YORUM | AHMET KURUCAN
Avrupa ülkelerinden birinde cereyan eden iki hadiseyi kaleme alacağım bu yazıda. İki hadise de ülkemizin kaderine hükmeden bir takım hırsızlar, yolsuzlar, zalimler tarafından mülteci konumuna düşürülen iki ayrı kişiye ait.
Daha dün, ülkesinde kendi insanına sahip olduğu maddi ve manevi imkanları ile faydalı olmak için elinden gelen her türlü gayreti hem de insanüstü bir çabayla gösteren, sonra da bir gecede özgürlüğü dahil her şeyi elinden alınan iki insan bu.
Uzun bir müddet hapis, hapis sonrası Demokles’in kılıcı gibi başında bekleyen ve kendi deyimleri ile siyasetin köpeği olmuş istinaf, yargıtay, anayasa mahkemesi ile hukuk düzeni ve güvenlik güçlerinin zorlamaları karşısında cennet memleketim dedikleri ülkelerinde yaşamaya imkân kalmayınca hicret etmişler. Nereye mi? Acı ama gerçek sayıları 57 olarak ifade edilen İslam ülkelerine değil, insanca yaşama standartlarına ulaşabileceği, temel insan hakları ve özgürlüklerine sahip olacaklarına inandıkları Batı ülkelerinden birine.
İyi yapmışlar. Hiç pişman değiller. Dini inançlarını Türkiye’den daha özgürce bir ortamda yaşayabiliyorlar. Ahlaki değerlerini daha rahat hayata taşıyabiliyorlar. Hukuki sistemde kendilerine insan olarak yer buluyorlar. Hem de mülteci olmalarına rağmen.
Nedense Mekke zalimlerinin zulümleri karşısında bir Hristiyan ülkesi olan Habeşistan’a göç eden sahabeler aklıma geldi şimdi. Tarih tekerrür mü ediyor dersiniz?
Evet, tekerrür ediyor. Hem de asırlardır. Ne acı ki bu hicreti yaşayanların da onlara bunu yaşatanların da dini kimlikleri aynı; Müslüman. Tek bir farkla zulmedenler Mekke kafirleri, müşrikleri, münafıkları ve zalimleri değil. Pekâlâ kafir, müşrik, münafık değilse kim onlar? Dedim yukarıda Müslüman diye. O zaman şu soruyu sorabilirsiniz: bu nasıl Müslümanlık? İslam ve zulüm nasıl yan yana gelebilir? Ben sükût edeyim, cevabını siz verin. Evet, gerçekten çok acı.
Neyse girişi fazla uzattım. Şimdi döneyim yaşanmış bu iki hadiseye. Mülteci ofisinde memur ile mülakat yapıyor arkadaşımız. Şu 10 yıllık süre içinde bunu yapan binlerce kişiden biri olarak. Memur dosyaya vakıf. Nasıl olmasın ki o kadar çok Hizmet hareketine mensup kişi ile mülakat yapmış ki!
Bir ara şu soruyu soruyor: “Buradaki Hizmet mensupları ile konuşuyor ve görüşüyor musunuz?” Arkadaşımız mülakata girip çıkanların hiçbirisinden böyle bir soru sorulduğunu duymamış. Onun için duraklamış. Bıçak sırtında hissetmiş kendini. Çünkü müracaatı kabul edilmediği takdirde temyiz hakkı olmakla birlikte Türkiye’ye geri döndürülme süreci başlayacak. Onun için tereddüt ediyor. Ne evet ne de hayır diyebiliyor o üç-beş saat gibi süren üç-beş saniyelik düşünme süreci içinde. Ve bu soruya şöyle bir soru ile cevap veriyor: “Görüşmememiz mi lazım?” Memur anında arkadaşımızı rahatlatıcı cevabı veriyor: “Bilakis görüşmeniz lazım. Biz sizin terörist olmadığınızı, barışçıl bir harekete mensup olduğunuzu biliyoruz. Hayır, tam aksine görüşmeniz, birlikteliğinizi devam ettirmeniz lazım.”
