Sevmek için değilse bile nefret için sebep bulmak öyle kolay ki… Küçücük bir şey yetiyor öfkemizin köpürmesine: Pazartesilerden nefret ederiz: Salı, Çarşamba bizdendir. Trafik sıkışıklığı olmasa deriz, evin önünden vızır vızır geçen arabalara bakarak. Brokoliyi yahut balığı sokmayız eve. Şu yahut bu kişi, şu ya da bu grup bize göre değildir.
Kimi evlilikten nefret eder, kimi gelecek planlarından…
Nefret daima bir taraftar bulur kendine.
Sevgide aranan öz, sağlam dayanak, nefrette aranmaz pek; demek ki Özdemir Erdoğan yanılıyor!
Hatırlayalım; ne diyordu Sevdim Seni Bir Kere’de?
Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir
Bazen küçük bir an için ömür bile verilir
İşin latifesi elbette bu. Ancak nefret ciddi ciddi çekilecek şey değil doğrusu.
Sahi, böyle mi?
Tiksinti, kızgınlık ve öfke nerede buluşuyor, nasıl ayrılıyor nefretten?
Hadi, biraz oyalanalım…
***
Nefret ağır, çok ağır bir mesele. İnsanlar, önyargıyı, terörizmi veya soykırımı anlamaya çalışırken, nefretin bunların birincil sebeplerinden biri olduğunu düşünmeden edemezler. Etmemeliler de…
Belki de bundan ötürü nefretin doğası hakkında bir fikir birliği bulunmuyor. Çoğu kere bir duygu olarak kabul görürken, bazen de tutum olarak çıkıyor karşımıza.
Bazı akademisyenlere göre nefret, öfke ile hoşlanmamanın aşırı bir versiyonu.
Bazılarına göre de hor görme ile tiksinmenin karışımı.
Nefretin öncülleri, tetikleyicileri, işlevleri ve davranışsal sonuçlarına ilişkin öyle farklı şeyler söyleniyor ki, nefret ediyorsunuz kendinizden ve anlama çabanızdan.
Uzlaşılan nokta ise şu: Farklı ve benzersiz!
Tüm bu farklılık ve benzersizliğe rağmen insanlar nefret söylemi, nefret suçu veya nefret karşıtı kampanyalar hakkında konuşmadan duramaz. İrili ufaklı laflar ederler, bazen de dağları devirirler – ama ne gam!
Bildiğimiz bir şey var: Nefret yoğun ve kalıcı. Özünde kötü ve tehdit edici.
Mesela Hutular[1], 1994 Ruanda soykırımında Tutsileri[2] katlettiklerinde, nefretleri, Tutsilerin özünde kötü olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiği algısına dayanıyordu.
Şu talihsizliğe bakınız ki, bir halk (Tutsiler), dünya tarihinde kendine Ruanda Soykırımı ile yer bulabiliyor.
Başka bir örneğe uzanalım. Ku Klux Klan ve benzeri grupları, oluşumları düşünün. Bunlardaki nefret, on yılları, hatta nesilleri aşar ve bazen yeni bir tetikleyici bulana kadar uyur vaziyette kalır.
Ayrıca insanların aile üyelerinden, arkadaşlarından, sevgililerinden de nefret edebileceğini biliyoruz.
Nefret, hemen uzanabileceğimiz bir komşu bahçe meyvesi gibi. Yemeyen keriz.
***
Mizojini diye bir şey bulmuş ve yüzyıllarca altını harlı tutmuş bir insanlık sözkonusu. Mizojini, yani kadına duyulan nefret, öyle bir şey ki, Eski Yunan filozoflarının ışıklı düşüncelerinden, 21’inci yüzyıl İstanbul’unun karanlık sokaklarına kadar uzanıyor.
Cinderesi yatağında yüzünün ve vücudunun bir bölümü yanmış bir kadın – adı Özgecan.
Cansız bedeni bir varil içerisinde yakıldıktan sonra üzerine beton dökülmüş bir kadın – adı Pınar.
Evinin önünde, kapı girişinde, göğsüne ve karnına aldığı bıçak darbeleriyle katledilen bir kadın – adı Gizem.
Özgecan’dan bugüne, yani 3 yıl içinde 2 bin 200 kadın… Yakılmış, bıçaklanmış, kurşunlanmış, dövülmüş ve nihayetinde öldürülmüş.
Ha 3’üncü yüzyılın Hıristiyan estetiği ha Afganistan’daki Taliban rejimi; nefret hep kadın cinsinin aşağılanması olarak karşımızda.
Ortaçağ çıkışında yaşanan cadı avlarını ise nereye koyacağını bilemiyor insan. Yüz binlerce kadın, odun ateşinde yakılarak öldürülüyor.
