YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Türkiye 14 Mayıs’ta bir kez daha sandığa gidiyor. Yirmi bir yıldır Türkiye’yi yöneten AKP, “ucube” cumhurbaşkanlığı sistemini devam ettirmek isterken onun karşısındaki çeşitli görüşlerden oluşan koalisyon ise parlamenter sistemi geri getirme vaadiyle seçmenlerden oy istiyor.
Türkiye’nin geçmişteki seçimlerine bakıldığında ise değişimin hiç de kolay olmadığı hatta “daha fazla hürriyet ve demokrasi” vaadiyle iktidara gelen partilerin bir süre sonra otoriterleştikleri görülüyor.
TEK PARTİ REJİMİ
Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan meclis bir taraftan kapatılan son Osmanlı Mebuslar Meclisi üyeleri diğer taraftan da taşrada yapılan seçimlerle belirlenen yeni mebuslardan oluşmaktaydı. Savaşı kazanan ilk meclisten sonra 1923 seçimleriyle oluşan “İkinci Meclis” ise M. Kemal Paşa’nın onayını alan mebuslardan meydana gelmişti.
Buna rağmen ortaya çıkan muhalif Terakkiperver Fırka’nın kapatılması ve sonrasında önde gelen muhaliflerin siyasetten tasfiyesiyle Türkiye, kısa zamanda bir tek parti rejimine dönüştü. 1923’ten sonraki 1927, 1931 ve 1935 seçimleri, sadece Gazi Paşa başta olmak üzere CHP yönetiminin belirlediği isimlerin onaylanması için yapılmaktaydı.
Bu dönemin tek istisnası ise Fethi Bey’in kurduğu “icazetli parti” Serbest Fırka idi. Hiçbir seçime giremeyen ilk muhalefet partisi Terakkiperver Fırka’nın aksine bu parti, 1930’da belediye seçimlerinde CHP’ye rakip olmuştu. Özellikle batı vilayetlerinde büyük ilgi gören Serbest Fırka, birkaç belediye de kazanmış ancak Fethi Bey, paşa ile karşı karşıya gelmek yerine partisini feshetmeyi tercih etmişti.
Atatürk’ten sonraki seçimler de tek parti rejimini devam ettirmiş ve bir taraftan siyasi baskılar diğer taraftan II. Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik sıkıntılar, halkı iyice canından bezdirmişti. Buna dış faktörler de eklenince “Milli Şef” İnönü, çok partili sisteme geçme kararı almıştı.
Çok partili dönemin en etkili muhalif partisi olan DP, yine Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi CHP’nin içinden çıktı. Kısa zamanda halkın ümidi olan parti, “hileli” 1946 seçimlerinde başarılı olamasa da etkili muhalefetiyle demokratik anlamda önemli adımlar atılmasını sağladı.
MUKTEDİR OLAMADIK
1876’dan beri uygulanan “müntehib-i sani” yerine seçmenler doğrudan oy kullanmaya başladığı gibi “açık oy, gizli tasnif” yerine “gizli oy, açık tasnif” esası ve seçimlerin yargı denetiminde yapılması gibi adımlar atıldı.
Bu adımlar ve CHP’nin 27 yıllık iktidarının getirdiği yıpranmışlıkla DP, büyük bir zafer kazanarak iktidara geldi. Aslında DP, 14 Mayıs 1950 seçimlerini sadece bir partiye değil bütün askeri ve sivil bürokrasiye, daha açık bir ifadeyle devlete karşı kazanmıştı.
Halk da “yeter söz milletin” diyen DP’ye çok büyük bir destek verdi ve bunun bir yansıması olarak da yirmi yedi yıllık otoriter rejimde kısmi değişiklikler meydana geldi. Basın daha hür olduğu gibi muhafazakâr kitle de dini alanda birçok imkanlara kavuştu.
Buna rağmen DP’nin ülkede demokrasi ve hürriyetler anlamında büyük değişiklikler meydana getirdiğini söylemek zordur. Örneğin 1924 Anayasası yürürlükte kaldığı gibi DP, birkaç yıllık kısmi hür ortam sonrasında muhalefeti ve serbest basını tamamen yok etmeye çalışan politikalar izlemeye başladı. Ülkedeki gerilimi düşürmek yerine daha da kutuplaştıran Menderes, bir askeri darbe ile yönetimden uzaklaştırıldı.
Menderes’in DP’sinin ülkeye en büyük katkısı, yollar, köprüler, barajlar yapmak oldu. Böylece bugüne kadar Türkiye’yi yöneten sağ partilerin yol haritası da belirlendi. Bundan sonra sağ partilerin hiçbir zaman önceliği “daha fazla demokrasi” olmadı.
