen ve onlara değer veren insanlar olmak lazım. Herhalde ihtiyacımız olan bu. Çok şükür böyle insanlar hala aramızda var.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***