Hem uygarlığın yetiştirdiği büyük ve ünlü sanatçıların eserlerinde hem de modern pornografinin en bayağı karelerinde hep bu nefret duyulan kadın motifi…
Kadına düşmanlığın tarihi, bin yıllar boyunca süren ve Aristoteles’i Jack the Ripper’a (Karındeşen Jack), Kral Lear’ı James Bond’a bağlayan benzersiz, tarifi zor bir nefretin tarihi aslında.
Jack Holland diyor ki: “Bu tarih içinde bir cinsel birleşme, en kişisel düzlemde bile olsa, aşağılanma ve ayıp olarak algılanıyor —bunu yaşayan kadın için bir aşağılanma ve bunu yapan erkek için bir ayıp—. Belfast argosunda to stiff sözcüğünün iki anlamı var: “Bir kadınla yatmak” ve “öldürmek”. Fakat buradaki öldürme, Fransızların la petit mord (küçük ölüm) dedikleri ve orgazmdan sonraki kendinden geçme olarak betimlenen olgudan farklı bir eylem. “I just stiffed that cunt” cümlesi, “Onu vurarak öldürdüm” anlamına da gelebilir “Onu becerdim” anlamına da. Hangi anlamda olursa olsun bu, “kurban”ın değersizleştiği ve aslında kişiliksizleştirildiği anlamını taşıyor.”
Ne tuhaf – “kadın düşmanlığı”ndaki temel güdü, aslında erkeğin kadına, kadının da erkeğe karşı duyduğu arzu.
Burada nefret ile arzu garip bir biçimde iç içe geçiyor. Bu nedenle kadına düşmanlık, böylesine karmaşık bir olgu.
***
Bakışımızı özelden genele alalım ve nefretin hoşlanmama, öfke, hor görme ve tiksinme duygusundan nasıl farklılaştığına bakalım.
Vrije Üniversitesi’nden (Amsterdam) Jan-Willem van Prooijen ile Paul van Lange’nin nefrete dair çalışmaları mühim.
İkili, bir deneyde, kişilerden olumsuz duyguları tanımlamalarını istiyor. Her deneyimin duygusal yoğunluğunu ve süresini, kişiyi veya grubu ne kadar tehdit edici olarak algıladıklarını ve deneyimin diğer boyutlarını değerlendiriyorlar.
Görülüyor ki, çoğu insan nefret ettiği kişileri ve grupları, genellikle katartik bir ayrıntı düzeyinde tanımlıyor. Bu da insanların, yaşamlarındaki nefret tecrübesinin tahmin edebileceğimizden daha sık olduğunu düşündürüyor.
İkilinin temel bulgusu şu oluyor: Nefret, en çok hoşlanmama ve öfkeden ayrışıyor, hor görme ile az çok akraba, ama en az ayrışma tiksinmede…
Hoşlanmama, öfke veya hor görme (ama tiksinme değil) ile karşılaştırıldığında, katılımcılar nefret deneyimlerini daha yoğun olarak değerlendiriyor. Belirli kişilere yönelik hoşlanmama veya öfke ile karşılaştırıldığında ise nefret deneyimlerini daha kalıcı olarak tanımlıyorlar. Nefret edilen kişileri toplum için daha tehditkâr olarak algılıyorlar. Onlarla yüzleşme, onlara zarar verme veya onları incitme gibi davranışlarda bulunmaya daha eğilimli görünüyorlar.
Bu bulgular nefretin ayrı bir his olduğunu, ancak diğer duygularla, özellikle hor görme ve tiksinme ile bazı özellikleri paylaştığını gösteriyor.
Peki, nefret ve diğer olumsuz duygular arasındaki bu farklılıklar nasıl açıklanıyor?
***
Nefretin öfke, hor görme ve tiksinmeye mesafesi sanıldığı kadar uzak değil. Biri uygunsuz davrandığında hemen sinirleniyoruz. Öfke, kısa vadede bizi ele geçiriyor.
Ancak, öfkeden farklı olarak nefret, hedeflerin davranışlarına değil, kendilerine (yani, kim oldukları veya neyi temsil ettiklerine) odaklanıyor. Bu nedenle nefretin amacı, hedefin davranışlarını değiştirmek değil, esasen kötü ve değişmez oldukları algısına dayanarak hedeflerden kurtulmaktır. İnsanların, nefreti, istenmeyen davranışlar sona erdiğinde nispeten hızlı bir şekilde kaybolan öfkeden daha uzun süre tecrübe etme eğiliminde olmasının bir nedeni de muhtemelen budur.
Hor görme ve tiksinme, tıpkı nefret gibi, bir kişinin ya da grubun eğilimine odaklanır. Hor görme, başkalarına ‘tepeden bakmak’ veya onları aşağı görmekten ileri gelir. Amaç, bu kişileri küçümsemek ve dışlamaktır.