Üst üste üç seçim kazanan Menderes iktidarının bir askeri darbe ile sona ermesi, Türkiye’de demokrasi geleneğinin yerleşmesine de büyük bir darbe vurdu. Özellikle on yıl süre ile ülkeyi yöneten Başbakan’ın ve ayrıca Dışişleri Bakanı ve Maliye Bakanının idamları, sonraki bütün siyasetçiler için bir “ibret dersi” ve en önemlisi “gözdağı” niteliğindeydi.
Askerler darbe sonrasında “meşruiyet” için üç siyasetçiyi darağacına göndermişler ve Türkiye’de siyasetin sınırlarını çizmişlerdi. 1950’lerin başında nefes alma imkânı bulan, sonrasında da “kutuplaştırılan” halk, darbe ile bir kez daha baskıcı bir rejimle tanıştı. 1961 seçimleri ise meclisin yeniden açılmasına rağmen askerin ayak seslerinin hep hissedildiği, cumhurbaşkanlığının askerin tekelinde olduğu bir dönemi başlattı.
1961 seçimleri ile koalisyonlarla tanışan Türkiye’de, 1965 seçimleri yine sağ partilerin iktidarını getirdi. Sağ parti konseptine uygun olarak AP’nin genç lideri Demirel, Menderes’in “Su Müdürü” idi ve unvanı “Barajlar Kralıydı”. 1969 seçimlerini de kazanan Demirel, 1950’ler gibi kısmi bir rahatlama getirse de Türkiye demokrasisinin gelişmesi için gerekli hiçbir adımı atamadı.
Demirel’in bu politikasında elbette askerin çok büyük etkisi vardı ve bunu “benim oturduğum koltuktaki başbakan asılmıştı” diyerek ifade ediyordu. Onun tek hedefi, sağ partilerin temel amacı olarak ortaya çıkan “kalkınma” idi. Elbette bundan da demokrasi, insan hakları ve hürriyetler değil yol, köprü, baraj inşa etmek anlaşılıyordu.
Demirel bütün ince siyasetine rağmen 12 Mart Muhtırası ile “şapkasını alıp gitti”. 1973 ve 1977 seçimleri de ülkedeki siyasi krize çözüm olmadı ve küçük partiler; MSP ve MHP, aldıkları oydan çok daha fazla iktidarda söz sahibi oldular. Ayrıca devlette önemli bir kadrolaşma faaliyetine giriştiler.
1973 ve 1977 seçimlerinin önemli bir sonucu da 1961 seçimleri sonrasında koalisyonlarla başbakan olan İnönü’den sonra CHP’nin yeni genel başkanı Ecevit’in hükümet kurabilmesi oldu. Böylece sol, kısa süreli de olsa iktidar olma fırsatı elde etti.
Bu dönemin de sonunu, iktidarların anarşi sorununu bir türlü çözememeleri üzerine “şartların olgunlaşmasını bekleyen” ordunun, bir kez daha sahneye çıkarak yönetime el koyması getirdi. Zaten bir türlü rayına girmeyen demokrasi, bir kez daha büyük bir yara aldığı gibi “her on yılda bir darbe” de bir geleneğe dönüştü.
Türkiye 12 Eylül Darbesi ile otoriter bir rejime mahkûm olurken halk özellikle aydınlar, büyük bir baskıya maruz kaldı. Darbeciler bir taraftan da siyaseti dizayn etmeye çalışıyor ve kendi partilerini iktidar yapmayı amaçlıyorlardı.
Bu dönemde halka bir nebze de olsa nefes aldıran Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin 1983 seçimlerini kazanması oldu. “Darbeci” cumhurbaşkanı Evren’e rağmen hükümeti kuran Özal, örneğin Türk Ceza Kanunu’nun 141., 142. ve 163. Maddelerini kaldırarak siyasi ve dini hürriyetlerde de kısmi bir rahatlama getirdi. Ancak bu maddeleri bile 1991’de kaldırılabilmişti.
Aslında Özal da tipik bir “sağ siyasetçiydi” ve önceliğini ekonomi oluşturuyordu. Herhalde bunun en önemli göstergesi, darbecilerin siyaset yasağı koydukları eski siyasetçilerin yasaklarının kaldırılmasına karşı çıkmasıdır.
Türk siyasetinin diğer önemli sorunu da bir türlü siyaseti bırakmayan parti liderleridir. Hele 1990’larda, yıllardır siyaset yapan Demirel’in (1991), Erbakan’ın (1995), Ecevit’in (1999) partilerinin seçimlerden birinci parti olarak çıkmaları, Türkiye’de siyasetin niye ömür boyu yapıldığının bir nedeni olarak görülebilir.
SAĞ SİYASET SIĞ SİYASET
Anavatan Partisi’nin 1987 seçimlerinde de birinci parti olmasından sonra 1991’de Demirel, yeni partisi DYP ile seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Demirel’in seçimlerdeki en büyük vaadi “daha fazla demokrasi” olsa da önceki iktidarlarından farklı gelişmeler yaşanmadığı gibi, Türkiye kısa sürede faili meçhul siyasi cinayetlerin yaşandığı bir ülkeye dönüştü.
