YORUM | M. NEDİM HAZAR
Cevdet Paşa’nın nakledildiğine göre gayrimüslim teb’a, “Bizim Padişahımız Abdülmecid idi. Bu (Sultan Aziz), Müslümanların Padişahıdır. Biz kabul etmeyiz” diyerek Sultan Abdülaziz’in idaresine isyan hazırlığına girişmişlerdi.
Bilahare serpilen ve gelişen Jön Türk hareketi bu kez Şehzade Murad üzerine yatırım yapmış ve amacına ulaşmıştı. Bu dönemde Sultan II. Abdülhamid meşruti bir idare için Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren derin yapı ile çalışmak zorunda kalmıştı. Sultan Abdülhamid’in bu ihtilalci kadroya meşrutiyet sözü vererek tahta çıktığı biliniyor. Ancak sonraki uygulamalara bakıldığında Abdulhamid’in bu sözünün tamamen siyasi olduğu çok nettir.
Manzara şu idi…
Sarayı elinde tutan kesim, özellikle dindar kitleyi (tarikat ve cemaatler) kullanarak her özgürlük talebini isyan ve ayaklanma olarak gösteriyordu.
Jön Türkler ve dahi İttihat ve Terakki ise özgürlük, adalet ve eşitlik sloganıyla son derece güçlenmişti.
Abdulhamid ise bu iki kitleyi de artık idare edemeyeceğini anlamaya başlamıştı.
Saray uluları 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra artık gücün tamamen ellerinden çıktığını kavradılar.
Ne kadarından Sultan Abdulhamid’in haberi vardır bilinmez, durumu kendi lehlerine çevirebilmek adına bir şeyler yapmak gerektiğine inandılar.
İktidara Maslak Köşkü’nde yapılan ve oradaki komşusu Mr. Tomson’un aracılığıyla İngiliz Büyükelçisi Layard’la görüşen veliaht Abdulhamid, daha sonra Musluoğlu Köşkü’nde Mithat Paşa’yı çağırtarak iktidara gelebilmek adına her kesimin isteklerine olumlu cevap vererek geçmişti tahta.
Veliaht ateşin bir zekaya sahipti ve herkese, “meşruti idarenin yaşanılan zamanın bir icabı olduğu, bunda artık bir zaruret hasıl olduğu, devlet yükünün ancak bu suretle paylaşılması gerektiği” şeklinde sözler veriyordu. (Bilinmeyen Yönleriyle 2. Abdulhamid, S61)
Tahta geçtiği andan itibaren kurduğu sistem özellikle aydın kesimi hiç memnun etmiyordu. Buna bir de yurtdışına tahsil için giden gençlerin batının özgürlük ruhundan etkilenmesi eklenince, sultanın hiç hesaplamadığı bir muhalif kartopu büyüyerek gelmiş, Abdulhamid bu sıkıntıyı daha fazla baskı ve sindirme ile çözebileceğini sanmıştı.
İşte tam da bu esnada özellikle İstanbul ve İzmir gibi illerde sosyal anlamda muazzam bir asrileşme hareketi başlamıştı.
Bu akım sarayı da etkilemiş, Abdulhamid sarayda sinema kurdurmuş, opera ve müzikallere izin vermişti.
Tam bu esnada çok enteresan bir gelişme oldu.
Sultan Abdulaziz’in hayatının projesi olan ancak doğru dürüst ikamet etmesi bile nasip olmayan Dolmabahçe Sarayı’nda büyük bir yangın çıktı.
Sultan Hamid, bu yangın sonrasında yakın çevresinin de yoğun baskısı ile güvenlik açısından Yıldız Sarayı’na taşındı.
Bu taşınma Sultan ile halk arasındaki son iletişim liflerinin de kopması anlamına geliyordu.
Artık 2. Abdulhamid Cuma namazlarına bile halkın arasına gitmiyordu.
İmparator Meiji’nin kömür tekniği ile (Conté) Amerikalı ressam Edoardo Chiossone tarafından çizilmiş portresi
Enteresandır tam bu esnada Japon İmparatoru Mutsuhito (Ölümünden sonra Meiji olarak anılmıştır) İslam dinini merak ettiği için ona bu konuda bilgi verebilecek din adamı yollayıp yollamayacağı şeklinde sorusu, İstanbul medyasında yer almıştı.
Yaşanan olaylar işin içinde iş olduğu şüphesini de uyandırmıyor değildi.