İnsanlar başkalarını ahlaksız veya istenmeyen kişi olarak değerlendirdiğinde tiksinme kendini gösterir. Amaç, bu kişilerden kaçınmak veya uzaklaşmaktır.
Nefret duyduklarında ise tüm bunlar geçerli olabilse de hedefler sadece aşağı, ahlaksız veya istenmeyen olarak algılanmaz.
***
Adına ister Eros deyin, ister yaşam enerjisi, eğer bu, doğal akışına bırakılmazsa tıkanır, donar ve zamanla ölüm enerjisine (Thanatos) dönüşür.
Enerjisini yaşama dönüştüremeyen kişi, ölümü yüceltir.
Öyle yüceltir ki, bir noktadan sonra, ölümü, öldürmeyi sever hale gelir.
Yetersizlik ve değersizlik hissinden kurtulmak için de bir muktedir arar.
İşte tam da bu noktada başlar asıl hikâye.
Aidiyetler ve sıfatlar edinir. Artık başında bir muzaffer, arkasında çokluk vardır.
Hadi zât-ı âliyi bir köşeye koyalım. Biz Adolf Hitler’e bakalım.
Hitler, birileri için delinin tekiydi, küçük bir azınlık içinse dâhi.
Soru şu: Ne yaptı da kendine hayran bir kitle yarattı?
Çok basite indirgeyerek söylüyorum: Ötekileştirdi. Daha doğrusu, öteki’ni düşman ilan etti. Yani ayrıştırdı.
Hitler’in ötekisi Musevilerdi.
Kendini ezik, kendini zayıf, kendini aşağılanmış hisseden kitleye nefretini kusabileceği bir hedef verdi.
O hedefe önce su atıldı. Sonra taş. Derken kan sıçratıldı üzerlerine. Ve gaz odalarında son nefesleri alındı.
Zayıf olanın bir muktedir elinden nefretini dışavurumu…
Muktedirin yüceliği, kendini o grup, o topluluk, o çokluk içinde hisseden kişinin suçluluk ve utanç duygusunu ya yok etti ya da basıncını azalttı.
Nefretin yıkıcılığı sel gibidir; önüne çıkanı süpürür. Kanın tadını almış vampirden farksız hale gelir ezilenler. Artık güçlü olan kendisidir çünkü. Bu yanılsama muktedirin yara alması yahut gücünü kaybetmesine değin sürer.
Kendi geleceği için muktediri besler. Bu yüzden kendinden ziyade, muktediri savunur cansiperane. Sürekli savunma halinde oluşu bundandır.
Kazanılmış bir kimliği vardır, bu kimliği muktedirin varlığına borçludur. Dolayısıyla toz kondurmaz yüceye.
Bu haldeki kişinin hakikati kavraması imkânsızdır.
Çünkü dâhil olduğu çember ona bambaşka bir gerçeklik sunmuştur. O gerçeklikte kendisinin bir değeri ve önemi vardır. Dahası: nefretini yönlendirebileceği, yıkıcı etkisini tadabileceği bir hedef ve özne mevcuttur.
Bu kazanılmış olanı kaybetmemek adına gerekirse yalan söyler, gerekirse şiddete başvurur. Bazen doz aşımı da yaşanır.
Doz aşımının normalleştiği noktada da olumlu hisler geriye itilir ve bastırılır.
İnsan içindeyken fotoğrafın kendini görmez. Eğer onu fotoğrafın dışına çıkaracak manzarayı sunamazsak, vahametinin farkına varması, halini idrak etmesi, eylemlerini sorgulaması neredeyse imkânsızdır.
Böylelerini tek tek terapi odasına almak mümkündür elbet. Eh, o kişinin şifaya kavuşması da az çok imkân dahilindedir. Ancak koskoca toplumun yarısını alacak bir terapi odasını inşa etmek – işte bu namümkün!
Ne diyor Necip Fazıl, 1978’de yazdığı şiirde:
Sen ki, bir sapık ırza geçse nefret kusarsın;
Milletin ruh ırzına geçerler de susarsın
Biz susmama hakkımızı kullanalım; ama muktediri indirmeden de sükûnetin haram olacağını unutmayalım.
[1] Burundi ve Ruanda’da yaşayan Bantu halklarından biri. Ruanda nüfusunun %84’ü ve Burundi nüfusunun %85’i Hutu kökenlidir. Bantu ise Sahraaltı Afrika’da yaşayan ve Bantu dilini konuşan 300–600 etnik gruptan oluşan halklardır.
[2] Bugünkü Ruanda ve Burundi sınırları içinde yaşamakta olan etnik gruplardan biri.
BERKE KAYA
07 Mayıs 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***