YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bugün seri yazımızın ana konusu olan otellere kısacık bir ara verip Hz. Bediüzzaman’ın neden bir dönem ısrarla İstanbul’da yaşadığını ve gazete/basın ile ilişkisini ele alacağız.
İstanbul, 19. yüzyıl ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı özellikle münevverler açısından çok mühim bir şehirdi.
Payitaht…
Bu kelime son zamanlarda siyasilerin kirletmesinin ötesinde başkentten çok daha fazla anlam ifade etmektedir.
Misal Bab-ı Ali buradaydı.
Müsaadenizle biraz etimolojiye girmek durumundayım.
Bu kelime Osmanlı döneminde sadrazamın sarayına verilen isimdi. Sultan Abdulhamid’den önce (Buyurun size siyasal İslam’ın mundar ettiği bir karakter daha) bu binaya paşa kapısı, paşa sarayı ya da Bab-ı Asafi gibi isimler de verilmişti.
Babıali’nin ilk dönemleri.
Osmanlı Devleti, klasik olarak Bâb-ı Âlî’den idare ediliyordu.
Arapçada, “kapı” anlamındaki “bâb” ile Farsça -ı tamlaması Arapça yüce anlamındaki “âlî” ile birleştirilerek Osmanlı’nın türettiği bir kelimeydi.
Tabii bir toplumsal harekettir; bir devleti yöneten güç neredeyse o ülkenin medyası oranın çevresine yerleşir.
Bu anlamda tıpkı payitaht ile başkentin arasındaki fark gibi, Babıali ile basın/medya arasında da ciddi farklar vardı.
Ancak bu mesele bugünkü yazımızın konusu değil.
Sirkeci’den başlayarak, Babıali Binası’nın çevresinde (yani sadaret makamının etrafında) kümelenen bir medyası vardı ülkenin.
Meşhur Babıali Baskını…
Bu binanın hemen önünden Cağaloğlu’na doğru giden yokuş ise Babıali Yokuşu olarak anılıyordu. İşte bu yokuşta sağlı sollu tüm gazete ve mecmua binaları vardı.
Cumhuriyet döneminde başkentin Ankara olmasıyla bazı önemli yayın organları merkezlerini oraya taşıdılar. Çünkü TBMM oradaydı.
Ancak Babıali çoktan bir geleneğe dönüşmüştü.
Sadece gazete ve mecmua bağlamında değil, yayıncılık alanının tamamı buradan yönetiliyordu: Matbaalar, yayınevleri vs.
Dolayısıyla Babıali Yokuşu’ndan dönemin önemli ve meşhur gazeteci/yazarlarına mutlaka rastlardınız.
20. yüzyıl sonlarında ülke medyası hem büyüyüp hem de zenginleşince “İkitelli”ye taşındı bu binalar. Bir tek Cumhuriyet kalmıştı, o da 2005 yılında pes ederek bu bölgeyi terk etti.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Babıali Yokuşu…
Hz. Bediüzzaman yaklaşan çağın bilincinde bir alimdi.
Risale’sinde şöyle der:
“Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: ‘Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir…Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: ‘Ulum ve fünûnun en parlağı olan belagat ve cezâlet, bütün envâıyla ahir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsiz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.” (21. Söz, 2. Makam)
Belagat, yani retorik apayrı bir alandır. Fakir bu konuda epey dirsek çürütmüş, kafa patlatmıştır ama ana konumuzdan uzaklaşmamak için bu alanın kapısından dönelim.
Bediüzzaman’a göre “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belagat” için medya önemli bir aparattı.
Bu sebeple 1908-1920 arasında 15’e yakın gazete ve dergide makaleler yazmıştı.
Bediüzzaman Birinci Cihan Harbi’nden çok önce (1880-90) Van’da sadece ilim tahsili ve talebe yetiştirmekle ilgilenirken, bir yandan da basını takip etmektedir. Üstelik sadece ülke medyasını değil, tüm İslam alemini yakından takip etmektedir.
Osmanlı çatırdamaktadır.
Padişahların kendilerince buldukları bir tür “Alt padişahlık” sistemi olan “Hidivlik” zamanla dönmüş Osmanlıyı vurmaya başlamıştır.
Hidiv Tevfik Mısır’da ihaneti başlatmış ve sonunda İngilizlerin Mısır’ı işgaliyle neticelenmiştir bu ihanet.
22 Ağustos 1882 tarihinde El-Ehram gazetesinde İngiliz Avam Kamarası’ndan bir haber yayınlanır.
İngiliz Sömürge Bakanı olan (Bu bakanlığın o dönemki ismi Müstemlekeler/Savaş ve koloniler bakanlığıdır) (Orijinali Secretary of State for War and the Colonies ) o dönem daha ziyade Ripon Kontu (Earl of Ripon) olarak bilinen George Frederick Samuel Robinson’dur.
Bu Samuel başlı başına bir yazı değil kitap konusudur.
Hayatı müstemleke valiliğiyle geçmiş, ahir ömründe müstemleke bakanı olarak taltif edilmiştir. 1. Ripon Marki’si olarak da ün salmıştır.
Müslümanların İngiliz ordusuna yenilmeleri için Avam Kamarası’nı duaya davet eden Samuel Gladstone, kaderin garip bir cilvesidir ki, ölümünden sonra tam tersi gelişmelere vesile olmuştur. Evinde İslam’ı anlatan toplantılar yapılmış ve neredeyse 100 yıl sonra torunları İslam’ın sömürgeye ve kapitalist zulme karşı en önemli panzehir olduğunu açıklayan tartışmalar gerçekleştirmiştir.
Özellikle Hindistan valiliği esnasında sömürgenin karşısındaki en büyük direncin İslam dini olduğunu görmüş ve bununla mücadele edilmesi gerektiğine inanmıştır.
İşte bu 1. Ripon Marki’si, 1882 yılında bir eline Kur’an’ı alarak Avam Kamarası’na şöyle seslenmiştir:
“Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Mutlaka ama mutlaka bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız!”
Bu cüret tanımayan hadsizlik kısa sürede İslam aleminde dalga dalga yayılır.
Haber ve yorumları okuyan Nursi, ““Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” diyerek harekete geçer. İstikamet bab-ı Ali’dir.
Çünkü orası ilim ve fennin en parlağı olan retoriği özgürce ve etkin kullanan tek yerdir!
Bediüzzaman bir adım daha atarak bir de gazete çıkarmak ister ama 1. Dünya Savaşı buna engel olur.
Ancak fikirlerini ve imanı kuvvetlendiren hakikatleri en iyi İstanbul’dan yayabileceğine inanmaktadır.
Bu sebeple İstanbul’da pek çok otelde hayatının değişik döneminde değişik sürelerle ikamet etmiştir.
Bir sonraki yazıya tam 27 yıllık ayrılıktan sonra geldiği İstanbul’da kaldığı Fatih Reşadiye Oteli’nden bahsedeceğiz…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***