Zira tam bu esnada Mutsuhito’nun yaveri İstanbul’da görülmüştü.
Abdulhamid zaten yeterince paranoyaya sahip bir liderdi, bir de böylesine hassas bir dönemde Japon yaverin Rus elçi ile beraber ortalıkta görünmesinden rahatsız olmuştu.
Bu esnada yine İslami medyada bir haber yer aldı.
Dönemin alimlerinden Abdurreşid İbrahim, Uzakdoğu’da İslam’ı tanıtmak ve anlatmak için ödenek istemiş ve bunun için saraya müracaat etmişti.
Bu talep de yine saray tarafından savuşturulmuş bunun üzerine Bediüzzaman köşesinde Abdulhamid’e doğrudan şöyle yazmıştı:
“Makam-ı Hilâfet münhasıran Cuma namazı resm-i âlisi değildir. Halifelerin kudret-i mânevîyesi olduğu gibi, kudret-i maddiyesi de olacak, aktar-ı cihandaki ümmet-i Muhammedin (asm) cümle muamelatına kâfil ve zamin olacaktır. Abdurreşid İbrahim Efendi bir mücahid-i din-i mübindir. Onun istirhamını neticesiz bırakmak günah-ı azimdir. Makam-ı Meşihat kudretsiz ise İlehül hamd bu memlekette bu uğurda feday-ı can edecek erbab-ı din mevcuttur. Niçin bu istirhamı memalik-i mahrusanıza ilân ve tebliğ buyurmadınız?”
Dönemin Şey-ülislam’ı Cemalleddin Efendi.
Yazı bizzat saray ulularının olduğu ortamda Sultan Abdulhamid’e -biraz da kışkırtmak adına- okunacaktı.
Sonrasında olacaklar için ateş harlanıp duruyordu.
Yazı okunduğu anda orada bulunanlardan Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, daha sonra oğluna şöyle diyecek ““Ben bugüne kadar hünkâra kanaatlerini bu kadar cesurane izah eden kimseye rastlamadım.” Ve oğlu Ahmed Muhtar bunu hatıratında kaleme alacaktı. (Ahmed Muhtar, İntâk-ı Hak, İstanbul 1927)
Dönelim Yıldız Sarayı’na taşınan Abddülhamid’in akıbetine.
Bu içe kapanma ile nelere sebep olduğunu ve saltanat için neye mal olacağı hakkında ise bir fikri yoktu padişahın! Çırağan sarayı ve Feriye Sultan Abdulaziz’in sonu olmuş ve yine gizemli bir yangın sonrası kapatılmıştı.
Yazar ve büyük alim İbnulemin Mahmud Kemal, Sultan II. Abdülhamid’in vaziyetini şöyle tanımlamıştı:
“Padişah’ın tahta çıktığı 1876 yıllarında serbestçe halk ile temas ediyor ve hürriyetçi yazarlarla fikir alışverişinde bulunuyordu. Daha sonra “fesatçı telkinat ve haberlerle” adeta sarayda kendisini hapsetti ve sadece yakınlarıyla görüşmeye başladı. Cuma günleri sarayın önündeki camiye, senede bir defa Hırka-i Saadet ziyaretine ve iki defa da Bayram Alayı’na çıkabildiği halde, mel’un ve alçak insanlar onlara dahi mani olmaya çalışıyorlardı.” (İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, C2, S1273)
Servet-i Fünun dergisinin 24 Aralık 1908 tarihindeki kapağı.
İşte 2. Meşrutiyet’ten hemen, yani yangının üzerinden tam 32 yıl geçtikten sonra Meclis ilk toplantısını 14 Kasım 1909’da Çırağan’da yaptı.
Gerçi çok değil iki ay sonra 19 Ocak 1910’da tekrar yandı ve tamamen küle dönen saray yaklaşık 80 yıl kapalı kaldı!
Ve halka şu efsane yıllarca yutturuldu:
“Çırağan’ın yanıp durmasının sebebi, bodrumda gömülü olan mübarek zatlar!”
İstanbul İslam öncesi dönemden beri hep böyle şehir efsanelerinin merkezi olmuştur.
Tarihi bir görsel; Ermeni, Yunan ve Müslüman milletleri adına açıklama yapılıyor.
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra derhal seçimlere gidilmiş, başlıca 2 parti; İttihat ve Terakki Fırkası ile liberal görüşlü Ahrar Fırkası yarıştı. Elbette ki seçimi ittihatçılar kazandı. Seçimlerin ardından oluşan yeni Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908’de çalışmalarına başlamıştı bile.
