YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bediüzzaman Said Nursi, özellikle esaret yıllarına dair bir eser kaleme almamış olsa da, başka bağlamlar ile zaman zaman esaret günlerine atıflarda bulunmuştur. Örneğin Şualar’da:
“Eski Harb-i Umumîde Rusya’nın şimalinde doksan zabitimizle beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zatların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç dört adama dedim: ‘Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz.’ “Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: ‘Neden bu haksız tedbiri yaptın?’ Dedim: ‘Haklı adam insaflı olur, bir dirhem hakkını istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatına feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır.” (13. Şua)
Savaşın uzaması ve Rusya’daki iç karışıklıklar giderek yaygın hale gelince bu gerilim toplama kamplarına da yansımıştı. Rus komutanlar kendi ordularını zor komuta ederken, özellikle askeri esir kamplarında her an bir isyanın çıkmasından endişe ediyorlardı.
Özellikle Osmanlı/Türk esirler yerel halk ile de (çoğu Müslüman Tatar idi) iyi ilişkiler kurmasından dolayı bu paranoyaları artık zirve yapmıştı. Bu önyargıdan Bediüzzaman da nasibini alacaktı. Okuyalım:
“Rusya’da Kosturma’da doksan esir zabitimizle beraber bir koğuşta idik. Ben, o zabitlerimize ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: “‘Bu Kürt gönüllü alay kumandanı olup, çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin.’ İki gün sonra geldi, dedi: ‘Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlakîdir; dersine devam eyle.” (Lem’alar, s370)
Bediüzzaman gibi alfa karakterler nerede olursa olsun, bir şekilde idari olmaksızın odak noktası olurlar, nitekim esir kampında da öyle olmuştu. Esir kampındaki sıradan erden en yüksek rütbeli komutana kadar, onun yanına geliyor ders dinliyordu.
Nitekim bir keresinde sorulduğunda, “Rusya’da esaretteyken hâkimiyet-i manevîye kurmuştum!” demişti.
Peki bu esir kamplarında günler nasıl geçiyordu.
Bunun için tekrar Rus kaynaklara müracaat etmemiz gerekiyor. Çünkü çok enteresan gelişmeler oluyor!
Boris Yegalov (Doktor astronot ile karıştırılmasın) Rusya Beyond’da kaleme aldığı bir yazıda ülkesini temize çıkarma gayretiyle, “Rusya’nın Savaş Esirlerine yönelik muamelesi o dönem için ileri düzeyde kabul edilse de binlerce erkeğin açlıktan ve hastalıktan ölmesini engelleyemedi.” itirafını yapar.
Önce de belirttiğimiz gibi Rusya büyük cihan harbinde yaklaşık 2,5 milyon esiri kendi ülkesine götürmüştü. Yine daha önce belirttiğimiz gibi, bu esirlere bir tür “canlı ganimet” olarak bakıyorlardı.
Ancak ülkenin içinde bulunduğu siyasi kargaşa ve ekonomik sıkıntı bir yana, esirleri barındıracak uygun yerler bile yoktu.
Rusya’nın bu esirleri uhdesine aldığı dönem (1914-1922) ülke tarihinin en çalkantılı dönemiydi aynı zamanda.
Esaret günlerini en iyi anlatan isimlerden biri de Kızılhaç adına orada bulunan İsveçli bir aktivist ve hemşire olan (İsveç’in Rusya büyükelçisinin kızı) Elsa Brandstörm’dü. Hatıralarını anlattığı iki ciltlik; “Feindeshand” (Düşmaneli) isimli kitap da yayınlayan Bayan Brandstörm, Ruslardan biraz daha farklı bir esaret ortamı tasvir eder.
Sibirya Meleği olarak da anılan hemşire Elsa Brandstörm.
Almanlar için insanüstü bir karakterdi Hemşire Elsa, binlerce Alman askerinin hayatını etkilediği biliniyor. Bugün Almanya’da pek çok caddeye onun ismi verilmiş, onun adına dispanserler, kütüphaneler, okullar var.
Tarihçiler savaş esirlerinin yakalandıktan sonra, hapsedilecekleri yere varmadan önce bir ila üç ay seyahat ettiğini, ardından sorguya çekildiklerini, eğer insaflı bir komutana denk gelindiyse, yaralı ve hastaların tedavi için bir süre tutulduğunu, geri kalanların ise trenlerle Kiev (Darnitsa) ve Moskova’daki (Ugrezhskaia ve Kozhukhovo) ana toplanma istasyonlarına götürdüğünü yazıyor.
Buralarda kayıt altına alınan esirler, daha sonra sayıları 400’ü bulan toplama kamplarına dağıtılıyor.
Kamplar genellikle Rusların ‘’Voyenni Gorodok’’ (yani askeri şehircik) dedikleri bölgeler oluşturularak inşa ediliyordu.
Aslında işkence daha esirler taşınırken yapılmaya başlıyordu. Rus tarihçilerin “sıcak vagonlar” dediği perişan mekanlarda, köhne ahşap ranzalar, aynı ortamda açık tuvaletler (genellikle pis bir kova oluyordu) ve bir yanmayan ocak bulunuyordu.
