YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazıları 56)
Bir önceki yazımın son cümleleri soyleydi: “Fetret dönemi açıklamalarından bağımsız olarak dile getirdiğim bu düşünceleri bir hafta daha detaylandıracak, bir sonraki yazımda da genel bir değerlendirme ile bu defteri kapatacağım.”
Şöyle ki, İslam dinini hakkıyla duymamış veya anti propaganda ile duymuş ya da Müslümanların durumundan dolayı İslam hakkında yanlış bilgilere sahip olmuş gibi şeyler söylemiyorum. Hristiyandır, Yahudidir, Budisttir, Şintoisttir, Brahmanisttir, Deisttir, Agnostiktir, Ateisttir demiyorum. Dini kimlikleri bir kenara bırakarak insan üst kimliği üzerinden meseleye bakıyor ve tıpkı dünyada hukuk ve ahlak sistemlerinin yaptığı gibi eylemlerin iyi-kötü, faydalı-zararlı, salih-fasit olmalarına göre bir değerlendirmede bulunuyorum. Ahirette de Allah’ın bu türlü bir yargılamaya gidebileceği kapısının açık tutulması gerektiğini söylüyor ve “Allah bilir” diyorum. Hatta bu geniş perspektife Müslümanların da dahil edilmesinin gerekliliğine inanıyorum. Zira daha önce zikrettiğimiz iman-salih amel beraberliği ve zorunluluğunu beyan eden nice ayet ve hadisler zaten bunu gösteriyor. “Allah kullarının dış görünüşüne ve mallarına bakmaz, kalplerine ve amellerine bakar” (Müslim, Birr 33; İbn Mace, Zühd,9) “hadisi kime ne anlatıyor? Ya da şu hadis: “İnsanlardan bazıları vardır ki, halkın nazarında cennet ehline yaraşan hayırlı ameller yaparlar. Halbuki onlar (o işlerini yaparken taşıdıkları niyetleri sebebiyle) cehennemliktir. Yine bazı kimseler vardır ki insanlara göre onlar cehennem ehlinin amelini işler. Halbuki o, cennetliktir.”(Buharî, Cihad 77; Müslim, İman 179) Bunlar kimin cennete ya da cehenneme gideceği konusundaki nihai hükmün Allah’a ait olduğunu göstermiyor mu?
Burada Ebu Talib’in iman edip etmediği ve ahiretteki akıbeti ile alakalı hadis akla gelebilir. Bunu müstakil olarak bir başka zaman ele alacağım. Ama şu kadarını söyleyeyim; bu konudaki hadis rivayetlerinin hepsi hem sened hem de metin tenkidi açısından İslam ilim tarihi boyunca üzerinde büyük müzakerelere konu olmuştur. Özellikle Şia-Sünni ayrımının etkili olduğu bu müzakere hatta tartışmalarda hadislere zayıf ve uydurma diyenden tutun tarafgir yorumlara bağlı olarak Ebu Talip’in son nefeste iman ettiğini veya etmediğini, cehennemde cennenümûn bir hayat yaşayacağını ya da cehennemde yaptığı bütün iyiliklere rağmen sair müşriklerle birlikte azap çekeceğini söyleyen siyah beyaz ölçüsünde birbirine zıt yorumlar yapılmıştır.
