YORUM | M. NEDİM HAZAR
Evvelen böyle bir yazı ile siz sevgili okurlarımı muhatap ettiğim için af istiyorum.
Ve fakat gelin görün ki şartlar beni buna biraz mecbur etti.
İzah edince belki hak verirsiniz…
İlk yazı dizim yayınlandığında yıl 1988’di..
91’de makale formatında ilk yazım yayınlandı.
Hiç unutmam, daha önce de yazmıştım hatta: Rahmetli Hekimoğlu İsmail gazeteye geldiği bir gün beni sormuş ve “sen bence çok iyi mizah yazarsın!” demişti de acayip gururlanmıştım.
Ancak benim niyetim sanat yazmaktı.
Öyle de yaptım.
Rahmetler olsun Hekimoğlu ağabeyime.
Hani nereden baksanız 33 yıllık bir yazı çizi geçmişim var.
Günlük bir gazetede (bazı zamanlar haftada 9 yazı yazdığımı bilirim) yazı kaleme almak hem çok zor hem de kolaydır.
Galiba bizi en iyi “Bugün ne pişirsem?” diye kara kara düşünen ev hanımları anlar.
İyi bir yemek ile iyi bir yazı arasında hazırlama kronolojisi ve etmenleri açısından pek bir fark yoktur.
Elinizde son derece zengin imkan bile olsa ahçılık belli bir deneyim ve vehbî bir kabiliyet ister.
Bütün drama derslerinde ilk anlattığım şey Dostoyevski’nin yazarlığın bölümlerini tanımladığı kısımdır: “Yazarlığın yüzde 3 sanat, yüzde 97’si zanaattır.”
Yani yüzde 3’lük Allah vergisi olmadan ne kadar çalışırsanız çalışın, bir retorik üretemezsiniz. Yazı bilgiyle tıka basa doludur ama tat yoktur tat.
Yemek ustalığı da öyledir sanırım. Dünyanın malzemesini yığsalar masanıza, Allah vergisi bir el lezzetiniz olmalı.
Neyse niyetim Ahçılık/Yazarlık paradigmasına dair bir karşılaştırma değil şüphesiz.
Özellikle 15 Temmuz sonrasında bizim gibi şeytanlaştırılanlar için kaynaklara ulaşmak inanılmaz zor hale geldi.
Her şey bir tarafa kendi kişisel arşivlerimiz bile yok edildi.
Dolayısıyla bir görseli ya da kaynağı kullanırken binbir emek ile önce bulmalı, sonra rıza almalısınız.
Özellikle son birkaç yıldır bunun sıkıntısını en çok yaşayanlardan biriyim.
En ufak bir kullanımda zaten pusuda bekleyen muktedirin muvazzafları anında telif atıyor, yazıyı kaldırtıyor, görüntüyü sildirtiyor vs.
Bediüzzaman Hazretleri’nin son günlerini daha önce kaleme almıştım.
Bir alimin dünyaya vedası bana göre çok dokunaklı ve binlerle ibret içeren bir serüvenin finaliydi.
Son nefesini verdiği İpek Palas Oteli ile ilgili bir yazı kaleme alırken, buranın müze yapılıp yapılmaması dahil, her şeyi şantaj malzemesi yapmayı bilen Erdoğan (Bir kısım Nurcuları) elinde oyuncak etmiş oynuyordu. Bu, otel yazısı bende Bediüzzaman’ın ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği bu mekanlara yönlenme hissi uyandırdı.
Said Nursi acaba hayatı boyunca (tabii ki bilebildiğimiz kadarıyla) hangi otellerde kalmıştı. Bu otellerde neler yaşanmıştı. Klasik tarihçelerde olmayan ayrıntılara ulaşmaktı niyetim.
İtiraf ediyorum epey zorladı beni.
Çünkü kaynaklara ulaşmak inanılmaz zor oldu.
Devletin ajansında hala dostlarım var.
Doğal olarak hiçbir telefonuma cevap vermiyorlar.
Milli Gazete gibi muhalif görünen yayın organlarındaki dostlarım da öyle.
Sağıra yatmayı tercih ettiler hep.
Yeni Asya, bu süreçte nispeten vicdanlı bir duruş sergiliyor değil mi?
Orada bulunan bir-iki dostum da “Ya elbette yardım ederim de ama biliyorsun” türünden cümleye başlayınca pek bir şey çıkmayacağını anlıyorsunuz tabi.
Neyse, aslında herkesi anlıyordum, hak da veriyordum ama içten içe bozulmuyor da değildim.
Allah’tan internet denilen meret var.
Bizim için olmasa da özellikle İngilizce ile yaptığınız araştırmalarda 150 yıl geriye kadar gün gün gitmek mümkün.
Neyse, Üstad’ın özellikle Genç Said döneminde medyayı, hatta sinemayı yakından takip ettiğini biliyoruz.
Nursi’nin medya ile ilişkilerini ele alan bir bölüm yazdım.
Zor bir yazıydı ama yazdım şükür.
