YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Olana teşhis koymalıyız. Bunu yapmadan kendi alacağımız bireysel pozisyonu da belirleyemeyiz. Tabii bireysel pozisyon alanlardan veya böyle bir isteği olanlardan bahsediyorum. O halde gelin bir genel durum değerlendirmesi yapalım.
Her durum değerlendirmesi kısmen eleştiri de içerir. Bu geleneği bozmayayım. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra birçok gazeteci, akademisyen ve uzman Türkiye’nin geleceğine ilişkin analizlerini, tahminlerini ve öngörülerini gözden geçirmeye başladı. Haklılar. Çünkü en temel mesele, en başında paradigmanın iskeletini oluşturan sabiteleri doğru tespit etmekti. Çoğu bunu yapamadı. Ve yanıldılar. Seçimler yoluyla rejimden kurtuluşa ilişkin genel geçer ön kabul böylece yerle bir oldu.
Oysa son yedi yıldır ben yazmaktan, siz okumaktan bıkmadınız: bu rejim seçimle gitmez. Ya içeride bir çöküntüyle, ya da dışarıdan bir etkiyle yıkılacak. Her ikisinin aşağı yukarı eş zamanlı olması da elbette olası. Fakat kesin olan şu ki, demokratik yolla bu rejimden kurtulmak mümkün değil.
Sosyal bilimler, doğa bilimlerinde olduğu gibi net yasalar ortaya koyamaz. Bununla beraber, bazı esasları iyi tespit eder. Demokratik hukuk devletleri kırılgandır ve demokratik yolla başa geçen bir iktidarla birlikte işlevsizleşebilir. Ancak işlevsizleşmesi kritik eğiği aşmış ve yeterince otoriterleşmiş bir iktidar, seçimlerle gitmez. Öncelikle otoriterleşmenin kritik eşiği aşıldıktan sonra seçimler adil ve özgür yapılamaz. Türkiye’de olan tam da buydu. Esasında yıllardır ben de, birçok başka meslektaş da söylemekten yoruldu. Türkiye hukuk devletine ilişkin ne kadar özelliği varsa son on yılda kademeli olarak tümünü yitirdi ve devletin anayasal mimarisi çöktü. Düşünün ki, uzunca süredir bu rejim astığı astık, kestiği kestik, elinde yargı erkinin tüm gücünü toplamış bir şekilde karşısına çıkan tüm potansiyel muhalifleri etkisizleştiriyor. Selahattin Demirtaş ve on Kürt vekil, yıllardır hapishanede. Ya da rejim yine istediği medyayı yok edebiliyor. Kapatılan gazete ve televizyonların haddi hesabı yok. Kapatmadıklarını da hizaya soktu zaten. Muhalefetimsi olanları da tek tük kaldı, ama onlar da rejimin belirlediği oyun kurallarına göre davranıyor. Tıpkı siyasi partiler gibi. CHP ve AKP arasında, örneğin konu KHK’lılar veya Gülen Cemaati’ne tasnif edilenler olunca, tam bir uyum var. Rejimlerin en önemli özelliği, yukarıda vurguladığım “oyunun kurallarını belirleme” kapasitesidir. Bununla doğru orantılı olarak konsolide olurlar. Diğer bir ifadeyle kendilerini empoze ederler. İktidar ve dil arasındaki ilişki böyle bir şey. O dili oturttuktan sonra, güç öyle bir düzeye çıkar ki, artık konu iktidar olmaktan ziyade rejim olur. Sosyal bilimler her ne kadar doğa bilimlerinde olduğu gibi “kanun” ortaya koyamasa da, ana ilkeleri ve eğilimleri belirleyebiliyor. Otoriterleşen devletlerde iktidarın rejime evrilmesi konusunda yapılan çok sayıda çalışma, otoriterleşmenin iç dinamikler üzerinden ters istikamete dönüştürülmesinin imkânsıza yakın olasılıkta olduğunu ortaya koyuyor.
İşte bunları, seçimlerden önce yazıyordum. Ve sürekli “karamsarlıkla” suçlanıyordum. Beni eleştirenler, insanlara umut vermem gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Seçimlere kısa zaman kala ben de “madem öyle, çok zorlamayayım” noktasına geldim. Kılıçdaroğlu seçilirse en azından değişim şansı artar diye düşündüm. Oysa Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa ittifakı, kullandıkları siyaset dili üzerinden bunun olmayacağını adeta mütemadiyen ve yüksek sesle ilan ediyorlardı. Mülteci/sığınmacı karşıtı retorik, anti-Kürt dil, KHK’lılar konusunda net tavır alamamak gibi birçok işaret, muhalefet denen yapının esasında ana işlev olarak rejime meşruiyet devşirdiğini ortaya koymaktaydı. Nitekim seçimler sayesinde Erdoğan dünyaya “Türkiye demokrasisinin işlediğini” (!) ispat etti. Benim bile tahminlerimde aklıma gelmeyen bir pasiflikle, Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa paydaşları “adam kazandı” tadında bir kabullenme zafiyeti sergilediler. YSK’ya yapılan adet yerini bulsun itirazlarının dışında dişe dokunur hiçbir demeç, direniş, sorgulama, dik durma gerçekleşmedi. Oysa ben seçim sonuçlarına topyekûn itiraz edeceklerini tahmin etmiştim. Beni yanılttılar. Erdoğan’ı hiç zorlamadan havlu attılar. Rejimin dümen suyunda olduklarını kamufle etme gereği bile hissetmediler. Rejimin muhalefeti yine rejime can suyu oldu.