İşin aslına bakılacak olursa İslam’ın ruhuna ve özüne uygun olan gaybın Allah’tan başka kimse tarafından bilinemeceği ve nihai hükmün Allah tarafından verileceği gerçeğidir. İsterseniz burada “Hiç kimse kendi ameliyle felâha eremez” hadisini hatırlayabiliriz. Sahabi sorar “Sen de mi Ya Rasulallah?” Cevabı şudur Efendimizin bu soruya: “Evet, ben de. Ama Rabbim rahmeti ve fazlıyla sarıp sarmalarsa bu hariç.” (Buhari, Rikak, 18)
Veya Ensar hanımlarından Ümmü’l Ala’nın anlattığı şu hadis: “Osman b. Maz’un şehadeti sonrası kefenlemiştik ki Allah Resulü geldi. Ben o arada Osman için: “Ey Ebu Said! Sana şahidim. Kesinlikle Allah sana ikram edecektir” dedim. Hz. Peygamber bana dönüp: “Nereden biliyorsun?” dedi. Ben de “bilmem ki!” dedim. Bunun üzerine: “Ona gelince, işte şimdi kendisine yakin geldi ve gerçeği gördü. Bense, onun için Allah’tan sadece hayır dilenirim. Ama, vallahi, ben Allah’ın elçisi olduğum halde, Allah’ın bana ve size ne yapacağını bilemem.” (Buhari, Cenaiz , 3)
Bu eksende Bediüzzaman’ın getirdiği şu yorum oldukça enfestir: “İşte ey gafil insan! Bak Cenab-ı Hakk’ın fazlına ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazan yetmiş, bazan yediyüz, bazan yedi bin yazar. Hem şu nükteden anla ki; o müthiş Cehenneme girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adildir. Fakat Cennet’e girmek, mahz-ı fazıldır.” (Sözler, 320-321)
Bu fasıldaki görüşlerimi sonlandırırken Sacit Arvasi yukarıda iktibas ettiğim görüşlerini anlattıktan sonra bir yerde kelimesi kelimesine aynen şunları söylüyor: “Genel olan şey, bile bile reddetmişse o cennete gidemeyecektir. Onun dışındakilerin ise mazeretleri hak katında geçerli midir, onu Allah bilir. Fert fert herkesin durumu Allah’a kalmıştır. Bunu bu şekilde ifade etmiş olayım.”
İnsafla bakalım, önceki sözleriyle o sözlerin fezlekesi sayılan bu cümleler birbiri ile çelişmiyor mu? Ve bu fezleke ile aslında “Allah bilir” demiş olunmuyor mu?
Ayrıca bu zihniyet, bu anlayış, bu kabul dini yozlaştırma anlamına gelmez mi? Bunun “cehennem azabı bize sayılı birkaç gün dokunacak” diyen bazı Yahudilerden ne farkı var? Kaldı ki Allah buna karşılık diyor ki: “(Ey Peygamber! De ki onlara: “Ne o yoksa bu konuda Allah’tan bir söz mü aldınız?” (2/80-81) Ya da şu zihniyetten ne farkı var: “(Yahudiler) ‘Yahudi olandan başkası’, (Hristiyanlar) ‘Hristiyan olandan başkası Cennet’e giremez’ dediler.” Ayetin devamı konumuz açısından önemlidir. Der ki Allah: “Bu iddialar onların kuruntularından/temennilerinden ibarettir.” Ardından Hz. Peygamber’e hitaben: “De ki onlara “Eğer doğru söylüyorsanız, bu iddialarınızda samimiyseniz delilinizi getirin de görelim!” (2/111) Var mı elimizde aksi ispat edilemeyecek ölçüde bir delil?
Sonuç itibariyle; mutlak hakikatin bilgisi Allah’a aittir. Biz ancak ve ancak elimizde bulunan Kur’an ve hadislerden hareketle yorum yaparak o hakikati bulmaya çalışırız ama bulduğumuz şeye mutlak hakikat diyemeyiz. Objektif bir nesnellikten söz edip hakikat budur diyemeyiz. Hiç kimse de diyemez. Zira bizim elimizde bir metin vardır ve hakikat o metnin içindedir. Zaten hakikat bütün çıplaklığı ve netliği ile objektif bir şekilde ortada dursaydı bu kadar Kur’an tefsirinin, bu kadar hadis şerhinin yapılmasının da anlamı kalmazdı.