Şimdi kalemimi salsam neler neler yazacağım ama kendimi tutuyor ve bunun değerlendirmesini size bırakıyorum.
İkinci hadise yine bir başka iltica mülakatından. Hayatın tabii akışı içinde üniversite eğitimi almayan lise mezunu bir insan. Hizmet hareketinde gönüllü olarak bulunmuş. Bir taraftan kendi iaşesi için gece gündüz çalışırken diğer taraftan Hizmet hareketinin içinde elinden geldiğince insanlığa maddi manevi katkılar sağlamış Türkiye hayatında.
Ama “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz!” deyimine hak verdirircesine o da zalimlerin amansız ve imansız takibinin muhatabı olmuş. O da rejimin terörist yaftası ile yaftalanmış. O da çoluk çocuğunu, anne babasını, yakın-uzak akrabalarını, işini gücünü, maddi birikimlerini ve hatıralarını geride bırakarak ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Dikkat edin ülkesini terk etmiş demiyorum, terk etmeye zorlanmış.
İltica mülakatı günü gelmiş. Memur eğitim seviyesi itibariyle karşısındaki insan profilinin o ana kadar gördüğü profilden farklı olduğunu görmüş. İlk sorusu bunun üzerine olmuş. Dediği şey şu: “Sen üniversite mezunu değilsin. Hizmet hareketi ise bir eğitim hareketi. Sen nasıl bu hareketin mensubusun?”
Doğrudur. Bu harekete mensup üniversite mezunu olmayan binler-yüz binler vardı, hala var ve inşallah var olmaya da devam edecek. Bu biraz Türkiye sosyolojisini bilmekle mümkün ama mülakat memuru dediğim gibi o ana kadar önüne gelen dosyalardan ve mülakat yaptığı kişilerden hareketle bu değerlendirmeyi yapıyor ve o soruyu soruyor. Arkadaşımız mülakatı geçiyor verdiği cevaplarla ama başından da kaynar sular dökülüyor. Memurun o sorusunu kendi yüzüne aksedilmiş bir tokat olarak görüyor. Üniversite eğitimi almak konusunda teşvikkâr bir beyan olarak değerlendiriyor o soruyu ve vira bismillah diyor. Önce üniversite eğitimi alacak seviyede İngilizce diline asılıyor, ardından üniversite eğitimini tamamlıyor ve yakınlarda da masterını bitirmiş seçmiş olduğu alanda. Helal olsun ona.
Yaşanmış iki hadiseden bahsettim sizlere. Film sektöründeki ifadesiyle “true story/yaşanmış gerçek hikâye.” Neden bunu söyledim. Zira dünyanın dört bir yanında son 10 yıldır böylesi öyle hadiseler yaşanıyor ki ümit ederim çok yakın bir gelecekte “true story” kaydıyla bu hadiseleri merkeze koyan çok sayıda filmler vizyona girecek. Kitaplar, tezler yazılacak. Siyaset ve hukuk tarihi başta nice ilmi disiplinlerde ders kitaplarına konu olacak. Müzeler kurulacak.
Bütün bunların yaşanmasına sebebiyet verenlerin kimileri yaptıkları zulümlere pişman olacak, özür ve helallık dileyecek, kimileri yaptıkları ile gurur duyacak ve hayatına öyle devam edecek, kimileri adil mahkemelerde yaptıklarının hesabını verecek, kimileri vermeden ahirete göçecek ve hak-hukuk-adalet eksenindeki hesaplaşma ahirete kalacak. Hesaplaşma Allah’ın huzurunda ahirette gerçekleşecek ve 15 Temmuz sonrası yazdığım ilk yazıda ironik bir dille dediğim gibi ahiret çok şenlikli olacak.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***