Nisan 1909’da şiddet olaylarını tetikleyen muhalif gazeteci Hasan Fehmi beye suikast olayı yaşandı. 8 Ağustos’ta alınan bir karar ile padişahlık sembolik bir seviyeye indirildi. Ölen de öldüren de muhalifti ama bu olayları en çok muhalifler protesto ettiler yine. Bu cinayetten bir hafta (13 Nisan 1909) sonra bu kez medrese öğrencileri ayaklandı.
İstanbul adeta cehennemi yaşadı. Sokaklarda subaylar vuruluyor, milletvekilleri linç ediliyor ve gazeteler basılıp yağmalanıyordu.
Padişah’ın oluşturdu baskı, gücü zayıfladığı an kendisine dönmüştü.
Bu olaylar, eski takvimle yeni takvim arasındaki 13 günlük farktan dolayı 31 Mart Vakası olarak anılacaktı.
İşte bu kirli ve çalkantılı dönemde muazzam bir akl-ı selim ve serin kanlı bakışı olan bir münevver vardı: Said Nursi!
Toplumun her kesimini sükunete davet ediyor, kan ve şiddete karşı çıkıyordu.
Saray da boş durmuyor, kendince bu işten sorumlu olarak gördüklerini ya infaz ediyor ya da hapse atıyordu.
Bediüzzaman da bu kıyımdan nasibini alacaktı.
Mayıs başında ortalık artık tamamen toz dumandı, Selanik’ten yola çıkan Hareket Ordusu, İstanbul’a gelmiş ve sözümona olayları bastırmıştı.
Bediüzzaman bu kargaşada artık bir şey yazıp söylemenin anlamsız olduğuna inanarak İstanbul’u terk edecekti.
Ancak gidebilmek hiç de kolay olmayacaktı.
Bambaşka hayaller ile geldiği Payitahtta bir devrin kapanışına şahit olmuştu.
Yola çıktı ve İzmit’e vardı. Orada tutuklandı ve İstanbul’a yollandı.
Ve saraydan İzmit emniyetine acil kodlu bir mesaj geldi:
“İzmid Polis Komiserliği’ne,
Bediüzzaman Kürd Said Efendi’den oraca alınmış olan bir kama ile rovelverin serian Daire-i Zabtiye’ye gönderilmesi. 11 Mayıs 1325/24 Mayıs 1909.”
Sıkıyönetim ilan edilmişti ve genç Said Nursi meşhur Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanacaktı.
Suçlama çok tanıdıktı:
Yazı ve fikirleriyle halkı isyana çağırmak, huzur bozmak ve iktidarı devirmek!
Bak bak, şu ifadelere bak:
“‘İki mekteb-i Musbetin Şehadetnamesi’ yahud ‘Divan-ı Harb-i Örfî ve Said-i Kürdî’ ünvanlarıyla Bediüzzaman nam muharrir tarafından neşr olunmakta bulunan risâlenin münderecatı hezeyan-ı zekiye efkâr-ı umumiye üzerinde su-i tesir icrasının hâli kalmayacağı cihetle, bidayet re’y-i mezuniyetle alenen devam-ı neşr ve füruzat mahzurdan salim görülmeyerek…”
Bediüzzaman ne saraya kendini kabul ettirebilmişti ne de İttihad ve Terakki çetesine…
Sebebi ise şu cümleler gibi olan yüzlerce cümleden oluşan yazılarıydı:
“hürriyet-i şer’iyye gerekir. Bazı muhaliflerin söylediği gibi tam bir istibdâd yoktur, Abdulhamid idaresi mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd’tır. Ancak İttihâdcıların zulmü ise, pek şiddetli küllî istibdâd”’tır.
İki zalimliğin arasında ezilen oydu.
Ve yeni rejim Said Nursi’yi yargılamaya başladı.
Risale-i Nur’da bu yargılamanın detayları var. Yalnız durduğu o hassas dengeli noktayı vermesi açısından sadece şu kısmı aktarmak isterim:
“Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş (beden değiştirmiş). Ve maksad da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet (hürriyeti almak) değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!..” (Divan-ı Harb-i Örfi, On Birinci Sual)
Mahkeme ona verilecek cezaların en ağırını verir; tımarhaneye gönderir!
Toptaşı tımarhanesini de otel odaları bağlamında ele almaya devam eceğiz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***