Biz biliyoruz ki beşerin idraki zorunlu olarak subjektiftir. Kur’an ve hadis metninden benim idrak aynama yansıyan şey özneldir, nesnel değil. İçine girdiği kabın şeklini alan su gibi. O zaman hakikat tekelciliği iddiasında bulunmak, “Allah’ın maksadı budur, cennete gidecektir, cehenneme gidecektir” demek haddi aşmışlıktır. Zaten ilmi mirasımıza baktığımız zaman bunu kimse de yapmamış. Yorumlarının sonuna “Allahu a’lem bissavab” veya “Allahu a’lem bimuradihi” yani “Allah en doğrusunu bilir, muradını en iyi bilen O’dur” diye yazmalarının sebebi bu. Literatürde buna “Eşbeh bi’l hak nazariyesi” denir. Zira insan Allah’ın objektifliğini, muradını tam anlamıyla ihata edemez. Ayetlerin nazil olduğu ortam tabii ki bundan müstesna. Allah Resulü hayatta. Olay ve o olaya bağlı olarak nazil olan ayet ve hadis ortada. Hatalı uygulama olduğunda vahy devreye giriyor ve düzeltiyor. Bu dediklerimiz Hitap’ın kitap haline Kur’an’ın mushaf (okunan sahife ki metin ile aynı manada) geldiği dönemden sonrası için geçerlidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber pratiğini bu çerçevenin dışında tutmak lazım. Sahabe yorumları bundan müstağni değil ama onların nüzule şahit olanlarının yorumlarının öncelik hakkı var. Nüzul dönemine şahit olmayanlar için Ebu Hanife’nin sözleri oldukça manidardır: “hum rical ve nahnu rical.” Yani Kur’an’ı yorumlama, hadisleri şerh etme ve hükümler çıkartma noktasında bizim onlardan bir farkımız yok.
Son sözüm; Allah bizi dünyada iken kimin cennete ya da cehenneme gideceğini belirleme gibi bir görev ve yetki vermedi. O’nun rahmetini dağıtmak, affetmek ya da etmemek bizim işimiz değil. İlahi rahmetten sadece Müslümanlar istifade etsin demek de bencilliğin ve dini yozlaştırmanın ta kendisidir. Allah Rahman ve Rahimdir. Allah adildir. Kime rahmet, merhamet edip etmeyeceği, kime mağfirette bulunup bulunmayacağını sadece O (cc) bilir. Bize düşen o rahmetten istifade etmektir. Gayrimüslim olduğu halde Müslümanlardan çok daha öte insani, ahlaki, İslami değerlere uygun bir hayat yaşayan insanları cehenneme, her türlü ahlaksızlıklığı yapan, zulmü irtikap eden Müslümanları cennete göndermek bizim işimiz olmamalı. Nüzul döneminde imansızlık ve zulüm birlikteliğini nazara veren ayetlerdeki kategorik yaklaşımlar bir yana benzerlikler olsa da bütünüyle aynı özelliklere sahip olmayan kişiler için konuşurken dikkatli olmalı. Ahirette kimin nereye gideceğini, nasıl bir muamele göreceğini sadece Allah bilir demek Kur’an’ın ruhuna, İslam’ın özüne daha uygun ve daha temkinli bir yaklaşım geliyor bana. Bizler Allah’ın bazı Medine Yahudilerine atıfla belirttiği sıfatlara sahip olmamalıyız. Şöyle diyor Kur’an: “Yoksa onlar Allah’ın mülküne hissedar mıdır?! Eğer böyle bir imkân sahibi olsalardı insanlara lütuf ve nimet namına zırnık koklatmazlardı” (4/53) Ya da Kureyşli müşriklerin vasıflarından da uzak olmalıyız. Onlara da onları şöyle anlatıyor Allah: “(Ey Peygamber!) De ki onlara: “Rabbimin rahmet, rızık ve nimet hazineleri sizin elinizde olsaydı, harcamakla tükenir korkusuyla hiç kimseye zırnık koklatmazdınız. Doğrusu nankör insan ne kadar da çok cimridir.”(17/100)
Hulasatu’l hulasa: “Ey Müminler! Siz her şeyden önce kendi sorumluluklarınızı yerine getirmeye, kendinizi düzeltmeye bakın. Siz hidayette ve doğru yolda olduğunuz müddetçe dalalette olanların dalaleti size zarar veremez. Unutmayın sonunda varacağınız yer Allah’ın huzurudur. İşte o zaman Allah size yaptıklarınızı tek tek bildirecek ve hak ettiğiniz karşılığı verecektir.” (5/105)
Bu faslı kapattım. Gelecek Projeksiyonunda 9 ana başlıktan geriye iki ana başlık kaldı.
(Devam edecek)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***