Demokrasi beklentisi bir başka bahara kaldı, bu bir. Ama ikincisi, demokrasiyi kendi partisinde bile uygulamayan bir partiden nasıl demokrasi çıkar sorusunu sormayan sözde uzmanlara ciddi bir şamardı bu. Bu zevat Kılıçdaroğlu kem küm etmeye başlayıp genel başkanlığa devam tavrı aldığında da pek bir şaşırdı. Delegelerin iradesine ipotek koyamam bahanesiyle, CHP içerisinde aynı tas aynı hamam bir gidişat olması, demokratik yollarla Erdoğan’dan kurtulacaklarını sananlara ciddi bir hayal kırıklığıydı, dediğim gibi. Fakat esas mesele, zaten parti içi demokrasi işleseydi de, CHP içerisinde bir demokratik ve sol ekip başa geçmeyecekti. Nasyonalizmden beslenen CHP kimilerine antipatik ve moral bozucu bir ifade gibi de gelse, gerçek buydu. Türkiye siyasetinde her şey İslam-Türklük hattı üzerinden şekilleniyordu. Tüm partilerde bunun bir karışımı vardı. Bu Türk partileri grubunun dışında kalan tek parti, HDP, zaten tüm partiler tarafından yalnızlaştırılmış ve tecrit edilmişti. Yine de Kürtler bir gayret Kılıçdaroğlu’na destek verdiler. Oysa dediğim gibi durum umutsuzdu. Böylece Kürt siyasi hareketi partiyi Türkiyelileştirme rotasını sorgulamak noktasına geldi. Selahattin Demirtaş aktif siyasetten çekilme kararı aldığını duyurdu.
Tüm bu gelişmeler esasında Erdoğan’a yarıyordu. Erdoğan Türkiye siyasetinin bir tür orkestra şefi gibi, olayları belirleyebiliyordu. Belki de reisçi tabanın en çok hoşuna giden de buydu. Türkiye insanı kazanını sever. Kazananın hileyle hurdayla mı yoksa bileğinin hakkıyla mı kazandığının fazla bir önemi yoktur. Erdoğan bunu iyi biliyordu. Karşısındaki kitlenin psikolojisini iyi çözmüştü. Ben mi patates mi, karar verin türü bir formülasyon, itiraf edeyim, dâhiyaneydi. Türkiye’nin Norveç olmadığını anlamamakta ısrar eden uzmanlar, Türkiye insanının da necip falan olmadığını sanırım artık iyice anladılar. Emin olun Erdoğan seçimden bir gece önce televizyonlara çıkıp 17 Aralık tapelerinin gerçek olduğunu da söyleseydi, yaklaşık her iki seçmenden birinin oyunu alırdı. Türkiye siyasetinde seçmenin oy verme davranışı rasyonel ve nesnel argümanlar ve çözümlemeler ışığında gerçekleşmiyordu. Kamplara ayrılmış toplum, kendi klanının liderine destek çıkıyordu. Erdoğan İslamcı-Muhafazakâr mahallenin reisiydi. Ve bu mahalle sayıca çoktu. Matematik bu kadar basitti.
İç ve dış kırılganlık dışında rejimin yıkılma olasılığı yok. İçeride favori teori ekonomi! Ekonomik bir çöküntü durumu olmasını, birçokları gibi ben de sistemin en ciddi iç zafiyeti olarak okuyorum. Fakat Erdoğan bunu kendi işine yarayacak bir araca da dönüştürebilir. Dışarıda ise, ekonomiye bahane bulmak için dış bir ulusal dava yaratmak adına kumar oynayacak bir Erdoğan’ı olası görüyorum. Bu olursa dış tepki sert olabilir. Ve Türkiye Rusya, İran veya Venezüella gibi uzun süre dayanamayabilir. Bu senaryoları önümüzdeki yazılarda yine konuşuruz. Şu aşamada gözlemlemek ve analize devam etmek önemli kanısındayım.
Sanırım sürgünde muhalifler için bu yaz Türkiye’ye gitme planları suya düştü.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***