Merak edenler için yazı şurada.
Hz. Bediüzzaman’ın hayatındaki temel kırılma noktalarından biri Batı dünyasının özellikle kolonyalizm döneminde İslam üzerinde kurmak istediği hakimiyet ve İslamlığı ifsat etme çabalarıydı.
Mesela…
1916’da İngiliz Anglikan Kilisesi, İstanbul’daki şeyhülislâmlık makamına Londra’dan bir mektup gönderme cüretini göstermişti. Bu mektupta, İslâm dininin ruhu, mahiyeti, doğuşundan beri medenî hayat ve insan düşüncesi üzerinde ne gibi tesirler yaptığı, zamanın çeşitli bunalımlarını nasıl çözümlediği, tarihin akışı içinde ortaya çıkan ve toplumları olumlu veya olumsuz şekilde etkileyen siyasî ve manevi güçler karşısındaki tavrının ne olduğu gibi hususlarla ilgili sorular yer almaktaydı.
Şeyhülislâmlık ne yapacağını şaşırırken pek çok alim gibi (İsmail Hakkı, Mehmet Akif) Hz. Bediüzzaman da bu mektuba cevap yazdı.
Hazret kendisinden beklenilmedik derecede sertti üstelik. Üsluptaki bu sertlik Bediüzzaman’ın bu konulardaki hassasiyetinden kaynaklanıyordu.
Çünkü mektup büyük bir hadsizlik ve küstahlık içeriyordu.
Öyle bir mektup ki, cevabı bile 600 kelime ile sınırlayarak istemişti. (Elon Musk’ın dedeleri işte!)
Said Nursi cevabına şöyle başlamıştı:
“Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hatta bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” (Hutuvat-ı Sitte, Mektubat)
Rivayet olunur ki, Merhum Akif, meşhur “Tükürün” şiirini de bu mektuba binaen kaleme alır.
İngiliz sömürge Bakanı’nın Avam Kamarasında yaptığı İslam aleyhine konuşma da Üstad’ta böyle bir etki bırakır.
Bahsi geçen yazıda tafsilatın meramı boğacağı düşüncesiyle ayrıntıları yazmadım.
Ancak Risale-i Nurlarda geçen; “Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.” (Emirdağ Lahikası) bölümünü çok ön plana çıkarmak istemedim, sebebini yazının sonunda izah edeceğim.
Yazının yayınlanmasından sonra her yazıda olduğu gibi bir takım çok bilmiş zevat “şöyleyken böyle” türü sataşmalarda bulunur ve açıkçası çok önemsemem. Ciddi bir eleştiri varsa elbette ciddiye alırım.
Ancak, bu hadiseyi, “Bediüzzaman 1877 Doğumlu, bakan bu sözü 1882’de söylemiş” diye mantık yürütmek saçmalığın dik alasıdır.
Mesela bu söze en büyük muhalefeti yapan, konferans, ders ve eserlerinde dile getirenlerin başında gelen Muhammed Kutub, 1916 doğumludur!
Yani Kutub daha doğmamıştı bu sözler söylendiğinde, bu durum Kutub’un bu konudaki yazılarını havada mı bırakır Allah aşkına?
Bir lafa cevap vermek için o anın çağdaşı olunacağı nereden çıktı.
Kaldı ki, 14 yaşında “Bediüzzaman” lakabı almış bir dehadan söz ediyoruz.
Esas derdim bunu ifade eden vasatlara cevap yetiştirmek değildi.
Beni üzen büyük kıymet verdiğim, yazılarını faydalı bulduğum “sitedaş” yazar Yüksel Nizamoğlu’nun başka bir ismin (Başbakan) Wikipedia sayfasını koyup “Gladstone hiç sömürge bakanlığı yapmamış” demesi oldu.
Oysa benim yazımda Sömürge bakanının hem ismi hem de resmi vardı.
Yazıdan (her ne kadar foto altında tashih olsa da) böyle bir netice çıkarmak için ya yazıyı doğru dürüst okumamış olmak ya da öncekiler gibi art niyetli olmak gerekirdi.
Üstelik altını çize çize bahsi geçen şahsın Ripon Marki’si olduğunu belirttiğim halde.
Samuel Rabinson’un Mısır’a müstemleke valisi olarak atandığında sıklıkla söylediği bu cümlenin Avam Kamarası’nda da söylendiğini ilk yazan gazete ise (yine yazıda belirttiğim gibi) El Ahram gazetesidir. Ve tarih de Mısır’ın işgal yılı olan 1882’dir.
Dönemin kargaşası ve iletişim şartlarının iptidailiği göz önüne alındığında bu haberin Bitlis yerel gazetesine düşmesi 10 yıldan fazla zaman almıştır.
Çünkü Hz. Bediüzzaman yıllar sonra yaklaşık 80 yaşından biraz fazla iken bu konuşmaya atıf yapar ve “65 yıl önce” der. Yani yaklaşık olarak 18 yaşında filandır.