Demirel seçim başarısı ile demokrasi adına bir katkı yapamasa da Özal’ın ani ölümüyle en güçlü zamanlarında elde edemediği cumhurbaşkanlığına kavuştu. Ancak Madımak Oteli’nde insanların diri diri yakıldığı esnada da Cumhurbaşkanı Demirel’di.
1995 seçimleri ise 1970’ten beri siyasi arenada önce MNP sonra MSP, 12 Eylül sonrasında da RP ile siyaset yapan Erbakan’ı başbakan yaptı. Ancak o da demokrasi adına bir açılım gerçekleştiremediği gibi devletin dönüşümü için de hiçbir adım atamadı. Zaten kısa sürede askerin hedefi olan Erbakan’ın başbakanlığı da kısa sürdü. 28 Şubat Sürecinde, ordu siyasi hayata müdahale ederken cumhurbaşkanı da hayatı askerle mücadeleyle geçen Demirel’di.
1999 seçimlerinde ise Türkiye bir başka sürprizle karşılaştı. DSP birinci parti oldu ve Ecevit, yirmi bir yıl sonra tekrar başbakanlık koltuğuna oturdu. Böylece ilginç bir şekilde 12 Eylül’ün siyasi yasaklıları Demirel, Ecevit ve Erbakan 1990’larda halkın ümidi olmuşlardı. Ancak hepsi için kullanılacak ifade üçünün de tam bir “hayal kırıklığı” olduklarıydı.
2002 seçimleri ise Erdoğan’ın partisi AKP’yi birinci parti yaptı. AKP gerek seçim vaatlerinde gerekse iktidarının ilk yıllarında daha fazla demokrasi vaat ediyor, Türkiye’yi tam bir hukuk devleti yapacağını söylüyor, AB üyeliğinden Kürt ve azınlık sorunlarına kadar bütün birikmiş sorunlar için ümit oluyordu.
2007 ve 2011 seçimlerini de kazanan Erdoğan, “ustalık döneminde” ise bütün vaatlerinin tam tersine Türkiye’deki sınırlı demokrasiye de büyük bir darbe vurdu. Özellikle 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü’nü de “Allah’ın lütfu” olarak görerek cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yürürlükte olan “parlamenter sistem” yerine ucube “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine” geçerek bütün gücü elinde topladı.
Yıllardır “muktedir olamadığını” iddia eden sağ siyaset, AKP iktidarında her şeye sahip oldu ama ülkeyi bir taraftan 1930’ların, 1940’ların sistemine geri götürürken diğer taraftan yolsuzluk, yozlaşma, anayasa yerine keyfi idare öne çıktı. Aslında AKP’nin geldiği nokta “sağ siyasetin sığ siyaset” olduğu gibi “İslamcılığın da bir hayal satma” olduğunu gösteriyordu.
Bu ucube sistemin faturası binlerce insanın ve muhalifin hukuksuz bir şekilde hapse atılmasıyla ve işkencelerle, masum insanlara ödetildiği gibi Türkiye büyük bir ekonomik krizle de karşı karşıya kaldı. En son da 6 Şubat Depremiyle bu sistemin nelere mal olacağı açıkça ortaya çıktı.
Bu durum 14 Mayıs seçimlerinin “son şans” olduğunu gösteriyor. Bu seçimlerde halk ya bu ucube saray rejimine onay verecek ya da sıkıntılarını tam olarak çözemese de biraz olsun hafifletecek bir iktidarı seçecek.
Geçmişteki seçimlere bakıldığında nasıl ki DP’nin zaferi tek parti iktidarına son vermişse, 27 Mayıs sonrasında askerin baskısına rağmen AP bir ümit olarak ortaya çıkmışsa, 12 Eylül’de darbecilerin partisi yerine Özal’ın ANAP’ı ile bir rahatlama sağlanmışsa 14 Mayıs da buna benzer değişimlere olanak verebilir.
Önceki örnekler, değişimin kısa sürede gerçekleşmeyeceğini gösterse de en azından bu ucube sistem değişebilir ve böylece demokratik kazanımlar ve yargı bağımsızlığı yolunda adımlar atılabilir.
Bu durumda bile değişimin çok kısa zamanda olmayacağını tahmin etmek zor değil. 27 Mayıs darbecilerinin mağdur ettiği DP’lilerin tam olarak haklarını 1974 affıyla aldıkları, 12 Eylül’de sokağa atılan binlerce 1402’lik işçi, memur ve akademisyenin ancak 1989’da geri dönebildikleri düşünülünce Türkiye’de seçimlerin önemli bir aşama olsa da değişim ve dönüşümün tahminlerin çok ötesinde zor olduğu ortaya çıkıyor.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***