Erzak… Rusların dağıttığı tek erzak su idi!
Esirlerin çıkarılan yasaya göre günlük bir ödeme alması gerekiyordu ama, henüz kimsenin böyle bir parayı aldığı kayda girmemişti.
Bu sebeple esirlerin çoğu dilenmek zorunda kalıyordu.
Esirler bedava işgücü olarak madenlerde, inşaatlarda, tren ve kara yolunda işçi olarak çok ağır şartlarda çalıştırılıyordu.
Hz. Bediüzzaman, esir koğuşlarındaki boş muhabbetlerden kısa süre içerisinde fena sıkıldı ve bir çözüm üretti… Yazıyı okumaya devam edelim…
Kosturma’nın hemen yanıbaşındaki Sharya’da (aynı isimli demiryolu şirketine) bedava hizmet veren esir askerler.
Yemek diye dağıtılan lapayı alan bir esir.
Rusya esir alma işine o kadar hazırlıksız girmiş ve sevkiyatı o kadar bilinçsizce yapıyordu ki, pek çok bölgeye yerleşen esirlerin nüfusu yerel halkı çoktan geçmişti.
Kamplar eğer resmi bir daireden dönüştürülmediyse, genellikle iptidai barakalardan oluşuyordu. Rus askerler buna Zemlianki (Yere kazınmış kulübe) diyordu. Yine hemşire Elsa’ya göre, hiçbir esir koğuşunda kapasiteye göre esir tutulmuyordu. En az yüzde 50 daha fazlaydı.
Bu son derece ağır şartlara rağmen Ruslara göre sorun yoktu, hatta General Rachamimov’a göre, esirler pek çok yerel haktan daha konforlu bir hayat sürüyordu!
Bura rağmen savaşta ölen esirlerin anısına 2014 yılında Kosturma’ya bir anıt dikildi.
Günümüz Kosturma’nın uydu görünüşü.
Son derece kıymetli iki eser…
Fakat çok da haksızlık etmeme adına, bazı kamp personeli esirlerle bire bir ilişki kurabiliyor ve hatta kayıt dışı olarak onları kamp dışına çıkarıyor, yakındaki yerleşim yerlerini geziyorlar, Tatar ailelere misafir oluyorlar, günlük, haftalık gazete dergileri toplayıp kampa tekrar geri dönüyorlardı.
Tıpkı Bediüzzaman gibi bu zorlu esareti yaşayıp, daha sonra firar eden Hüsamettin Tuğaç, günlük kamp hayatını şöyle anlatıyor:
“Şehrin dışında çok esaslı, sağlam yapılmış bir askeri şehir var ki, üçer katlı yan yana sıralanmış büyük binalardan kurulmuştu. Bu büyük kışlalardan birinde 50 – 60 kadar katlı Alman subay bulunuyordu. Biz 5 Türk subayı da bu pavyonda bir odaya verdiler. Alman esirlerinden bir er, bizim oturduğumuz katta Alman subaylarına yemek pişiriyordu. Biz de bu Alman mutfağına katıldık. Şu var ki Alman yemek porsiyonu bizden iki arkadaşı doyuruyordu. Şamlı Hakkı, ara sıra canının istediği yemeklerden yapıyor biz de onun Türk yemeklerini lezzetle yiyorduk. Kamp komutanı yaklaşık olarak 60 yaşlarında ufak yapılı bir emekli yarbay idi. Bize ara sıra sıcak giyecek, çorap gibi şeyler satardı. Bana da kalın iyi bir kışlık palto sattı. Pek az Fransızca biliyordu.
Şu kısım çok ilginç:
“Maraşlı Hakkı isimli bir subayımız vardı. Bir süre sonra onu kıskanmaya başlamıştır. Zira kamp komutanı ile arası çok iyi idi. İstediği zaman muhafızsız şehre gider gelir, bazen de otellerde yatardı. Güzel bir sivil elbise, mükemmel bir palto herkesin dikkatini çekerdi. Hakkı’nın nasıl olup da öğle serbest dolaşmasına ve özel bir muamele görmesine akıl erdiremedik. Kendisine sorduğumuz zaman “Herifleri kafese koydum, dizlerimde romatizma var diye hastaneye tedaviye gidiyorum ve bazen de otellerde kalıyorum” diyordu. Fakat biz Hakkı’nın bu halinden utanç duyuyorduk. Almanlar da iyi gözle bakmıyorlardı. Onu aramızda fazla konuşturmazdık, ileri giderse işin sarpa saracağını ve dayak yiyeceğini anlamıştı. Bir süre sonra kamp komutanı Hakkı’yı bizden ayırdı. Şehirde bir otelde kalıyordu. Hakkı’nın karakterinin bozukluğuna ve biraz da açıkgöz ve becerikli oluşuna veriyorduk…”
Sakın uzatmaya çabalıyorum gibi anlaşılmasın. Başta ben pek çok yeni şey öğreniyorum.
Said Nursi’nin bireysel menkıbesine daha yakından göz atacağız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***