Şimdi olayın nasıl gerçekleştiğine bir bakalım, ardından esas tartışmayı ıskaladığımız bir ayrıntıdan bahsedeceğim.
Evet tarih hicri 1316 / miladi 1896…
Bediüzzaman Van valisi Tahir paşanın konağında misafirdir.
Tahir Paşa elinde bir gazete ile salona girer. Hiddetlidir ve Said Nursi’ye elinde tuttuğu gazeteleri gösterir.
Bediüzzaman için kırılma anlarından biridir bu.
Ve “Ben Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez ebedi bir mucize olduğunu dünyaya ilan edeceğim.” diyerek hayat planını değiştirir.
O güne kadar niyeti El Ezher’e gidip akademik eğitim almaktır. (Emirdağ Lahikası II, 139. Mektup.) Ancak durumun ciddiyetini anlamıştır.
Necmeddin Şahinler’in ‘Medresetü’z Zehra ve Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi’ eserinde El Ezher meselesi tafsilatıyla anlatılır.
Yazı biraz uzayacak ama İslam aleminin ve entelektüellerinin halini göstermesi açısından, yukarıdaki gibi boş tartışmaları değil gerçek bir polemiğe sebep verecek bir ayrıntıdan bahsetmek isterim.
İngiliz Müstemleke bakanı bellidir; isim, resim, üstadın yaşı gibi boş beleş lakırdıların dışında, bu meseleyi yazarken içimi sızlatan, ancak tafsilata dalarsam esas mevzudan uzaklaşırız diye bir detaya değinmemiştim.
Ben beklerdim ki, özellikle tarih konusunda hassas olan okurlarım buraya dikkat çeksinler.
Evet bakan böyle bir konuşma yapmıştı ama bu konuşma zamanla minik bazı değişikliklerle kaynaktan kaynağa geçmişti. Daha önemlisi sözü söyleyen bakan, zamanla başbakana dönmüştü!
Ve maalesef buradaki en büyük vebal sanırım Mısırlı alim/yazar Muhammed Kutub’a aittir.
Gelelim ayrıntıya.
Kutub’un meseleyi anlattığı kısacık bölümün olduğu kitabı. İçeriği şuradan tam olarak okuyabilirsiniz. Merak edenler için söyleyeyim, bizim konumuz sayfa 5’te geçiyor…
Bu sözü söyleyen Müstemleke bakanı, dönemin medyasında (bazı Mısır gazeteleri de dahil) yer alan habere göre elinde tuttuğu Kur’an-ı Kerim’i meclise göstererek -orijinal olarak- şöyle demişti: “Bu kitap Mısırlıların elinde kaldığı sürece o ülkede bizim için hiçbir karar verilemez!”
Aslında bu ifadenin sahibi Başbakan Gladstone değil, Samuel Robinson’dur. Ve Kutub ibareyi Enver el-Cundi’nin Hasan el-Benna ile ilgili Al Risalah isimli dergide yayınlanan yazı dizisinden not ettiğinde yıl 1952’dir.
Bu ifade El Ahram’ın minik müdahaleleriyle “Bu kitabı Müslümanların elinden almadıkça, onlara tahakküm edemeyiz’e dönüştürülmüştür.
Dönemin Osmanlı medyası da kendince biraz ekleme çıkarma yaparak yayınlamış ve gazetecilik refleksiyle Bediüzzaman’ın hayatını değiştiren bir an oluşmuştur.
Meseleye çok yakın bir zamanda (bu yılın nisan ayında) Ewart Gladstone’nun İslam’a bakışını detaylıca analiz eden araştırmacı Rahim Farhan da Sivil Diyalog’ta yayınlanan bir makalede dile getirmişti.
Farhan özellikle Gladstone’nun “Bu kitap (Kur’an) var oldukça dünyada barış olmayacaktır” şeklindeki sözlerinin hiçbir rasyonel kaynağının olmadığını yazar ve özellikle Ripon Marki’sinin başbakanından geri kalmayan İslam düşmanlığı için kullandığı cümleler ile allak bullak edildiğini kaleme almıştır.
Bir başka Arap araştırmacı gazeteci olan Ali Alemim ise hem Awsat’ta hem de El Arabiya’da yayınlanan makalesinde bu cümlenin geçirdiği metamorfozu neredeyse yıl yıl takip etmiş.
Bu kadar teferruattan sonra başlık sanki bu yazı için hafif gibi gelebilir fakat toparlamak isterim.
Yazarlık kolay değildir, tarih yazarlığı herkesin harcı değildir. Elbette bu söylediklerimden Yüksel Nizamoğlu hocayı berî tutarım.
Ancak eline her kalem geçirenin yazı değil yumruk atmaya kalkıştığı, sırtındaki bagajıyla sosyal medyada sallapati daldığını gördükçe aklıma ünlü Rocky filmindeki ihtiyar antrenörün kahramanımız yumruk yedikçe söylediği replik geliyor: “Acı yok Raki, acı yok!”
Tamam acı yok olsun da biz vurunca bağırmaca da yok o zaman!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***